13 Ocak 2008 Pazar

İNSANLAR NEDEN VAR?

İNSANLAR NEDEN VAR?

Bir gezegendeki zeki varlıklar, gün gelir, kendi varlıklarının nedenini soracak yaşa gelirler.

Eğer günün birinde uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın düzeyini

değerlendirmek için soracakları soru şu olacaktır: “Evrimi keşfettiler mi?” Canlı organizmalar

üç bin milyon yıldan daha uzun bir süre dünya üzerinde varoldular ve neden yaşadıklarını hiç

bilemediler, ta ki güneş doğana ve ışınları bir tanesine ulaşana dek. Bu kişinin adı Charles

Darwin’di... Dürüst olmak gerekirse, başkaları gerçeği belli belirsiz sezmişlerdi. Ancak ilk

kez Darwin, neden varolduğumuzun tutarlı ve kabul edilebilir bir açıklamasını yapmıştır.

Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi, genlerimiz tarafından yaratılmış

makineler olduğumuzdur. Başarılı Şikago gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey

rekabetçi bir dünyada milyonlarca sene boyunca, hayatta kalmayı başarabilmişlerdir. Buna

dayanarak, genlerimizde belirli nitelikler olduğunu ileri sürebiliriz. Ben başarılı bir gende,

baskın özelliğin acımasız bir bencillik olduğunu savunacağım. Genin bu bencilliği, bireyin

davranışlarında da bencil olmasına yol açacaktır. Bununla birlikte, göreceğimiz gibi, bir genin

bencil amaçlarına ulaşmak için tutabileceği en iyi yolun, sınırlandırılmış bir özveri

benimsemek olduğu özel durumlar vardır. Bu son cümledeki “sınırlandırılmış” ve “özel” çok

önemli sözcükler.

Gen Bencildir, Richard Dawkins

Her ne kadar aksine inanmak istesek de, sevgi ve türün -bir bütün olarak- iyiliği hiç de

evrimsel anlamı olmayan kavramlardır.

Bu kitap, gen bencilliği diye adlandırdığım temel yasanın, gerek bireysel bencilliği gerekse

bireysel özveriyi nasıl açıkladığımı gösterecek. Ancak, önce, özveri söz konusu olduğunda

ortaya çıkan özel bir yanlış açıklamadan bahsetmek istiyorum, çünkü yaygın olarak biliniyor

ve de yaygın olarak okullarda öğretiliyor. Bu açıklama daha önce sözünü ettiğim yanlış

kavram üzerine temellendiriliyor: Canlılar “türün iyiliği için” veya “grubun iyiliği için”

birşeyler yapmak üzere evrimleşirler. Biyolojide bu görüşün nasıl başladığı kolayca

görülebilir. Bir hayvanın yaşamının çoğu üremeye ayrılmıştır ve doğada gözlediğimiz,

kendini kurban etme eylemlerinin çoğu ebeveynlerce çocukları için yapılır. “Türün devamı”,

üreme kavramına ilişkin sıkça kullanılan bir başka deyim olup, tartışmasız, üreme olayının bir

sonucudur. “Üremenin 'işlevi' türün devamını 'amaçlar'” şeklinde bir sonuca varabilmek için

mantığı bir parça çekiştirip uzatmak yeterlidir. Buradan hareketle, bir başka yanlış adım,

hayvanların genelde türün devamını sağlayacak şekilde davranacakları yorumunu yapmak

olacaktır. Bunu ise, türün diğer üyelerine karşı özverili davranacakları yorumu izler. Bu

şünce şekli, Darwinci terimlerle söylendiğinde, muğlak kalacaktır. Evrim, doğal seçilim

yoluyla işler ve doğal seçilim de “en uygun” olanın, farklılıkları nedeniyle ayakta kalmasıdır.

Ancak, “en uygun” ile kastedilen nedir? En uygun bireyler mi; en uygun ırklar mı; en uygun

türler mi? Ya da başka bir şey mi? Bazı amaçlar için bu sorunun yanıtı çok önemli değil;

ancak özveriden bahsediyorsak, can alıcı bir nokta olduğu çok açık. Darwin’in varolma

mücadelesi olarak adlandırdığı yarışma türler arasında ise, bireye bu oyunda bir piyon olarak

bakılabilir, o da en iyi niyetli yaklaşımla; bu piyon, türün daha yüksek olan çıkarları gerektiği

takdirde kurban edilecektir. Daha saygın bir şekilde dile getirmek istersek, eğer bir grup, -

örneğin, bir tür ya da türün içindeki bir topluluk - kendilerini grubun iyiliği için feda etmeye

hazır bireylerden oluşmuşsa, kendi bencil çıkarlarını önde tutan bireylerden oluşmuş rakip bir

gruba kıyasla, neslinin tükenmesi olasılığı daha düşüktür. Böylece, dünya nüfusu, bireyleri

kendini adamış gruplardan oluşur.

Ben, reductio ad absurdum (bir düşüncenin doğru olduğunu göstermek amacıyla, aksinin

yanlışğını kanıtlamak) yaklaşımıyla tartışmaya devam edebilir ve grup seçilimi kuramının

güçlüklerine dikkat çekebilirim, ancak bireysel özverinin açıkça varolması açıklanmayı

bekliyor. Ardley işi, Thomson’un gazellerindeki zıplamada, davranışın tek açıklamasının grup

seçilimi olduğunu söylemeye kadar vardırıyor. Zıplayan hayvanın bir avcının önüne

atlayıvermesi, avcının dikkatini kendine çekerken bir yandan da arkadaşlarını uyarmak

istemesiyle, kuşların uyarı çığlıklarına benzer.

Kullanacağım temel düşünce, yüzyılın başlarında, genler-öncesi günlerde A. Weismann

tarafından öngörüldü: Weismann’ın “germ-plazmanın süreğenliği” doktrini. Şunu

savunacağım: Temel seçilim birimi -ve bu arada kendi çıkarımız- ne tür ne de gruptur; hele

birey kesinlikle değildir. Gendir; yani kalıtım birimidir Kimi biyologlara bu, başlangıçta çok

uç bir görüş gibi gelebilir. Umuyorum ki, ne demek istediğimi anladıklarında, alışık

olmadığımız bir tarzda ifade edilmiş olsa bile, bu tezin aslında ortodoksça olduğunu kabul

edeceklerdir. Bu tartışmayı geliştirmek zaman alacaktır. İşin en başından başlamamız

gerekiyor: Yaşamın ta başlangıcından...

Gen Bencildir, Richard Dawkins

EŞLEYİCİLER

Başlangıçta basitlik vardı. Tümüyle donanmış, karmaşık düzendeki bir yaşamın ya da

yaşam yaratma yeteneğine sahip bir oluşumun bir anda ortaya çıkmasını açıklamanın daha da

zor olacağının kabul edileceğini varsayıyorum. Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim kuramı

doyurucudur, çünkü bize basitliğin nasıl karmaşıklığa dönüşebileceğini, düzensiz atomların

kendilerini nasıl olup da daha karmaşık desenler şeklinde gruplandırabildiklerini ve bunu

insanları oluşturana kadar sürdürebildiklerini açıklar. Darwin, varoluşumuzla ilgili zor soruya

bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek olası yanıttır. Bu büyük kuramı, alışılmış

olandan daha genel bir yolla, evrimin başlamasından öncelere giderek açıklamaya

çalışacağım.

Darwin’in “en uygunun yaşamda kalması” kuralı, aslında daha genel bir yasanın, kararlı

olanın varlığını sürdürmesi yasasının özel bir durumudur. Evren kararlı nesnelerle doludur.

Kararlı bir nesne, bir ismi hak edecek kadar kalıcı ya da sık görülen bir atomlar topluluğudur.

Bu, Matlerhorn gibi, adlandırmaya değecek kadar uzun süreli olan benzersiz bir atomlar

topluluğu olabilir. Ya da, yağmur damlaları gibi, içlerinden herhangi bir tanesi kısa ömürlü

olsa da, oldukça hızlı bir biçimde oluşan ve bu nedenle de toplu bir ismi hak eden bir varlıklar

sınıfı olabilir. Etrafımızda gördüğümüz ve açıklamak istediğimiz şeyler -kayalar, galaksiler,

okyanus dalgaları- hepsi de, şöyle ya da böyle, kararlı atom desenleridir. Sabun köpükleri

küresel olma eğilimindedir, çünkü küresellik, gazla dolu ince tabakalar için kararlı bir

biçimdir. Bir uzay aracındaki su da kürecikler halinde kararlıdır, ancak dünyada, yerçekimi

etkisinde, hareketsiz haldeki su, düz ve yatay bir yüzey halinde kararlıdır. Tuz kristalleri küp

şeklini almaya yatkındır çünkü bu, sodyum ve klorür iyonlarını paketlemek için en kararlı

yoldur. Güneşte, bildiğimiz en basit atomlar olan hidrojen atomları, helyum atomları

oluşturmak üzere birleşirler, çünkü oradaki koşullar altında helyum şekillenmesi daha

kararlıdır. Daha da karmaşık başka atomlar tüm evrende oluşmaya devam ediyorlar;

günümüzde kabul gören kurama göre de, evreni başlatmış olan “big bang” ile oluşmuşlardı.

Dünyamızdaki elementlerin kökeni de budur.

