31 Aralık 2009 Perşembe

KÖTÜ KARARLAR BULAŞICI OLABİLİR

Tıpkı nezle gibi, insanların duygusal durumları da bulaşıcı olabilir. Üzgün birini gördüğünüzde hüzünlenirken, neşeli birinin yanında siz de gülümsemeye başlayabilirsiniz. Northwestern Üniversitesi’nden sosyal psikolog Adam Galinsky benzer durumun kötü kararlar için de geçerli olup olmadığını araştırmıştır. Bir grup öğrenci ile yaptıkları bir deneyde, katılımcılardan açık artırma yapan birini izleyerek vereceği kararlarda yardımcı olmaları istenmiştir. Açık artırma yapan kişi ile hakkında verilen bilgiler (aynı ayda ve yılda doğmuş olma, aynı okulda okumuş olma gibi) aracılığıyla bir şekilde bağlantı kuran katılımcıların, deneyin kurgusunun parçası olan bu kişi yanlış kararlar verdikçe ve para kaybettikçe, kendilerinin de para kaybetmeye başladığı görülmüştür. Herhangi bir bağ hissetmeyen kişilerde ise bu davranışa rastlanmamıştır. Araştırmacılar bu sonuçların özellikle de ekonomik krizden etkilenerek para kaybetmeye başlayan kurumların, yanlış kararlarını düzeltebilmek ve çöküşlerini durdurabilmek için, firmanın dışından bir gözlemciden yardım almalarının daha faydalı olacağı şeklinde yorumlanabileceğini söylemektedirler. BİR MİLYAR YILLIK HARD DİSK Anılarınızı ya da verilerinizi kaydetmek istediğinizde kullandığınız videokasetlerinin ya da DVDlerin bu bilgileri sonsuza dek saklamasını ister misiniz? Günümüzde mevcut DVD’lerle bunu başarmak mümkün değil. Nano teknoloji ile ilgilenen bir grup bilimci, karbon nano tüplere yerleştirilen demir iyonları aracılığıyla bilgiyi elektronik ortamda “1”, “0” kodları ile kaydetmenin mümkün olduğunu düşünmekteler. Nano tüpler de elmas gibi bilinen en dayanıklı ve aşınmayan maddeler arasında sayılıyor. Nano tüplerden kayıtların depolanması amacıyla yararlanılması başarıldığında, bu kayıtların tahmin edilemeyecek kadar uzun süre saklanılabileceği düşünülüyor. California Üniversitesi’nden fizikçi Alex Zettl ve ekibi laboratuvar çalışmalarının başarılı olduğunu ancak bir dizi deneye daha ihtiyaç duyulduğunu bildirmekteler. RİTMİ TAKİP ET KUŞUM Dans, dinlediğimiz müziğin ritmini takip edebilme yetimizle yakından ilgilidir. Ritme uygun hareket edebilme becerisi, insan beyninin işitme ve motor korteksleri arasındaki nöral bağlantılar aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bir nörobiyoloğun Snowball isimli papağanın dans videosunu You Tube’da izlemesine dek bu becerinin sadece insanlara özgü olduğu düşünülmekteydi. California Nörobilim Enstitüsü’nden nörobiyolog Aniruddh Patel, papağanı izledikten sonra onunla bir dizi deney yapmıştır. Deneyde papağana belirli bir ritimde müzik dinletilmiş, papağan müziğin ritmine uygun bir şekilde sallanmaya başlayınca ritim değiştirilmiştir. Hem hızlandırıldığında hem de yavaşlatıldığında papağanın da hareketlerini ritimdeki değişikliğe göre ayarladığı belirlenmiştir. Hayvanlarla ilgili yapılan bu keşif, insan müziğinin evrimini araştırmak için hayvan modellerinin kullanılabilmesinin ilk kez yolunu açmıştır. MİLYARLARCA KAT GÜÇLÜ NÖTRON YILDIZLAR Dev bir yıldız yakıtını tükettiğinde ve merkezindeki çekim gücüne daha fazla karşı koyamadığında, çekirdeği büzülmeye başlar ve küçük bir astroid hacmine ulaşırken, kütlesinin büyük kısmı süpernova adı verilen muazzam büyüklükteki patlamalara yol açar. Geride saniyede yüzlerce kez dönebilen, çok küçük hacimde çok fazla miktarda maddenin yer aldığı oluşumlar kalır. Astrofizikçiler oluşan bu nötron yıldızlarının yoğunluğu yüksek oluşumlar olduklarını zaten bilmekteydiler. Bu maddenin gücü ise şimdiye kadar bilinmemekteydi. Indiana Üniversitesi’nden astrofizikçi Charles Horowitz ve Los Alamos Ulusal Laboratuarı’ndan madde bilimci Kai Kadau geliştirdikleri bir bilgisayar simülasyonu aracılığıyla yıldızı oluşturan maddenin bilinen en güçlü çelikten on milyar kat daha güçlü olduğunu belirlediler. YENİ ZELANDA AĞACININ MACERALARI Yeni Zelanda’da yetişen bir ağaç türü, yaşam süreci boyunca görünümünü iki kez değiştirmektedir. Fide halindeyken ağaç, lekeli küçük kahverengi yapraklara sahiptir. Büyüdükçe yapraklar irileşip uçları bir çengele benzer şekilde kıvrılmaktadır. Yetişkinliğinde ise boyu 20 metreye ulaşan ağacın yaprakları