Atomlar karşılaştıklarında, bazen, kimyasal tepkimelerle bağlanarak molekülleri yaparlar.

Bu moleküller atomlardan daha az ya da daha çok kararlılık gösterebilirler. Böylesi

moleküller çok büyük de olabilirler. Elmas gibi bir kristale tek bir molekül olarak bakılabilir.

Hepimizin bildiği gibi elmas kararlı bir moleküldür; ayrıca, iç atom yapısı sürgit tekrarlandığı

için de çok basittir. Günümüz canlılarında çok karmaşık başka büyük moleküller de vardır ve

bunların karmaşıklığı birçok düzeyde kendini gösterebilir. Kanımızdaki hemoglobin tipik bir

protein molekülüdür; daha küçük moleküllerin, amino asitlerin, oluşturduğu zincirlerden

yapılmıştır. Her bir amino asit ise belirli bir düzende bir araya gelmiş birkaç düzine atom

içerir. Hemoglobin molekülünde 574 amino asit molekülü vardır. Bu atomlar dört zincir

şeklinde düzenlenmiştir ve zincirler birbirleri etrafında sarılıp bükülerek, şaşırtıcı

karmaşıklıktaki, üç boyutlu küresel bir yapı oluştururlar. Bir hemoglobin molekülünün modeli

sık dikenli bir çalıya benzer. Ancak gerçek dikenli bir çalının tersine rastlantısal yaklaşık bir

desen değil de, belirli ve değişmez bir yapısı vardır ve bu yapı ortalama bir insan vücudunda,

tek bir dal ya da tek bir büklüm yerinden oynamaksızın, altı bin milyon kere milyon kere

milyon kereden de fazla kendini aynen tekrarlar. Hemoglobin benzeri protein

moleküllerindeki kesin biçim kararlıdır; şöyle ki, aynı amino asit dizisine sahip iki zincir -iki

yay gibi- aynı üç boyutlu, kıvrımlı biçimi almaya eğilimlidir. Hemoglobin çalıları

Gen Bencildir, Richard Dawkins

vücudumuzda saniyede dört yüz milyon kere milyon hızıyla, yeğledikleri düzeni alırlar ve

başka hemoglobin molekülleri de aynı hızla bozunurlar.

Hemoglobin, atomların kararlı yapılar oluşturmaya eğilimli olduğunu göstermek için

kullandığım modern bir molekül. Burada konumuzla ilgili olan nokta şu: Yaşam dünyaya

gelmezden önce, moleküller kimya ve fiziğin bildiğimiz süreçleriyle de ilkel bir evrimleşme

geçirebilirlerdi. Tasarım, amaç ya da yönelim aramamıza gerek yok; eğer bir grup atom,

enerji eşliğinde kararlı bir yapı alırsa, bu biçimde kalmaya eğilimlidir. En ilksel doğal seçilim,

basitçe, kararlı yapıların seçilip kararsızların reddedilmesiydi.

Yaşamın başlangıcından önce hangi kimyasal hammaddelerin bolca bulunduğunu

bilmiyoruz, ancak en akla yakın olasılıklar arasında su, karbondioksit, metan ve amonyak var:

Hepsi de Güneş sistemimizdeki diğer bazı gezegenlerde bulunduğu bilinen basit bileşikler.

Kimyacılar, genç dünyanın kimyasal koşullarını taklit etmeye çalıştılar. Bu basit maddeleri bir

kaba koydular ve bu kaba morötesi ışık veya elektrik kıvılcımı gibi ilkel şimşeği taklit eden

bir enerji uyguladılar. Bundan birkaç hafta sonra, kabın içinde ilginç bir şeyler bulundu:

Başlangıçta kaba konulanlardan daha karmaşık olan moleküllerden çok sayıda içeren, koyu

olmayan kahverengi bir çorba. Özellikle, amino asitler bulundu: İki büyük biyolojik molekül

sınıfından biri olan proteinlerin yapı taşları. Bu deneyler yapılmadan önce, doğada bulunan

amino asitler yaşamın varlığının bir göstergesi olarak düşünüldüler. Şimdi ise, amino asitlerin

varlığı yalnızca atmosferde birkaç basit gazın, bazı yanardağların, güneş ışığının veya

yıldırımlı bir havanın bulunduğuna işaret eder. Daha da sonra, dünyada yaşamın ortaya

çıkmasından önceki kimyasal koşulların laboratuarda taklit edilmesi sonucu, pürin ve

pirimidin adı verilen organik maddeler de elde edildi. Pürin ve pirimidinler ise, genetik

molekülün, yani DNA’nın yapıtaşlarıdır.

Bunlara benzer süreçler, biyologların ve kimyacıların dört bin milyon yıl önce denizleri

oluşturduğuna inandıkları “ilksel çorba”yı ortaya çıkarmış olmalı. 0rganik maddeler yer yer

derişik bölgeler oluşturdu; belki de kıyılar boyunca kurumakta olan köpüklerde ya da küçük,

asıltı halindeki damlacıklarda... Bu bölgeler enerjinin, örneğin güneşten gelen morötesi ışık

gibi, devam eden etkisiyle daha büyük moleküller yapmak üzere birleştiler. Günümüzde,

büyük organik moleküller fark edilecek kadar uzun varolamıyorlar: Bakteriler ya da başka

canlılar tarafından özümleniyor ve parçalanıyorlar. Ancak, bakteriler ve diğer canlılar

sonradan oluştular ve o günlerde organik moleküller gittikçe koyulaşmakta olan çorbanın

içinde rahatsız edilmeksizin sürüklenebiliyorlardı.

Bir yerlerde, rastlantısal olarak, dikkate değer özellikleri olan bir molekül oluştu. Buna

Eşleyici adını vereceğiz. Bunun ortalıktaki moleküllerin en büyüğü ya da en karmaşığı olması

gerekmiyordu, ama kendi kopyalarını yaratabilmek gibi olağandışı bir özelliği vardı. Bu

rastlantının oluşma olasılığı pek fazla gibi görünmeyebilir; öyleydi de... Gerçekleşme olasılığı

çok düşüktü. Bir insan yaşamı ele alındığında, çok düşük olasılıklar pratik amaçlar için

olanaksızdır, denebilir. Spor Toto’da büyük ödülü hiçbir zaman kazanamamamızın nedeni

budur. Ancak, neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu konusunda insanca tahminler yaparken,

yüzlerce milyon sene ile uğraşmaya alışkın değiliz. Eğer yüzlerce milyon sene boyunca her

hafta Toto kuponu doldurursanız, birçok kez büyük ödül kazanabilirsiniz.

Aslında, kendi kopyalarını yapabilen bir molekül düşünmek, ilk başta sanıldığı kadar da

zor değil (Unutmayalım ki, tek bir kez ortaya çıkması yeterli). Eşleyiciyi bir şablon veya bir

kalıp olarak düşünün; çok çeşitli yapıtaşı moleküllerden oluşmuş, karmaşık zincirler içeren

Gen Bencildir, Richard Dawkins

büyük bir molekül düşleyin. Küçük yapıtaşları eşleyiciyi çevreleyen çorbada bolca

bulunuyordu. Şimdi, her yapıtaşının kendi türü ile birleşmeye eğilimli olduğunu varsayınız.

Bu varsayım sonucu, çorba içindeki bir yapıtaşı, eğilimli olduğu eşleyici parçasının yanına

geldiğinde orada kalmaya yatkın olacaktır. Bu şekilde bağlanan yapıtaşları, kendiliklerinden

eşleyiciyi taklit eden bir dizi şeklinde düzenlenecektir. Bundan sonra, aynen asıl eşleyicinin

oluşumunda olduğu gibi, yapıtaşlarının kararlı bir zincir oluşturacağını düşünmek çok kolay.

Bu süreç üstüste dizilen tabakalar halinde devam edebilir. Kristaller de işte böyle oluşur. Öte

yandan iki zincir ayrılabilir; o zaman da elimizde iki tane eşleyici olur ve her biri başka

kopyalar yapmaya devam edebilir.

Daha da karmaşık bir olasılık şöyle olabilir: Her yapıtaşının kendi türüne karşı değil de,

belirli başka bir türe karşı eğilimi vardır. Böyle olduğu takdirde, eşleyici tam bir eş yerine, bir

çeşit “negatif” için kalıp işlevi görecektir. Bu negatif ise, tekrar orijinal pozitifin tam bir

kopyasını yapacaktır. Bizim amaçlarımız için, ilk eşleme işleminin pozitif negatif mi yoksa

pozitif-pozitif mi olduğu önemli değil, ancak belirtilmesi gereken nokta, ilk eşleyicinin

günümüzdeki benzerleri DNA moleküllerinin pozitif-negatif eşleme kullanmalarıdır. Önemli

olan, dünyada bir anda yeni bir tür “kararlılığın” ortaya çıkmasıdır. Bundan önce, büyük

olasılıkla, çorba içinde bolca bulunabilen belirli bir molekül türü yoktu; çünkü moleküllerin

hepsi de şans eseri belirli bir kararlı biçim alan yapıtaşlarına bağlıydı (Eşleyici doğar doğmaz

kopyalarını hızla denizlere dağıtmış olmalı; daha küçük yapıtaşı moleküller ender rastlanır

hale gelene ve diğer daha büyük moleküllerin oluşumu gittikçe seyrekleşene değin).

Böylece, eş kopyalardan oluşmuş kalabalık bir nüfusa geliyoruz. Şimdi de, her türlü

kopyalama işlemine ilişkin çok önemli bir noktadan söz etmeliyiz: Kopyalama mükemmel

değildir.

Eğer evrim hakkında zaten birşeyler biliyorsanız, bu son noktada küçük bir paradoks

bulabilirsiniz. Kopyalama yanlışlarının evrimin oluşmasında temel bir önkoşul olması

şüncesi ile doğal seçilimin aslına sadık kopyalama lehine çalışğı nitelemesini

bağdaştırabilir miyiz? Yanıt şöyle: Evrim, bir anlamda, “iyi bir şey” gibi görünüyorsa da, -

özellikle bizler evrim ürünleri olduğumuz için- gerçekte hiçbir şey evrimleşmek “istemez”.

Evrim ister istemez oluşan bir şeydir, eşleyicilerin (günümüzde genlerin) bunu engellemek

için harcadıkları tüm çabaya karşın... Jacques Monod bu noktayı Herbert Spencer

konferansında çok iyi vurguladı: “Evrim kuramının başka bir garip yönü de herkesin onu

anladığını zannetmesidir!”

İlksel çorbaya dönecek olursak, kararlı molekül çeşitleriyle dolmuş olduğunu

şünebiliriz; tek tek moleküller ya uzun yaşıyordu ya daha hızlı eşleniyorlardı ya da hatasız

eşleniyorlardı. Bu üç tür kararlılığa doğru evrimsel eğilimler ortaya çıkmasının anlamı şu:

Eğer çorbadan iki farklı zamanda örnek alırsak, son alınan örnekte uzun

ömürlü/doğurgan/doğru kopyalayıcı çeşitlerin oranı daha fazla olacaktı. İşte, bir biyologun

canlıların evriminden bahsederken kastettiği temel olarak budur ve kullanılan mekanizma da

aynıdır, doğal seçilim...

Şimdi, ilk eşleyicileri “canlı” sayacak mıyız? İlk eşleyicilere canlı desek de demesek de,

onlar yaşamın başlangıcı ve bizim atalarımız oldular.

Tartışmada bundan sonraki önemli bağlantı, Darwin’in kendisinin de önem verdiği (aslında

o hayvanlar ve bitkilerden söz ediyordu, moleküllerden değil) bağlantı, yarışmadır. İlksel

çorba, sonsuz sayıda eşleyici molekülünü yaşatabilecek nitelikte değildi. Bunun bir nedeni de

Gen Bencildir, Richard Dawkins

dünyanın büyüklüğünün sonlu olmasıdır. Ancak daha başka sınırlayıcı unsurlar da önem

kazanmış olmalı.

Eşleyici molekülüne bir kalıp veya şablon olarak bakarken, molekülün, kopyalar yapmak

için gerekli olan yapıtaşlarından bolca içeren bir çorba içinde yüzdüğünü düşündük. Ancak

eşleyici moleküllerinin sayısı çoğaldıkça, yapı taşları hızla azalmış, ender rastlanır ve değerli

hale gelmiş, değişik eşleyici çeşitleri ve soyları yapı taşları için yarışmaya başlamış olmalı.

Avantajlı eşleyici türlerinin sayısını artırmış olabilecek unsurları ele aldık. İşte şimdi de, daha

az avantaja sahip çeşitlerin sayılarının, yarışma nedeniyle, azalmış olması gerektiğini

görüyoruz. Sonunda birçok çeşit tükenmiş olmalı. Eşleyici çeşitleri arasında bir varolma

çabası vardı. Çabaladıklarının farkında değillerdi, kaygılanmıyorlardı da; birbirlerine karşı

kötü duygular beslemeden -aslında hiç duyguları olmadan- çabalarını sürdürdüler.

Çabaladılar, çünkü daha yüksek bir kararlılık düzeyine yol açabilecek bir yanlış kopyalama ya

da rakiplerin kararlılığını azaltabilecek yeni bir yol hemen kalıcı oluyor ve yaygınlaşıyordu.

İlerleme sürecinin birikimci bir karakteri vardı. Kararlılığı artırma ve rakiplerinkini azaltma

yolları daha incelikli ve daha etkili hale geldi. Bazı eşleyiciler, rakip türleri kimyasal olarak

parçalamayı ve bunun sonucunda oluşan yapıtaşlarını kendi kopyalarını yapmak için

kullanmayı öğrenmiş bile olabilir. Bu ilk et-oburlar, aynı zamanda hem rakiplerini ortadan

kaldırdılar, hem de besin elde etmiş oldular. Başka eşleyiciler, belki de, ya kimyasal olarak ya

da etraflarına proteinden yapılmış gerçek bir duvar örerek kendilerini korumayı öğrendiler. İlk

canlı hücrelerin ortaya çıkışı böylece gerçekleşmiş olabilir. Eşleyiciler yalnızca varolmakla

kalmadılar, varlıklarının devamı için kendilerine kaplar, araçlar da yaptılar. Varolmaya devam

edebilenler, kendilerine içinde yaşamak için yaşamkalım makineleri yapabilenler oldu. İlk

yaşamkalım makineleri, olasıdır ki, koruyucu bir örtüden fazla birşeyler içermiyordu. Ancak,

daha incelikli ve daha etkin yaşamkalım makineleri olan yeni rakipler ortaya çıktıkça, hayat

daha da zorlaştı. Yaşamkalım makineleri büyüdü ve daha karmaşıklaştı; süreç ilerledi ve

özellikler birbiri ardına eklendi.

Eşleyicilerin kendilerini devam ettirebilmek için kullandıkları tekniklerin ve kurnazlıkların

giderek gelişmesinin bir sonu var mıydı? Gelişme için epey zaman vardı. Milyonlarca yıl

boyunca, daha ne gibi tuhaf kendini koruma makineleri gelişecekti? İlk eşleyiciyi dört bin

milyon yıl sonra hangi alınyazısı bekliyordu? Soyları tükenmedi, çünkü onlar yaşamkalım

sanatının en eski ustalarıydılar. Ama onların hala denizlerde başıboş gezindiklerini sanmayın;

bu şövalye özgürlüğünden uzun zaman önce vazgeçtiler. Şimdi devasa koloniler içinde

kaynaşıyorlar; hantal ve kocaman robotlar içinde, dış dünyadan kopuk ve onunla yalnızca

dolaylı yollarla iletişim kurarak ve onu uzaktan kumanda ederek yaşıyorlar. Sizin içinizdeler,

benim içimdeler; bizi, gövdemizi ve aklımızı yarattılar ve onların korunması varoluşumuzun

nihai amacı. Uzun bir yol katettiler bu eşleyiciler. Şimdi genler adıyla tanınıyorlar ve biz

onların yaşamkalım makineleriyiz.

ÖLÜMSÜZ SARMALLAR

Biz yaşamkalım makineleriyiz, ancak “biz” sözcüğü sadece insanları kapsamıyor. Bu

kelime tüm hayvanları, bitkileri, bakteri ve virüsleri kucaklıyor. Yeryüzündeki yaşamkalım

makinelerinin toplam sayısını bilmek çok zor; toplam tür sayısı bile bilinmiyor. Sadece

böcekleri alsak bile, canlı türlerinin sayısının üç milyon dolaylarında olduğu sanılıyor; böcek

bireylerin sayısı ise bir milyon kere milyon kere milyon olabilir.

Gen Bencildir, Richard Dawkins

Değişik çeşitten yaşamkalım makinelerinin hem dış görünüşleri hem de iç organları büyük

farklılıklar sergiler. Ahtapotun fareye benzer bir tarafı yoktur ve her ikisi de bir meşe

ağacından oldukça farklıdır. Yine de, temel kimyaları ve özellikle, taşıdıkları eşleyiciler -

genler- bakteriden file kadar, hepimizde, temelde aynı tür moleküldür. Bizler, hepimiz, aynı

tür eşleyici -DNA adını verdiğimiz moleküller- için yaşamkalım makineleriyiz; yine de

yeryüzünde birçok farklı hayat biçimi var ve eşleyiciler kullanmak üzere geniş bir makineler

yelpazesi geliştirmişler. Bir maymun, genleri ağaçlar üzerinde koruyan bir makine, bir balık

ise genleri suda koruyan bir makinedir. Hatta, genlerini Alman bira mayasının içinde koruyan

bir kurtçuk bile vardır. DNA bu anlamda gizemli yöntemlere sahiptir.

DNA molekülü yapı taşlarından -nükleotid adı verilen küçük moleküllerden- oluşmuş uzun

bir zincirdir. Protein moleküllerinin amino asit zincirleri olması gibi, DNA molekülleri de

nükleotid zincirleridir. Bir DNA molekülü görülemeyecek denli küçüktür, ancak tam biçimi

dolaylı yollardan, dahice ortaya çıkartılmıştır. Bir çift nükleotid zincirinin birlikte zarif bir

helezon şeklinde bükülmesiyle oluşur: “çifte sarmal” ya da “ölümsüz sarmal”. Yalnızca dört

çeşit nükleotid yapı taşı vardır ve A, T, G ve C harfleriyle kısaltılırlar. Bunlar tüm

hayvanlarda ve bitkilerde aynıdır. Farklı olan, diziliş sıralarıdır. Bir insandaki G yapı taşı, her

açıdan bir sümüklüböcekteki ile aynıdır. Fakat bir insanın yapı taşlarının dizilişi yalnızca

sümüklüböceğinkinden farklı olmakla kalmaz; tüm diğer insanlardaki dizilişinden de farklıdır

- aradaki fark, sümüklüböcekle olan farktan daha az olsa da... Eş ikizlerin özel durumu bu

kuralın dışındadır.