küçülmekte ve yeşil renk almaktadır. Bilimciler bu değişimin, Yeni Zelanda’da 500 yıl önce yaşayan ve soyu tükenmiş uçamayan dev bir kuşa karşı ağacın kendisini korumak için geliştirdiği bir strateji olduğunu düşünmekteler. Bu varsayımı sınamak için yapılan çalışmalarda, boyu ancak 10 santimetre olan fidelerin sahip olduğu kahverengi yaprakların, ormanın zeminindeki ölü yapraklarla aynı dalga boyunda ışığı yansıttığı belirlendi. Böylelikle fidan kendisini ölü bir yaprak gibi göstermeyi başarıyordu. Biraz daha büyüdüğünde oluşan şekil değişikliği ve renkli beneklerin, yaprakların yenmesi güç olduğu izlenimini veriyor olabileceği düşünülmekte. Dev kuşun yetişemeyeceği kadar büyümeyi başaran ağacın yaprakları ise yeşil renge kavuşmakta. Bilimciler her ne kadar bu varsayımların doğruluğunun kesin olarak kanıtlanamayacağını kabul etseler de, bir bitkinin evrimini anlamak için onunla aynı bölgede yaşayan soyu tükenmiş hayvanların yapılarına da dikkat etmek gerektiğini söylemekteler. VİRÜSÜN ZAMAN YOLCULUĞU Binlerce yabanarısı türü yumurtalarını, bir tür zehirle felç ettikleri tırtılların vücuduna bırakmaktadır. Böylelikle etkisiz hale getirilen ev sahibinin vücudunda yumurtalar, hem gerekli besine kavuşarak hem de güven içinde büyüyebilmektedir. Araştırmacılar uzun zamandır, yabanarılarının ev sahiplerini felç etmek için kullandıkları zehrin nasıl bir madde olduğunu merak etmekteler. Zehrin yapısı ile ilgili ilk ipuçları, 1970lerde elektron mikroskobu ile yapılan incelemelerden sağlanmıştır. Bu incelemelerde zehrin virüsler gibi çift zincirli DNA’ya sahip olduğu belirlenmiştir. Daha sonra yapılan çalışmalar zehrin ayrı viral bir oluşum olmaktan çok, yabanarısının genetik bir salgısı olduğunu düşündürmüştür. Bu karmaşayı aydınlatmak üzere Tours Üniversitesi’nden entomolog Jean-Michel Drezen ve ekibi, arıların zehri salgılayan yumurtalıklarının DNA’ları ile en çok bilinen böcek virüslerinin DNA’larını, zehrin DNA’sı ile karşılaştırmışlardır. Sonuçlar, nudivirüs olarak adlandırılan çok eski bir virüse işaret etmektedir. Araştırmacılar bu durumun, virüsün milyonlarca yıl önce arıyı enfekte etmiş olması ve zaman içinde DNA’sının arının genomu ile bütünleşmesi ile gerçekleşmiş olabileceğini açıklamaktadırlar. Virüs yaşamak için arının yumurtalıklarına, arı da yumurtalarını tırtıllara yerleştirebilmek için virüsün varlığına ihtiyaç duymuş ve bu karşılıklı ihtiyaç genetik bir işbirliğine yol açmıştır! EINSTEIN’IN BEYNİ Albert Einstein gibi bir dahi söz konusu olduğunda bilimciler doğal olarak bu dahinin beyninde onu diğer insanlardan ayıran nasıl bir farklılık olduğunu merak ederler. 1955’teki ölümünün ardından Einstein’ın beyni Thomas Harvey isimli bir patolog tarafından çıkarılmıştır. Harvey’in ölçtüğü, fotoğrafladığı ve sakladığı beyin, bir meslektaşı tarafından bölümlere ayrılarak pek çok parçasından mikroskop lamlarına örnek kesitler alınmıştır. İlk anatomik değerlendirme 1999’da nörobiyolog Sandra Witelson tarafından Harvey’nin çektiği fotoğraflara bakılarak yapılmış ve Einstein’ın beyninin parietal loblarının (matematik, görsel-uzamsal bilişle ilgili bölüm) ortalamadan yüzde 15 daha geniş olduğu açıklanmıştır. Bununla birlikte beynin ağırlığı 1230 gram olup, ortalamanın alt sınırında yer almaktadır. Yeni bir keşif ise Florida State Üniversitesi’nde antropolog olarak çalışan Dean Falk’tan gelmiştir. Falk, Einstein’ın beyninin sol elini idare eden motor korteks kısmının yumru şeklinde olduğunu bunun da müzik yeteneği ile ilişkili olabileceğini söylemektedir (Einstein küçük yaşlarından itibaren keman çalmıştır). Ek olarak pariteal bölgelerinin sadece daha geniş değil, girinti ve çıkıntıların paterni açısından da çok nadir bir yapıya sahip olduğu belirlenmiştir. Einstein’ın düşünceleri kelimelerden çok görsel imgeler ve duyumlar olarak deneyimlediğini söylediği bilinmektedir. Parietal loblarının bu özgün şeklinin onun bir tür sinestezik olması ile ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Her ne kadar tüm bu görüşler eski fotoğraflardaki ipuçlarına dayanılarak ortaya atılsa da, Einstein’ın muhteşem beyninin sırrını çözme yolundaki varsayımlar daha uzun yıllar heyecan yaratacağa benziyor. Kaynak BirGün .Net