DNA’mız vücudumuzun içinde yaşar. Vücudun belli bir bölgesinde yoğunlaşş değil de,

hücrelerimize dağılmıştır. Ortalama insan vücudunu yapan, yaklaşık, bin kere milyon kere

milyon tane hücre vardır ve gözardı edebileceğimiz bazı istisnalar dışında, bu hücrelerin her

biri içinde bulunduğu vücudun DNA’sının tam bir kopyasını içerir. Bu DNA’ya,

nükleotidlerin A, B, C, G alfabesiyle yazılmış vücudun nasıl yapılacağına bildiren bir

yönetmelik olarak bakabiliriz (Devasa bir yapının her odasında, mimarın tüm bina için yaptığı

planları içeren bir kitaplık varmışcasına). Bir hücredeki “kitaplığa” ise, çekirdek diyoruz.

İnsanda mimarın planları 46 cilt tutuyor, diğer türlerde ise bu sayı değişik.

“Ciltler” ise kromozom olarak adlandırılıyorlar; bunlar mikroskop altında uzun iplikler

biçiminde gözlenebilirler ve genler de kromozomlar üzerinde dizilmiştir. Bir genin nerede

bitip, diğerinin nerede başladığına karar verebilmek kolay değil; aslında anlamlı bile

olmayabilir. Neyse ki, bu bölümde göreceğiniz gibi, bizim amaçlarımız için farketmiyor.

Mimarın planları eğretilemesini kullanacak ve bilimsel dili bu eğretilemenin terimleriyle,

özgürce, karıştıracağım. Kromozom yerine “cilt”, gen yerine de “sayfa” sözcüklerini

kullanacağım. Genler arasındaki ayrım, sayfalar arasındaki ayrım kadar keskin olmamakla

birlikte, bu eğretileme bize oldukça yol aldıracak.

DNA molekülleri iki önemli iş yaparlar. Birincisi eşlenirler, yani kendilerinin kopyalarını

yaparlar. Bu yaşamın başlangıcından beri, hiç durmaksızın süre gelmiştir ve günümüzde DNA

molekülleri bu işte gerçekten çok ustalaşşlardır. Bir yetişkin olarak, siz, bin kere milyon

kere milyon hücreden oluşursunuz ama anneniz gebeliğe, mimarın planının bir ana kopyasını

içeren tek bir hücre ile başladı. Bu hücre ikiye bölündü ve bu iki hücrenin her biri planların

bir kopyasını aldı. Birbiri ardısıra gelen bölünmeler hücre sayısını 4’e, 8’e,16’ya, 32’ye ve bu

şekilde devam ederek milyarlara götürdü. Her bölünmede DNA planları aslına sadık kalarak

ve çok ender hata yaparak kopyalandı.

Gen Bencildir, Richard Dawkins

DNA’nın ikilenmesi, önemli iki işten biri. Peki, DNA gerçekten bir bedeni yapmak için bir

planlar takımıysa, bu planlar nasıl gerçekleştiriliyor? Bedenin dokusuna nasıl çevriliyor? Bu

bizi, DNA’nın yaptığı ikinci işe getiriyor. DNA, dolaylı olarak, farklı bir tür molekülün -

proteinin- yapımını yönetir. Son bölümde bahsettiğim hemoglobin, çok sayıdaki farklı protein

moleküllerinden sadece biridir. Dört harfli nükleotid alfabesi ile yazılmış olan şifreli DNA

mesajı, basit bir mekanik yöntemle başka bir alfabeye, protein moleküllerini heceleyen

aminoasitler alfabesine çevrilir.

Protein yapımı, bir beden yapımından çok uzakmış gibi görünüyor, ancak bu doğrultuda

atılan ilk küçük adımdır. Proteinler yalnızca vücudun fiziksel dokusunun çoğunu

oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda, hücre içindeki tüm kimyasal süreçleri hassas bir denetim

altında tutarak, tam yerinde ve tam zamanında bu süreçleri seçmeli bir yöntemle başlatır ya da

durdurur. Bu süreçlerin bir bebek oluşumunu nasıl gerçekleştirdiği ise, embriyologları

onyıllar, belki de yüzyıllar boyunca uğraştıracak bir öykü. Bu bir gerçek. Genler bedenlerin

yapımını dolaylı yollardan denetler ve etkileri kesinlikle tek bir doğrultudadır: Edinilmiş

özellikler kalıtsal değildir. Yaşamınız boyunca ne kadar bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir

damlası bile çocuklarınıza genetik yollarla geçmez. Her yeni kuşak sıfırdan başlar. Bir beden,

genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçlarıdır.

Genlerin cenin gelişmesini denetledikleri gerçeğinin evrime ilişkin önemi şudur: Genler,

gelecekte yaşamlarını sürdürebilmelerinden sorumludurlar -en azından kısmen-, çünkü

yaşamaya devam edebilmeleri, içinde yaşadıkları ve yapılmasına yardım ettikleri bedene

bağlıdır.

Genlerde uzak görüşlülük yok; geleceği planlamıyorlar. Genler yalnızca varlar, bazı genler

diğerlerinden daha becerikli ya da değil, ve işte hepsi bu... Ancak, bir genin uzun

ömürlülüğünü ya da doğurganlığını belirleyen nitelikler eskisi kadar basit değil.

Geçmiş yıllarda -son altı yüz milyon yıl içinde- eşleyiciler, yaşamkalım makinesi

teknolojisinde kayda değer başarılar sağladılar: Kas gibi, yürek gibi... Hele göz birçok kez

diğerlerinden bağımsız olarak gelişti. Bundan önce, eşleyiciler olarak, yaşam tarzlarının temel

özelliklerini değiştirdiler; eğer tartışmaya devam edeceksek bunu iyice anlamamız gerekiyor.

Çağdaş bir eşleyici hakkında kavramamız gereken ilk şey, çoğunlukla sürü halinde

yaşamasıdır. Bir yaşamkalım makinesi, yalnızca tek bir geni değil, milyonlarcasını taşıyan bir

araçtır. Bir bedenin yapımı öylesine karmaşık, öylesine bir işbirliği ürünüdür ki, bir genin

katkısını bir diğerinden ayırmak hemen hemen olanaksızdır. Belirli bir genin, bedenin değişik

bölgelerinde birbirinden farklı etkisi olacaktır. Bedenin belirli bir bölgesi birçok genin etkisi

altındadır ve bir genin etkileri, birçok başka genlerle etkileşime dayanır. Bazı genler, başka

gen kümelerinin işlemlerini denetleyen ana genler olarak işlev görürler. Benzetmemizin

terimleriyle, planların verilen bir sayfası yapının birçok farklı kısımlarına göndermede

bulunur; her sayfa, yalnızca, çok sayıda başka sayfalara göndermeler yaparak anlamını bulur.

Bir insan bedenindeki inşaat planlarının 46 cilt tuttuğunu söylemiştim. Aslında bu, aşırı bir

basitleştirmeydi; gerçek oldukça tuhaf... Bu 46 kromozom, 23 kromozom çiftinden oluşuyor.

Her hücrenin çekirdeğinde dosyalanmış, iki tane 23 ciltlik plan seçeneği var. Bunları Cilt la

ve Cilt lb, Cilt 2a ve Cilt 2b şeklinde, Cilt 23a ve Cilt 23b’ye kadar adlandıralım. Elbette ki,

ciltler için kullandığım ve daha sonra sayfalar için kullanacağım bu numaralar gelişigüzel

seçildiler.

Her kromozomu, onları erbezlerinde veya yumurtalıklarında geliştiren iki ebeveynimizin

Gen Bencildir, Richard Dawkins

birinden alırız. Diyelim ki, Cilt la, 2a, 3a, ... babadan, Cilt lb, 2b, 3b, ... ise anadan gelsin.

Uygulamada çok zor ama kuramsal olarak, herhangi bir hücrenizdeki 46 kromozoma

mikroskopla bakıp da, annenizden gelen 23 taneyi ve babanızdan gelen 23 taneyi seçmek

olanaklı.

Tüm genler, sürekli olarak, bireysel yaşamkalım makinelerinin içinde bağlıdır. Genlerimiz,

bizlere, döllenme sırasında paylaştırılır ve bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Yine

de, tüm toplumun genleri, uzun dönemde bir gen havuzu olarak düşünülebilir. Gerçekte de, bu

terim genetikçilerin kullandığı bir teknik terim. Gen havuzu işe yarayan bir soyutlamadır,

çünkü eşeylilik genleri dikkatle örgütlenmiş bir biçimde karıştırır.

Bir hücrenin her biri tüm 46 kromozomun tam kopyasını taşıyan iki yeni hücre oluşturmak

üzere bölünmesini açıkladım. Bu biçimdeki olağan hücre bölünmesine mitoz adı veriliyor,

ancak mayoz olarak adlandırılan bir başka hücre bölünmesi türü daha var. Mayoz bölünme

yalnızca eşey hücrelerinin, sperm veya yumurtaların, üretiminde gözlenir. Sperm ve

yumurtaların diğer hücrelerimizde görülmeyen bir özelliği var: 46 kromozom yerine, yalnızca

23 kromozom içeriyorlar. Bu 46’nın tam yarısı; eşeyli döllenme ile birleştiklerinde yeni bir

birey yapmak için çok uygun! Mayoz, yalnızca erbezlerinde ve yumurtalıklarda gözlenen özel

bir tür hücre bölünmesi. Mayoz bölünmede, ikişerli tam bir takımdan oluşan 46 kromozomlu

bir hücre bölünerek, tekli bir takımdan oluşan 23 kromozomlu eşey hücrelerini oluşturuyor

(Kullanılan örnekteki rakamlar insanlara özgü kromozom sayılarıdır.)

23 kromozomuyla sperm, erbezlerindeki olağan 46 kromozomlu hücrelerin mayoz

bölünmesi ile oluşur.

Bir spermdeki herhangi bir kromozom kırk pareli bir bohça, anneden gelen genlerle

babadan gelen genlerden oluşan bir mozaiktir.

İşte bu noktada genler için kullandığım sayfa eğretilemesi aksamaya başlıyor. Yaprakları

kolayca çıkartılabilen ciltte tam bir sayfa eklenebilir, alınabilir ya da değiştirilebilir, ancak

sayfanın bir bölümü için bu geçerli değil. Gen kompleksi belirgin bir biçimde ayrı ayrı

sayfalara bölünmüş değil; yalnızca nükleotid harflerinden oluşmuş uzun bir zincir. Aslında,

protein mesajlarının yazılı olduğu dört harfli alfabenin aynısı ile yazılmış, PROTEİN

ZİNCİRİ MESAJININ SONU ve PROTEİN ZİNCİRİ MESAJININ BAŞI için özel simgeler

vardır. Bu iki noktalama işareti arasında da, bir tek proteinin yapımına ilişkin şifrelenmiş

talimatlar bulunur. İstersek, bir geni, BAŞLA ve SON simgeleri arasında yer alan ve bir

protein dizisi için şifre oluşturan nükleotid harfleri dizisi olarak tanımlayabiliriz. Bu şekilde

tanımlanmış bir birim için sistron kelimesi kullanılıyor, kimileri ise gen sözcüğünü sistron ile

değişimli olarak kullanıyor.

Bir genetik birimin beklenen ortalama yaşam süresi nesillerle ifade edilebilir ki, bu da

yıllara çevrilebilir. Genetik birim olarak bütün bir kromozomu ele alacak olursak, yaşam

öyküsü yalnızca bir nesil sürer. 8a numaralı kromozomunuzu babanızdan aldığınızı

şününüz. Siz oluşmadan hemen önce, babanızın erbezlerinde yaratılmıştı. Dünya tarihinde

daha evvel hiç varolmamıştı. Babaannenizden ve büyükbabanızdan gelen kromozom

parçalarının bir araya gelip, mayoz sürecindeki karıştırma işleminden geçmesiyle oluştu.

Belirli bir spermin içine yerleştirildi; eşi yoktu. Sperm ise, milyonlarca spermden bir

tanesiydi, Bu milyonlarca sperm, koca bir teknecikler ordusu, annenizin içine doğru hep

birlikte yüzdüler. Sizin özel sperm ise (çift yumurta ikizleri olmadığınız sürece), bu donanma

içinde, annenizin yumurtalarından birini kendine liman seçen tek sperm oldu; işte

varolmanızın nedeni bu!

Gen Bencildir, Richard Dawkins

Unutmayınız ki, bir bireyden oluşan nesiller düz bir çizgide ilerlemezler, aksine dallanırlar.

8a kromozomunuzdaki şu özel kısa birimi atalarınızdan hangisi “yaratmış” olursa olsun, aynı

soydan gelen sizden başka kişiler de vardır. İkinci dereceden kuzeninizde de belki aynı

genetik birim vardır. Bende de olabilir. Başbakanda da ve köpeğinizde de; yeterince geriye

gidersek hepimiz aynı ataları paylaşırız. Ayrıca, aynı küçük genetik birim, şans eseri, birçok

kereler bağımsız olarak yaratılmış olabilir: Eğer birim küçükse, böyle bir rastlantı hiç de

olanaksız değil. Ancak, en yakın akrabanızla bile tümüyle aynı bir kromozoma sahip olma

şansınız çok az. Bir genetik birim ne kadar küçükse, başka bir bireyde aynısını bulma olasılığı

o kadar artar (Dünya üzerinde kopyalar halinde birçok kez bulunma olasılığı o kadar fazladır).

Daha önceden de varolan alt-birimlerin rastlantısal olarak çaprazlama yoluyla biraraya

gelmeleri, yeni bir genetik birimi oluşturan alışılagelmiş yöntemdir. Evrimsel önemi büyük

olan başka bir yol ise, nokta mutasyonlarıdır. Bir nokta mutasyonu, bir kitapta yanlış basılmış

tek bir harfe karşılık gelir. Ender görülür; genetik birim ne kadar uzunsa, bu uzunluk boyunca

bir yerlerde bir mutasyon sonucu değişmesi olasılığı da o kadar fazladır.

Uzun-dönemdeki sonuçları önemli olan bir başka hata ya da mutasyon ise ters çevrilmedir.

Bir kromozom parçası iki ucundan da kopar, tepe taklak döner ve ters dönmüş konumda

tekrar kromozoma bağlanır. Önceki benzetmemizin terimleriyle bu, sayfaların yeniden

numaralanmasını gerektirecektir. Bazen de kromozom bölümleri ters dönmekle kalmaz, gidip

kromozomun tamamen farklı bir yerine bağlanır ve hatta tamamen farklı bir kromozoma da

yapışabilirler. Bu, bir sayfa tomarının bir ciltten başka bir cilde aktarılmasına karşılık gelir.

Bu tür yanlışlar genellikle vahim sonuçlar doğurur ancak bazen de genetik malzeme parçaları,

yakın bağlantı oluşturarak birlikte iyi çalışıvermeye başlarlar. Belki de, yalnızca birarada iken

yararlı etki gösterebilecek iki sistron –bir biçimde birbirlerini kuvvetlendiriyor ya da

tamamlıyor olabilirler-, ters çevrilerek biraraya gelirler. Böyle bir durumda, doğal seçilim

yeni “genetik birim” lehine çalışacaktır ve gelecek kuşaklarda yeni birim yaygınlaşacaktır.

Olasıdır ki, yıllar boyunca, gen kompleksleri bu gibi yollarla yoğun biçimde yeniden

ayarlanmış ya da “yayınlanmıştır.”

Genin parçacık özelliğinin bir başka yönü de, ihtiyarlamayışıdır; milyon yaşına geldiğinde

ölme olasılığı 100 yaşındakinden fazla değildir. Nesiller boyunca bir bedenden diğerine atlar,

kendi amaçları doğrultusunda ve kendi yöntemleri ile bu bedenleri yönlendirir, birbiri

peşisıra, bu ölümlü bedenler ihtiyarlayıp ölmeden onları terkeder.

Genler ölümsüzdür, daha doğrusu, ölümsüz yakıştırmasına yaklaşabilen genetik

varlıklardır. Bizler, dünya üzerindeki bireysel yaşamkalım makineleri, yalnızca 10-20 yıl daha

yaşamayı umabiliriz. Dünyadaki genlerin yaşam süresi ise binlerce, milyonlarca yıl ile

ölçülmelidir.

Bireysel bir beden yaşadığı sürece başkalarından yeterli derecede ayrı görünür, ancak bu

ne kadar sürüyor ki? Her birey tektir; bir eşi yoktur. Eğer her varlığın tek bir kopyası varsa,

varlıklar arasında seçim yaparak evrimi gerçekleştiremezsiniz! Eşeyli üreme, eşleme değildir.

Bir topluluğun başka topluluklarla karışması gibi, bir birey de cinsel eşi ile kaynaşarak

döllerini yapar. Çocuklarınız sizin yarınızdır; torunlarınız ise dörtte biriniz... Birkaç kuşak

sonrası için umabileceğiniz en iyi şey, birkaç tanesi sizin soyadınızı taşıyan, ama hepsi de

sizden minik bir parça -birkaç gen- içeren, çok sayıda döl olacaktır.

Bireyler kararlı varlıklar değildir; geçicidirler. İskambil kağıtlarının dağıtılıp bir el

oynandıktan sonra, unutulmak için karılması gibi, kromozomlar da karıştırılırlar ve

Gen Bencildir, Richard Dawkins

unutulurlar. Ama karıştırdıktan sonra kartlar yok olmuyor, hala varlar. İşte, genler de kartlar

gibi. Çaprazlama genleri yok etmiyor, yalnızca eşlerini değiştiriyorlar ve genler yollarına

devam ediyorlar. Elbette devam edecekler. Onların işleri bu! Eşleyici olan onlar ve bizse

onların yaşamkalım makineleriyiz. Amaca ulaşıldığında bir kenara konuruz. Genlerse jeolojik

zamanın yerleşik sakinleridir: Genler ölümsüzdür.