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN

Yine yeni bir yıl var kapımızda. 2010 yılına gireceğimiz şu günlerde istediğiniz her şeyin gerçekleşmesi dileğiyle, iyi seneler! Rüyayı mutlu, hayali umutlu yapan bugündür, gönlün neyin özlemini çekiyorsa yarınlar sana onu getirsin... YENİ YILIN KUTLU OLSUN..!!..

25 Aralık 2009 Cuma

BAZI ÜLKELER NEDEN GELİŞEMEZ?

3. BAZI ÜLKELER NEDEN GELİŞEMEZ? 6,3 milyarlık Dünya nüfusunun yaklaşık 5 milyarı, ekonomik gelişimin en azından ilk basmağına tırmanmış durumdadır. 1980 ile 2000 yılları arasında 4,9 milyar insan, GSYİH’sı artan ülkelerde; 5,7 milyarsa ortalama ömrün uzadığı ülkelerde ikamet etmiştir. Bu rakamlar ekonomik gelişmenin gerçek ve yaygın, aşırı fakirliğin ise, Dünya genelinde düşüşte olduğuna en iyi kanıttır. Bu veriler aynı zamanda aşırı fakirliğin 2025 yılına kadar ortadan kaldırılabileceği öngörüsünü daha da gerçekçi kılmaktadır. Ekonomik gelişmenin Dünyanın pek çok yerinde işe yaradığı kanıtlanmış bir gerçektir. İşte bu yüzden, ekonomik gelişmenin olmadığı yerlerdeki sorunları anlamak ve bunların üstesinden gelmek, kat kat önem taşır. Ekonomik gelişmenin neden başarılı veya başarısız olduğunu anlamak için, kavramsal bir çerçeve oturtmakta fayda vardır. Belki bu dinamikleri tek bir hane bazında anlatarak başlamak, en iyisi olacaktır. Basit bir evleri ve iki hektarlık toprağı olan ebeveynler ve 4 çocuktan oluşan aşırı yoksul bir hane düşünelim. Bu hanenin bir mahsulden 4 ton tahıl aldığını, ancak fakirlikleri nedeniyle, yıl boyunca bunu kendilerinin tükettiğini varsayalım. Hane tüm ürünü kendi tüketse de, devlet tahıl birim fiyatından o aileye bir kazanç belirler (örn. ton başına 150$ x 4 ton = 600$). Yani kayıtlara hanedeki her ferdin 100$ (600$/6 birey) yıllık geliri olduğu geçer. Bu hane halkı, önümüzdeki yıl gelirini arttırmak için en azından 4 seçeneğe sahiptir: 1-Tasarruf Yapmak: Hane halkı, ürettiği 4 tondan üçünü tüketir ve birini pazarda 150 $’a satar ve bu parayla besi hayvanı satın alır. Bundan elde edilecek ürün her ne olursa olsun hane bu tasarrufla sermaye birikimi yapmış olur. 2-Ticaret Yapmak: Hane halkı, yaşadıkları bölge koşullarının, getirisi çok daha yüksek olan başka bir ürüne uygun olduğunu öğrenerek, bu yeni ürüne geçiş yapar ve yeni üründen 800$ gelir elde eder. Yemek üzere, 600 dolarıyla tahıl satın alır. Bölgede aynı ürünü üreten çiftçilerin sayısı arttıkça, bu ürünün nakliyesi ve depolanması gibi daha fazla uzmanlık gerektiren işletmelerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu ürünün pazarı, zaman içinde geliştikçe inşaat, imalat, altyapı vb. gibi daha da fazla uzmanlık gerektiren işkolları oluşur. 3-Teknoloji: Ziraat mühendisi, hane halkına toprak verimliliğini sürekli hale getirecek yeni yöntemler öğretir. Bazı ürünlerin topraktan aldığı besinleri tekrar toprağa veren ağaçlar ve verimliliği ve zararlılara dayanıklılığı arttırılmış tahıllar sayesinde üretim, 4 tondan 6 tona çıkar. Bu durumda hanedeki her ferdin yıllık geliri 150$’a yükselir. 