Pırlantalar gibi genler de ölümsüzdür, ama tam da aynı anlamda değil... Bir pırlanta

kristali, değişmeyecek bir atom düzeninde varlığını sürdürür. DNA moleküllerinin ise bu tür

bir kalıcılığı yoktur. Tek bir DNA molekülünü ele alırsak, yaşamı oldukça kısadır (Belki de

birkaç ay; bir birey ömründen kesinlikle daha uzun değil). Ancak, bir DNA molekülü

kuramsal olarak, kendisinin kopyaları halinde, yüzlerce milyon yıl yaşamaya devam edebilir.

Bunun da ötesinde, ilksel çorbadaki eski eşleyiciler gibi, belirli bir genin kopyaları tüm

dünyaya dağılabilir. Aradaki fark ise, çağdaş genlerin yaşamkalım makinelerinin bedenleri

içinde düzgünce paketlenmiş olmaları.

Yaptığım şey, bir genin tanımlayıcı özelliği olarak, kopyalarını yaparak ölümsüzlüğe

yakınlaşabileceğini vurgulamak. Geni tek bir sistron olarak tanımlamak bazı amaçlar için

yeterli, ancak evrim kuramı gözönüne alındığında bu anlamı genişletmek gerek. Ne kadar

genişleteceğimiz, tanımı ne amaçla yaptığımıza bağlı. Doğal seçilim için uygulanabilir bir

birim bulmak istiyoruz. Bunu yapabilmek için, kullanışlı bir doğal seçilim biriminde olması

gereken özellikleri saptamakla işe başlıyoruz. Bir önceki bölümün terimleriyle, bunlar uzun

ömürlülük, doğurganlık ve aslına sadık kopyalama olarak saptandı. Bundan sonra, “geni” bu

özellikleri taşıyan -en azından potansiyel olarak- en büyük birim olarak tanımlarız. Gen,

birçok ikili kopya halinde varolan, uzun yaşayan bir eşleyici... Sonsuza dek yaşamıyor. Bir

pırlanta bile gerçek anlamda sonsuza dek yaşamaz ve bir sistron bile çaprazlama sonucu ikiye

bölünebilir. Gen, dikkate değer bir doğal seçilim birimi olarak işlev görmeye yetecek

uzunlukta yaşayabilecek (potansiyel olarak) denli küçük bir kromozom parçası olarak

tanımlanır.

Bu “yeterli uzunluk” ne kadar? Kesin ve anında verilebilecek bir yanıt yok. Bu, doğal

seçilim “baskısının” ne denli şiddetli olduğuna bağlıdır; yani, “kötü” genetik birimin “iyi”

aleli karşısındaki ölüm olasılığının ne denli fazla olduğuna. Bu, bir örnekten diğerine

değişebilecek, niceliksel bir ayrıntıdır. En büyük, uygulanabilir doğal seçilim birimi -gen- için

bu süre sistron ve kromozomun yaşam süreleri arasında bir yerde.

Gen düzeyinde, özverili olma kötü, bencillik ise iyi olmalıdır. Bu özveri ve bencillik

tanımlarımızın doğal bir sonucu... Genler, yaşamda kalabilmek için, alelleriyle doğrudan bir

mücadele içindedirler; gen havuzundaki alelleri, gelecek kuşakların kromozomlarındaki yerler

için rakip durumundadırlar. Gen havuzu içinde yaşamını alelleri pahasına sürdürecek biçimde

davranan herhangi bir gen, tanım gereği, yaşamda kalacaktır. Gen bencilliğin temel birimidir.

GEN MAKİNESİ

Yaşamkalım makineleri, genleri rakiplerinin kimyasal saldırılarından ve moleküllerin

gelişigüzel bombardımanlarının zararlarından koruyan edilgen kaplar olarak işe başladılar; bir

çeşit duvar sağlamaktan öte bir fonksiyonları da pek yoktu. İlk günlerde, çorba içinde bol

bulunan organik moleküllerle “beslendiler”. Güneş ışığının enerjisiyle yüzyıllar boyunca

çorba içersinde yavaş yavaş birikmiş olan organik besin bittiğinde ise, bu rahat hayat sona

erdi. Yaşamkalım makinelerinin ana dallarından birisi -şimdi onlara bitkiler diyoruz- güneş

Gen Bencildir, Richard Dawkins

ışığını doğrudan kullanarak basit moleküllerden karmaşık moleküller yapmaya başladı; bu

karmaşık moleküller ilksel çorbadaki sentez süreçlerini çok daha yüksek hızlarda

yürütebiliyordu. Hayvanlar dediğimiz başka bir dal ise, bitkilerin kimyasal emeklerini nasıl

kullanabileceklerini “keşfetti”: Onları yiyerek ya da başka hayvanları yiyerek... Her iki ana

yaşammakinesi dalı da, kendilerine ait yaşam tarzları içinde verimliliklerini artırmak için

durmaksızın yeni ve ustalıklı hileler evrimleştirdiler; yeni yaşam biçimleri durmadan gelişti.

Her biri yaşamını kazanmak için özel bir yol seçerek uzmanlaşan ve mükemmelleşen altdallar

ve alt-alt-dallar oluştu: Denizde, toprağın üstünde, havada, yeraltında, ağaçlarda, başka

canlıların içinde... Bu alt-dallanmalar, bugün bizi bunca etkileyen uçsuz bucaksız bitki ve

hayvan çeşitliliğine yol açtı.

Hem hayvanlar hem de bitkiler çok-hücreli gövdeler biçiminde evrimleştiler; öyle ki tüm

genlerin eksiksiz kopyaları bu gövdelerde her hücreye dağıtılmıştı. Bu evrimleşmenin ne

zaman, neden ya da kaç kez bağımsız olarak gerçekleştiğini bilmiyoruz. Kimileri bedeni bir

hücreler kolonisi olarak tanımlayıp, bir koloni eğretilemesi kullanıyorlar: Bense bedeni bir

genler kolonisi, hücreyi ise genlerin kimya endüstrileri için uygun bir çalışma birimi olarak

şünmeyi yeğliyorum.

Gen kolonisi olabilirler, ancak bu bedenlerin davranışlarıyla kendilerine özgü bir

bireysellik kazandıkları tartışılmaz. Bir hayvan, uyumlu bir bütün halinde hareket eder. Ben

kendimi bir birim gibi hissediyorum, bir koloni gibi değil. Bu beklenmesi gereken bir şey.

Seçilim, diğerleri ile işbirliği yapabilen genlerin lehine çalışır. Az bulunan kaynaklar için

yapılan bu yırtıcı yarışmada, bir başka deyişle diğer yaşamkalım makinelerini yemek için

yapılan bu amansız kavgada, başkaları tarafından yenmemek için, ortak beden içinde kargaşa

yerine merkezi bir düzenlemeye prim verilmiş olmalı. Günümüzde, genlerin bu karşılıklı ve

karmaşık evrimleşmeleri öyle bir düzeye gelmiştir ki, bir yaşam makinesinin komünsü yapısı

gözden kaçmaktadır. Birçok biyoloğun bu fikrimi kabullenmeyeceğini ve karşı çıkacağını

biliyorum.

Öyle görünüyor ki, yaşamkalım makineleri mil dirseği ve delikli karta hiç yüzvermemişler;

devinimlerini zamanlamak için kullandıkları alet, temel işleyişi çok farklı olmasına karşın, bir

bilgisayara daha çok benziyor. Biyolojik bilgisayarların ana biriminin -sinir hücresi ya da

nöron- iç işleyişi hiç de transistöre benzemiyor. Aslında nöronların birbirleri ile iletişim

kurdukları şifre, dijital bilgisayarların atım şifrelerine bir parça benziyor, ancak bir nöron

transistörden çok daha fazla gelişmiş bir veri-işlemci birimi. Diğer bileşenlerle yalnızca üç

bağlantı yapmak yerine, tek bir nöron binlerce bağlantı yapabilir. Nöron transistörden daha

yavaştır; ancak son yirmi senedir elektronik endüstrisini yönlendiren minyatürleştirme eğilimi

doğrultusunda çok daha öte noktalara ulaşştır. Bunu göstermek için insan beyninde on bin

milyon civarında nöron olduğu gerçeğini öne sürebiliriz; oysa bir kafatasının içerisine

yalnızca birkaç yüz transistör sığdırabiliriz.

Bitkilerin nörona gereksinimleri yok, çünkü ortalıkta dolaşıp durmuyorlar. Fakat hayvan

gruplarının birçoğunda nöron görüyoruz. Belki de nöron, hayvanların evrim sürecinde erken

“keşfedilmiş” ve tüm gruplara kalıtımla aktarılmıştır, ya da birbirinden bağımsız bir biçimde

tekrar tekrar keşfedilmiştir.

Nöronlar, temelde, diğer hücreler gibi bir çekirdeği ve kromozomları olan hücrelerdir.

Ancak hücre duvarları uzun, ince, tel-benzeri uzantılar şeklindedir. Genellikle, nöronun akson

adı verilen tek bir uzun “teli” vardır. Aksonun kalınlığının mikroskopik olmasına karşın,

Gen Bencildir, Richard Dawkins

uzunluğu birkaç metre olabilir: Örneğin birçok akson, tek başlarına, bir zürafanın boynunu bir

uçtan diğer uca katedebilir. Aksonlar, genellikle, sinir adını verdiğimiz kalın, çok-telli

kablolar biçiminde biraraya gelerek demetler oluştururlar. Sinirler bedenin bir bölümünden

diğerine telefon hattının kabloları gibi uzanır ve mesajları taşırlar. Diğer nöronların aksonları

kısadır ve yoğun bir sinir dokusu olan sinir düğümlerinde bulunurlar; eğer nöron çok büyükse

beyinde yer alır. Beynin işlevi bilgisayarların işlevine benzetilebilir; her iki makine de

depolanmış bilgilerine başvurarak karmaşık girdilerin çözümlemesini yaptıktan sonra,

karmaşık çıktılar oluştururlar.