4- Doğal Kaynak Artışı: Devletin sulak alanlardaki hastalıklarla mücadelesinde başarılı olması sayesinde, hane halkı çok daha büyük ve verimli bir çiftliğe taşınır. Binlerce hektarlık toprak, üretim kapasitesinin ciddi oranda artmasına neden olur. Gelirler yükselir, açlık azalır ve hane halkı yıllık üretimini üçe katlar. Yaşadığımız sistem çok karmaşık olsa da, ekonomilerin büyümesi ardındaki neden, daha yüksek gelire götüren bu dört yöntemdir. Gerçek ülke ekonomilerine baktığımızda GSYİH’da kaydedilen artış bu yöntemlerin tamamının uygulanmasıyla sağlanır: tasarruf ve sermaye birikimi, uzmanlık ve ticaretin artması, teknolojik gelişimle eşzamanlı üretim artışı ve kişi başına düşen doğal kaynakların artması. Bu örneği hane bazında vermiş olsam da esasında sistem, pazarlar, kamu politika ve yatırımlarıyla bir araya gelen binlerce hatta milyonlarca hanenin karşılıklı ilişkisiyle meydana gelir. Peki bir hanenin gelirini ne gibi unsurlar azaltabilir? İşte bazı nedenler: Tasarruf Yapamama: Hane halkının kronik açlık çektiğini varsayalım. Bu durumda, ürettiği tahılın hepsini kendileri tüketecek ve pazarda ürün satamayacağı gibi sene içinde kırılan sabanını yenileme veya tamir etme imkanı da olmayacaktır. Tarla sürülmediği için seneye hasat daha da azalacaktır. Ticaret Olmaması: Hane halkının yüksek gelir getiren üründen haberdar olduğunu ancak buna, örneğin pazarlara giden yolların olmaması nedeniyle geçemediğini düşünün. Ürettiğini satamayacağını anlayan hane halkı, en azından kendi yiyeceğini garanti altına almak için, tahıl ekmeye devam edecektir. Bununla birlikte şiddet, finansal dengesizlik, fiyat sınırlamaları veya diğer başka devlet müdahaleleri, uzmanlaşmaya ve ticarete engel olabilir. Teknolojik Gerileme: Çocukların ebeveynlerini, AIDS gibi bir hastalıktan kaybettiğini düşünün. Normalde aile reisliği sorumluluğunu en büyük çocuk üstlenir; ancak genellikle babadan oğula geçen çiftçilik yöntemlerinde henüz çocuk uzmanlaşmamıştır. Bir sonraki mahsul kaybedilince, çocuklar komşuların eline bakar duruma düşer. Teknolojik bilgi birikimi azaldığından hanenin geliri de azalır. Doğal Kaynakların Azalması: Bazı bölgelerde fazladan toprak olmadığı gibi, çevresel koşullarda da olumsuz değişimler olabilmektedir. Topraktaki besin bilinçsiz tarım nedeniyle tükendikçe, tarlanın sadece 1 hektarından ürün alınır olduğundan, hanede kişi başına gelir sadece 50 dolara kadar düşmektedir. Üretimi Olumsuz Etkileyen Felaketler: Sel, kuraklık, hastalık, salgın gibi afetler, bir yılın gelirini tamamen yok edebilir. Nüfus Artışı: Bir kuşak geçer ve ebeveynler ölür. Eldeki iki hektarlık tarla, iki erkek çocuk arasında paylaşılır. Her erkek çocuğunun bir karısı ve dört çocuğu olur. Hektar başına iki tonluk üretimin aynı kaldığını varsaysak bile hane geliri yarıya düşecektir. Bu bölünme Afrika’da ciddi sorunlara neden olmaktadır. Bu senaryolar bir hanenin nasıl gelişebileceğini veya gerileyebileceğini basitçe resmeder. Bir ülkenin gelişmeden sorumlu uzmanlarının bu süreçlerden hangisinin ilerleyip hangisinin gerilediğini dikkatlice takip etmesi gerekir. Bir ekonominin gerilediğini bilmek yeterli değildir. Ekonomik büyüme olabilmesi için ekonominin neden başarısız olduğunu anlamamız gerekir.

11 Aralık 2009 Cuma

BU İHTİYAÇLAR HAYATIN HER DÖNEMİNDE GEÇERLİDİR

1* Besleyici yiyecekler yiyor musunuz ? 2* Egzersiz yapıyor musunuz ? 3* Duygusal ihtiyaçlarınıza ilgi gösteriyor musunuz ? 4* Doğru iletişim becerilerinizi geliştirmeye çalışıyor musunuz? 5*Çevrenizle geliştirici ilişkiler kuruyor musunuz ? 6*Dinleme becerinizi geliştiriyor kendinize karşı dürüst davranıyor, istediğiniz şeyi dile getiriyor musunuz ? 7* Çatışmaları önlemek için etkili yöntemler geliştirdiniz mi? 8*Hayatınızdan zevk alıyor ve heyecan duyuyor musunuz ? 9* Mizah duygunuzu geliştiriyor ve hayatla eğleniyor musunuz ? 10* Yeni şeyler öğrenmek için uğraşıyor musunuz ? 11*Gevşemek ve rahatlamak için etkili yöntemleriniz var mı ? 12*Derinden ve içten sevmek için kendinize izin veriyor musunuz ? ilerleyen yaşlarınızı yaşıyorsanız ve bu sorulara evet diyemiyorsanız başlama zamanı gelmiş demektir.