Beynin, yaşamkalım makinelerinin başarısına yaptıkları asıl katkı, kasların kasılmalarını

denetleme ve düzenleme yoluyla olur. Bunu yapabilmek için gereksindikleri şey kaslara giden

motor sinirler adını verdiğimiz kablolardır. Ancak, bu sistemin genlerin etkin korumasını

sağlayabilmesi için, kas kasılmalarının zamanlanmasının dış dünyadaki olguların

zamanlanması ile ilişkili olması gerekir. Çene kaslarının yalnızca çenede ısırılmaya değer

birşeyler olduğunda kasılması, bacak kaslarının yalnızca kaçılacak veya yakalanacak birşeyler

olduğunda koşma düzenine geçmesi önemlidir. Bu nedenle, doğal seçilim, dış dünyadaki

fiziksel olguları nöronların atım şifrelerine çeviren cihazlar olan duyu organları ile donanmış

hayvanların lehine çalışştır. Beyin duyu organlarına -gözler, kulaklar, tat tomurcukları, vs.-,

duyu sinirleri dediğimiz kablolarla bağlanmıştır. Duyu sistemlerinin çalışma şekilleri

şaşırtıcıdır. Çünkü en iyi ve en pahalı insan yapısı makinelerden çok daha karmaşık desen

tanıma becerileri geliştirmişlerdir; aksi takdirde, sekreterlerin yerini konuşmaları tanıyabilen

ya da el yazısını okuyabilen makineler alırdı. Ancak göründüğü kadarıyla insanlar daha uzun

bir süre sekreterlik yapmaya ve sekreter kullanmaya devam edecekler.

Genler de yaşamkalım makinelerinin davranışlarını denetlerler; doğrudan kuklaları oynatan

ipleri kullanarak değil, bilgisayar programcısı gibi dolaylı yollarla. Yapabildikleri tek şey

önceden herşeyi hazırlamaktır; bundan sonra yaşamkalım makinesi kendi başınadır ve genler

yalnızca içeride oturup beklerler.

Karmaşık bir dünyada öngörülerde bulunmak bir şans işidir. Bir yaşamkalım makinesinin

alacağı her karar bir kumardır ve beyni önceden programlayarak genelde sonuç verecek

kararlar almasını sağlamak da genlerin işidir. Evrim kumarhanesinde kullanılan fişler ise

yaşamkalımdır: Kesinlikle konuşmak gerekirse, burada genin yaşamda kalması olarak ifade

edilen şeyin, daha çok bireyin yaşamda kalması olarak anlaşılması mantıklı bir yaklaşım

olacaktır. Su içmek için kuyuya gittiğinizde, kuyu kenarında gizlenerek av bekleyen ve

yaşamını bu şekilde sürdüren avcılar tarafından yenme riskiniz artar; kuyuya gitmezseniz

susuzluktan ölürsünüz. Ne tarafa dönerseniz dönün risk vardır ve genlerinizin uzun dönemde

yaşama şansını artıran kararları vermeniz gerekir. Belki de izlenecek en iyi yol, iyice susayana

kadar beklemek, sonra da gidip uzun süre yetecek kadar çok su içmektir. Böylece su

kuyusuna gidip gelme sayısını azaltmış olursunuz, ama bu durumda da kuyudan su içerken

başınızı uzun süre eğik tutmak zorunda kalırsınız. Başka bir seçenekse, sık sık ve az su içmek

olabilir; kuyunun yanından koşarken hızla, küçük yudumlar alınabilir. Hangisinin en iyi

kumar stratejisi olduğu,bir sürü karmaşık unsura bağlıdır. Önemsiz sayılamayacak

unsurlardan biri ise, avcının avlanma alışkanlıklarıdır; avcı açısından bakıldığında, bu da en

verimli olacak biçimde evrimleşmiştir. Olasılıkların tartılması gerekir. Ancak, elbette ki,

hayvanların bu hesapları bilinçli olarak yaptıklarına inanmamız gerekmiyor; inanmamız

gereken tek şey, genleri doğru kumarı oynayabilecek beyni yapmış olan hayvanların yaşamda

Gen Bencildir, Richard Dawkins

kalma şanslarının daha fazla olması ve böylelikle de aynı geni çoğaltabilmeleri.

Ortaya çıkarttığı sorunlar ne olursa olsun, bu öykünün amaçları çerçevesinde, bilinç,

yaşamkalım makinelerinin asıl efendilerinden -genlerden- özgür karar vericiler olma

yolundaki evrimsel eğilimin doruk noktası olarak düşünülebilir. Beyin yalnızca yaşamkalım

makinesinin günlük işlevinin yürütülmesini yönetmiyor; aynı zamanda geleceği tahmin etme

ve buna uygun hareket etme yeteneğini de kazandı. Hatta, genlerin yazdıklarına da karşı

çıkıyor. Örneğin, mümkün olan en fazla sayıda çocuk yapmayı reddediyor. Göreceğimiz gibi,

bu açıdan insan oldukça kendine özgü.

Bütün bunların bencillik ya da özverili olma ile ne ilgisi var? Oluşturmak istediğim

şünce şu: Genler, hayvan davranışını -ister bencil ister özverili olsun- yalnızca dolaylı

yollardan denetler, ancak bu yine de çok güçlü bir denetimdir. Genler, yaşamkalım

makinelerinin ve onların sinir sistemlerinin yapımını belirleyerek davranışları etkilerler.

Ancak, ne yapılacağına ilişkin anlık kararları sinir sistemi alır. Asıl politikayı çizenler

genlerdir; beyin ise yürütme işlevini yerine getirir. Ama beyin geliştikçe, öğrenme ve

öğrenme için simülasyon yapma gibi hileleri kullanarak asıl politika kararlarının gittikçe daha

fazlasını üstlenmektedir. Bu eğilimin mantıksal sonucu, genlerin yaşamkalım makinelerine

tek bir genel politika talimatı vermeleri olacaktır: Bizi canlı tutmak için, ne gerekiyorsa yapın.

Henüz hiçbir tür bu noktaya ulaşamadı.

Genin davranışı etkilemesine yol açan, ceninle ilgili nedenlerin kimyasal zinciri hakkında

en ufak fikrimiz olmasa da, “belirli bir davranışın geni” olduğundan rahatlıkla söz edebiliriz.

Bu nedenler zincirinin öğrenmeyi bile içerdiğini farkedebiliriz.

Genler usta programcılar ve kendi canlarını kurtarmak için programlıyorlar. Yaşamkalım

makinelerinin karşılaşğı tüm tehlikelere karşın, yaptıkları programın kopyalama işlemindeki

başarısı ile yargılanıyorlar ve hakim, yaşam kavgası mahkemesinin acımasız hakimi.

Bir yaşamkalım makinesi bir başka yaşamkalım makinesinin davranışı ya da sinir

sisteminin içinde bulunduğu durumu etkiliyorsa, onunla iletişim kurduğu söylenebilir.

Ne zaman bir iletişim sistemi evrimleşse, birileri bu sistemi kendi çıkarları için kullanmaya

çalışır. Evrime, “türün iyiliği” açısından bakmak üzere yetiştirilmiş olan bizler, doğal olarak,

yalancı ve sahtekarların farklı türlerden olduğunu düşünürüz: Avcılar, av, asalaklar, vs...

Oysa, farklı bireylerin genlerinin çıkarları farklılaşmaya başlar başlamaz, yalan, aldatmaca ve

iletişimin bencilce kullanımının ortaya çıkmasını beklemeliyiz; bu aynı türün bireylerini de

içerir. Hatta göreceğimiz gibi, çocukların anababalarını kandırmasını, kocaların eşlerini

aldatmasını ve kardeşin kardeşe yalan söylemesini bile beklemeliyiz

SALDIRGANLIK: BENCİL MAKİNE ve KARARLILIK

Bir yaşamkalım makinesi için, başka bir yaşamkalım makinesi (kendi çocuğu ya da başka

bir yakın akrabası olmayan) çevresinin bir parçasıdır; tıpkı bir kaya veya nehir veya bir

yiyecek parçası gibi. Aynı türün yaşamkalım makineleri birbirlerinin yaşam sınırlarını daha

doğrudan ihlal etmeye yatkındırlar. Bunun çeşitli nedenlerinden biri şu: Bireyin kendi

türünden bir popülasyonun yarısı potansiyel eşlerdir ve bu bireyin çocuklarının çalışkan ve

kullanılmaya yatkın potansiyel ana/babalarıdır. Başka bir neden de, aynı türün üyelerinin,

birbirlerine benzer bireyler olarak, genleri aynı cins bir çevrede ve aynı yaşam tarzı içersinde

koruyan makineler olarak, yaşam için gerekli tüm kaynaklar karşısında doğrudan doğruya

rakip olmalarıdır.

Gen Bencildir, Richard Dawkins

MEMLER: YENİ EŞLEYİCİLER

Buraya kadar insandan özellikle söz etmedim ancak kasıtlı olarak dışarda da bırakmadım.