DOMUZ GRİBİ

Uğur Koçbaş / VATAN Dünyayı ayağa kaldıran domuz gribi salgınıyla ilgili korkunç bir şüphe ortaya atıldı. H1N1 virüsünün aslında abartıldığı kadar ölümcül, salgının da şiddetli olmadığı; grip konusunda dünyanın bir numaralı otoritesi olan bir profesör ile 3 arkadaşının, danışmanlık yaptıkları ilaç şirketlerine para kazandırmak için panik yarattığı iddia edildi! Rotterdam Üniversitesi’nde görev yapan Profesör Albert Osterhaus, dünyada grip konu olduğunda akla gelen tek isim. Hatta bu nedenle kendisine bilim dünyasında takılan ad: Doktor Grip. SARS ve kuş gribi paniklerinde hep Dünya Sağlık Örgütü’nün krizi önlemek için başvurduğu ilk isim o oldu. Şimdi Hollandalı “Doktor Grip” ile ilgili bir iddia tüm dünyayı kasıp kavuruyor. İddiayı Hollanda basını yazdı İlk kez saygın bilim dergisi Science’da kısa bir makale ile dile getirilen, ardından Hollanda’da yayınlanan De Telegraaf gazetesi tarafından yayınlanan iddia, grip salgınının Doktor Grip’in servetinde dramatik bir artışa sebep olduğu yönünde. Profesör Osterhaus Avrupa İnfluenza Bilimsel Araştırma Grubu’nun Başkanı. Aynı zamanda Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) danışma kurulu olan SAGE’nin de üyesi. Hatta WHO, domuz gribiyle ilgili olarak “küresel pandemi” kararı aldığında Osterhaus SAGE’ye başkanlık ediyordu. Ancak bunun yanında Osterhaus’un bir de aşı geliştirip üreten bir şirketi var. Profesör aynı zamanda da Roche, Novartis, Baxter, Mediimmune, Glaxo, Sanofi Pasteur gibi ilaç şirketlerine de maaşlı danışmanlık yapıyor. Yani küresel bir domuz gribi salgının fayda sağladığı tek bir isim varsa o da Osterhaus. Hem şirketinin değeri bu süreçte oldukça artmış durumda hem de danışmanlık ücreti. DSÖ’yü de yönlendirdi Ama daha vahim olan ise Danimarka’nın Information ve İsveç’in SVG gazetelerinde çıkan iddialar. Bu da SAGE’deki 8 kişilik heyette yer alan Osterhaus ve 3 arkadaşının “danışmanlık yaptıkları ilaç şirketlerinin baskısıyla DSÖ’yü yönlendirerek aslında var olmayan bir paniği tüm dünyaya yutturduğu” iddiası. SAGE’de yer alan Osterhaus’un yakın arkadaşı Profesör Frederick Hayden, Roche ve Glaxo’nun maaşlı danışmanı. Profesör Arnold Monto, “40 yıldır küresel salgını bekleyen adam” olarak biliniyor ve burundan verilen domuz gribi ilacını üreten Medimmune, Glaxo ve Viro Pharma şirketlerine danışmanlık yapıyor. Yine aynı heyette yer alan David Salisbury, İngiltere’deki imunizasyon programının başkanı ve ilaç şirketleriyle danışmanlık ilişkisi içinde... Yani 8 kişilik heyetin en etkili 4 ismi ilaç şirketleriyle organik bağ içinde. Domuz gribini JP Morgan’ın tahminlerine göre ilaç şirketlerine 7.5-10 milyar euro para kazandıracak bir hastalık konumuna yükselten süreçte de bu bilim adamlarının yönlendirmesinin hayati önem taşıdığı biliniyor. Bu uzmanların desteğiyle hazırlanan raporlarda WHO domuz gribine karşı aşılamayı 24 kez, ilaçlı tedaviyi de 18 kez önerirken, sık el yıkamanın önemine ise sadece 2 kez değinildi. ’Salgın’ tanımını değiştirdi Bu konudaki en önemli kanıtlardan biri Der Spiegel dergisine konuşan ve grip konusundaki araştırmaları değerlendiren Cochrane Teşkilatı’nın başkanı Epidemolog Tom Jefferson’un altını çizdiği gerçek. Buna göre DSÖ, Nisan 2009’da yine bu bilim adamlarının tavsiyesiyle tüm dünyada hükümetlerin referans aldığı “pandemi” (salgın) tanımını değiştirdi. Eski tanımda WHO’nun bir hastalığı pandemi olarak ilan edebilmesi için yeni bir virüsün ortaya çıkması, hızla yayılması, insanların bu hastalığa bağışıklığının bulunmaması, yüksek ölüm oranına sahip olması ve bulaşma oranının yüksek olması gerekiyordu. Ancak Nisan ayında alınan kararla WHO, bu son iki şarttan vazgeçti ve ölüm oranı yüksek olmayan domuz gribi hastalığı bir anda pandemi tanımının içinde kendine yer bulmuş oldu. Ardından 11 Haziran’da WHO “küresel salgın” kararı aldı. Tüm dünyada hükümetler milyonlarca doz aşı siparişi verdi, ilaçlar stok edilmeye başlandı. Yani ilaç sektörüne milyarlarca dolarlık bir gelirin kapısı aralandı. İddiaya göre WHO’nun bu kritik kararları aldığı toplantılara profesörlerin taşvikiyle Glaxo, Novartis ve Baxter’in temsilcileri de gözlemci sıfatıyla ilk kez katıldı. Hakkında soruşturma başlatıldı Tüm bu iddiaların gazetelerde yer bulmasının ardından Hollanda parlamentosu Doktor Grip hakkında soruşturma başlatılmasına karar verdi. Düzenlenen özel oturumda Osterhaus’un bağlantıları didik didik edildi. Ancak meclis ülkedeki bir numaralı sağlık otoritesi olarak gördükleri profesör ile bağları koparmamayı kararlaştırdı. Şimdi ise Rus meclisinde (Duma) bir hazırlık yapılıyor. Duma’nın Sağlık Komisyonu Cenevre’deki WHO temsilcilerine iddiaların detaylı bir şekilde incelenmesi talimatı verdi. Profesör David Salisbury - SAGE’nin üyesi - İngiltere’deki imunizasyon programının başkanı İlaç şirketlerine danışmanlık yapıyor. Prof. Albert Osterhaus - Avrupa İnfluenza Bilimsel Araştırma Grubu’nun Başkanı. - Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) danışma kurulu olan SAGE’nin üyesi. Hatta WHO, domuz gribiyle ilgili olarak “küresel salgın” kararı aldığında SAGE’ye başkanlık ediyordu. - Aşı geliştirip üreten Viros Cope adlı bir şirketi var. - Aynı zamanda Roche, Novartis, Baxter, Medimmune, Glaxo, Sanofi Pasteur gibi ilaç şirketlerine maaşlı danışmanlık yapıyor. Profesör Arnold Monto - SAGE’nin üyesi - Burundan verilen domuz gribi ilacını üreten Medimmune, Glaxo ve Viro Pharma şirketlerine danışmanlık yapıyor Profesör Frederick Hayden - SAGE’nin üyesi - Bir numaralı aşı üreticileri Roche ve Glaxo’nun maaşlı danışmanı. DOKTOR GRİP’İN İŞİ Mİ? Rotterdam Üniversitesi Profesör Albert Osterhaus, dünyada grip konu olduğunda akla gelen tek isim. Hatta bu nedenle kendisine bilim dünyasında takılan ad: Doktor Grip. SARS ve kuş gribi paniklerinde hep Dünya Sağlık Örgütü’nün krizi önlemek için başvurduğu ilk isim o oldu. Harvard Üniversitesi: Salgın çok şiddetli değil ABD’li ve İngiliz bilim adamları domuz gribi salgının dünyayı tahmin edildiği kadar şiddetli vurmadığını öne sürdü. Amerika’daki Harvard Üniversitesi ve İngiliz Tıbbi Araştırma Konseyi tarafından yürütülen araştırmalarda ABD’deki domuz gribinden ölüm oranları ve önceki grip sezonlarındaki ölüm oranları incelendi. Buna göre domuz gribinden ölüm oranı her yıl grip yüzünden ortalama 36 bin kişinin yaşamını yitirdiği ülkede, ortalamanın biraz altında kalabilir ya da en kötü ihtimalle bunun çok az üzerine çıkabilir. Ağustos ayında ABD Başkanı’nı bilgilendiren Bilim ve Teknoloji Danışmanları Konseyi tarafından hazırlanan bir raporda domuz gribinden ölü sayısının 30 bin ile 90 bin arasında olacağı hesaplanmıştı. Harvard Üniversitesi profesörü Marc Lipsitch, hatalı olduğunu öne sürdüğü bu tahminin sınırlı verilerle yapıldığını söylüyor. WHO açıklama yaptı: İddialar kesinlikle asılsız İDDİALAR üzerine WHO sözcüsü Gregory Hartl, bir açıklama yaptı. WHO toplantılarına ilaç sektöründen temsilcilerin bulunmasının doğal olduğunu söyleyen sözcü, toplantıda bulunan temsilcilerin hiç söz hakkı olmadığını ve toplantının gidişatını etkilemediğini sözlerine ekledi ve “Aşı yapıyoruz ve bu yüzden aşının içinde olanları bilmemiz gerek” dedi. WHO’da çalışan herkesin geçmişlerinin çok sıkı bir biçimde incelendiğini açıklayan Hartl, adı skandala karışan Frederick Hayden’in Dünya’daki en iyi virolog olduğunu ve grip hakkında birşey sorulması halinde cevap verecek ilk kişinin Hayden olması gerektiğini belirtti. WHO’nun çalışanlarının finansal geçmişlerini kamuoyuyla paylaşmalarının şimdilik mümkün olmadığını söyleyen Hartl WHO’nun özgür bir kurum olduğunu açıkladı. Türkiye’de son bir haftada 112 kişi öldü SAĞLIK Bakanlığı’ndan yapılan yazılı bir açıklamada, Türkiye’de domuz gribinden son bir haftada 112 kişinin öldüğü, toplam ölü sayısının ise 353’e yükseldiği açıklandı. Bakanlığın verilerine göre ölenlerin 121’i, yani yüzde 35’i 50 yaş altındaki, daha önce sağlıklı olduğu bilinen kişiler. Halen pandemik grip sebebiyle hastanelerde yatan hasta sayısı 306...

8 Aralık 2009 Salı

DERSİM İSYANI

Konu: Dersim'de ne oldu Atatürk ne yaptı? (2) > > Kürtçülerin ve Fethullahçıların yalanlarını belgelerle çürütüyoruz! > > > Varan 1: İsyanın lideri Seyit Rıza bir tarikat şeyhi ve aşiret reisiydi > > Kendisine solcuyum, ilericiyim, sosyalistim diyen bir insanın Dersim isyanını savunması kadar komik bir şey olamaz. Çünkü Dersim isyanı kesinlikle bir halk hareketi ya da ilerici bir ayaklanma değildir. > > İsyanın lideri Seyit Rıza, Dersimli bir aşiret reisidir. Ve Atatürk Dersim’deki aşiret yapısını ortadan kaldırmak istediği için ayaklanmıştır. Seyit de zaten bir isim değil, Peygamber soyundan gelen Şeyh anlamında yerel bir dini ünvandır! Anlayacağınız, Dersim isyanı, bir derebeyinin, bir dini liderin, bir tarikat şeyhinin, bir aşiret reisinin Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanmasından başka bir şey değildir. Bu anlamda Menemen ayaklanmasından hiçbir farkı yoktur. > > > Varan 2: İsyancılar Fransız işbirlikçisiydi > > Bütün diğer Kürt isyanları gibi Dersim isyanı da emperyalistlerin kışkırtma ve desteğiyle başlamıştır. Nasıl Şeyh Sait isyanı Musul-Kerkük meselesinin görüşüldüğü bir dönemde İngilizler için bir koz olduysa, Dersim isyanı da Hatay meselesinin tartışıldığı bir dö nemde Fransızlar tarafından kullanılmıştır. Nitekim, isyancıların üzerinden Fransız ordusuna ait silahlar çıkmıştır. Elebaşlarından Nuri Dersimi de, isyan bastırılınca Fransız mandası altındaki Suriye’ye kaçmış ve Fransız Hükümeti’nin koruması altında yaşamıştır. Bugün “Dersim’de katliam yaşandı” yalanlarının