“aşamkalım makinesi” terimini kullanmamın nedeni, kısmen “hayvanlar” sözcüğünün

bitkileri ve bazılarının kafasında da insanları konu dışı bırakacağı. İlk bakışta, öne sürdüğüm

savlar, evrimleşmiş herhangi bir varlığa uygulanabilir nitelikte. Eğer bir tür dışarda

bırakılacaksa, bunun çok iyi nedenleri olmalı. Kendi türümüzün eşsiz olduğunu düşünmek

için iyi nedenlerimiz var mı? Yanıtın evet olduğuna inanıyorum.

İnsanın sıradışı olan yönleri tek bir sözcükle özetlenebilir: “Kültür”. Bu kelimeyi züppece

değil, bir bilim adamının kullandığı anlamda kullanıyorum.

Ateşli bir Darwin taraftarıyım, ancak Darwinciliğin bir genin dar kapsamı ile

sınırlandırılamayacak denli büyük bir kuram olduğunu düşünüyorum. Öne süreceğim sava

gen sadece bir analoji olarak girecek.

Peki, sonuç olarak, nedir genleri böylesine özel yapan? Yanıt, eşleyici olmaları. Fizik

yasaları, tüm erişilebilir evren de geçerlidir. Biyolojide de, benzer evrensel geçerliliği olan

ilkeler var mı? Astronotlar uzak gezegenlere yol aldıkları ve yaşam aradıklarında,

şünemeyeceğimiz kadar tuhaf ve dünya-dışı yaratıklar bulmayı bekleyebilirler. Fakat,

nerede bulunursa bulunsun ve kimyasının temelleri ne olursa olsun, tüm canlılar için doğru

olacak birşeyler var mı? Kimyası karbon yerine silisyum veya su yerine amonyak üzerine

temellenmiş yaşam biçimleri varsa, -100 derece santigratta kaynayıp ölen yaratıklar

bulunursa, kimya ile ilişkisi olmayıp, elektronik yankılamalı devreler üzerine temellenmiş bir

yaşam biçimi keşfedilirse, hala tüm canlılar için doğru olacak genel ilkeler olabilir mi?

Bilmiyorum, ancak bu konuda bahse girecek olsaydım. Paramı tek bir temel ilkeye yatırırdım.

Bu, tüm canlıların, eşlenebilen varlıkların ayrımsal biçimde yaşamda kalabilmesiyle

evrimleştiği ilkesi. Gen -DNA molekülü-, kendi gezegenimizdeki eşlenebilen varlık.

Başkaları da olabilir. Eğer varsa, belirli bazı koşulların sağlanması şartıyla, kaçınılmaz olarak

evrimsel bir sürece temel oluşturacaklardır.

Başka eşleyici türleri ya da buna bağlı başka evrim çeşitleri bulmak için uzak dünyalara mı

gitmemiz gerekiyor? Ben, bizim gezegenimizde, son zamanlarda, yeni bir tür eşleyici ortaya

çıktığını düşünüyorum. Hemen yanımızda, yüzümüze bakıyor. Henüz çocukluk çağında,

ilksel çorbasının içinde çalkalanıp sürükleniyor; yine de soluk soluğa olan eski genimizi

arkada bırakan bir evrimsel değişim hızına. ulaştı bile.

Bu yeni çorba, insan kültürünün çorbası. Yeni eşleyici içinse bir ad bulmamız gerek; bir

kültürel iletim birimi ya da bir taklit birimi düşüncesini taşıyan bir isim... “Mimeme” bu iş

için uygun bir Yunanca kök. Fakat ben, bir parça “gen” sözcüğüne benzeyen tek heceli bir

sözcük istiyorum. Mimeme sözcüğünü mem olarak kısaltacağım için klasikçi dostlarımın beni

affedeceğini umuyorum. Eğer bir teselli olabilecekse, “bellek” ile ya da Fransızca memê

(kendi) ile bağlantılı olduğu düşünülebilir. “Cream” sözcüğü ile uyumlu olacak biçimde

okunmalıdır.

Ezgiler, fikirler, sloganlar, giyside moda, çanak çömlek yapım yolları, kemer yapımı mem

örnekleridir. Tıpkı genlerin sperm ya da yumurtalar yoluyla bir bedenden diğerine atlayarak

gen havuzunda çoğalmaları gibi, memler de, geniş anlamda taklit denilebilecek bir süreç

yoluyla, bir beyinden diğerine zıplayarak kendilerini gen havuzunda çoğaltırlar. Bir bilim

adamı güzel bir düşünce duyduğunda ya da okuduğunda, bunu arkadaşlarına ve öğrencilerine

aktarır. Yazılarında ve derslerinde bundan söz eder. Bu düşünce tutunursa, beyinden beyine

Gen Bencildir, Richard Dawkins

yayılarak kendini çoğalttığı söylenebilir. Çalışma arkadaşım N.K. Humprey bu bölümün ilk

taslaklarından birini okuduğunda gayet güzel bir özet yaptı: “.... Memlere canlı yapılar olarak

bakılmalıdır; yalnızca eğretileme olarak değil, teknik olarak da. Benim kafama üretken bir

fikir sokarsan, beynimi konukçu olarak kullanmış olur ve onu memin çoğalması için bir araç

haline getirmiş olursun. Tıpkı bir virüsün konukçu hücrenin genetik mekanizmasını

kullanması gibi. Bu yalnızca bir konuşma tarzı değil. Bir mem -diyelim ki, `ölümden sonraki

yaşama inanma’ memi, milyonlarca kez, tüm dünyadaki bireylerin sinir sisteminde bir yapı

olarak, fiziksel olarak gerçekleşir ”

Temelde, biyolojik olguları gen avantajı ile açıklamaya çalışmanın bizim için iyi bir

politika olmasının nedeni, genlerin eşleyiciler olması. İlksel çorba moleküllerin kendi

kopyalarını yapabileceği koşulları sağlar sağlamaz, eşleyiciler yönetimi ele alır. Üç bin

milyon yıldan beri, DNA, dünya üzerindeki sözünü etmeye değer tek eşleyici oldu. Ancak bu,

hep tekel olacağı anlamına gelmiyor. Yeni bir cins eşleyicinin kendi kopyalarını yapabileceği

koşullar oluşur oluşmaz, yeni eşleyiciler yönetimi ellerine alırlar ve kendi evrimlerini

başlatırlar. Bu yeni evrim bir kez başladıktan sonra, hiçbir biçimde eskisine bağ

olmayacaktır. Eski gen-seçmeli evrim, beyinleri yaparak ilk memlerin doğacağı “çorbayı”

sağladı. Kendini kopyalayan memler bir kez oluştuktan sonra, çok daha hızlı gerçekleşen

kendi evrimleri başladı. Biz biyologlar genetik evrim düşüncesini öylesine benimsemişiz ki,

bunun olası evrim türlerinden yalnızca bir tanesi olduğunu unutuyoruz.

Dünya kültürüne bir katkıda bulunursanız; iyi bir fikriniz varsa; bir ezgi bestelerseniz; bir

ateşleme bujisi icat ederseniz; bir şiir yazarsanız... İşte, genleriniz ortak havuzda eriyip

gittikten çok sonra bile, bunlar bozulmaksızın yaşamaya devam edecektir. G.C. Williams’ın

dediği gibi, günümüzde, Socrates’tan bir veya iki gen kalmıştır, ya da hiç kalmamıştır; kimin

umurunda ki? Socrates’ın, Leonardo’nun, Copernicus’in ve Markoni’nin mem kompleksleri

güçlerini kaybetmeksizin hala yaşıyor.

İnsanoğlunun bir başka özelliği de -büyük olasılıkla- has, çıkarsız, gerçek özverisi. Böyle

olduğunu umuyorum ama bunu tartışmayacağım ve olası memsel evrimi üzerine

spekülasyonlar yapmayacağım. Vurgulayacağım nokta şu: İşe karanlık tarafından baksak da,

insan bireylerinin temelde bencil olduğunu varsaysak da, bilinçli öngörümüz -geleceği düşsel

olarak öykünme yeteneğimiz- bizi kör eşleyicilerin bencil aşırılıkların en kötüsünden

kurtaracaktır. En azından bizim, yalnızca kısa-dönemli bencil çıkarlar yerine uzun-dönemli

çıkarları yeğleyebilecek beyinsel donanımımız var. Biz, bir “güvercinlerarası anlaşmanın”

uzun-dönemli yararlarını görebiliriz. Biz, biraraya gelip, bu anlaşmaya işlerlik kazandıracak

yöntemleri tartışabiliriz. Bizim doğumda devraldığımız bencilgenleri yenebilecek gücümüz

var. Ve gerekirse, bize aşılanmış olan bencilmemleri de yenebiliriz. Has, çıkarsız özveriyi

bilinçli olarak büyütecek, besleyecek yolları bile tartışabiliriz biz; doğada asla yeri olmasa,

tüm dünya tarihinde asla varolmamış bile olsa... Çünkü gen makineleri olarak yapılmış ve

mem makineleri ile yetiştirilmiş olsak da, bizim yaratıcılarımıza karşı çıkacak gücümüz var.

Biz, dünya üzerinde yalnızca biz, bencil eşleyicilerin tiranlığına karşı isyan edebiliriz.

Hiç yorum yok: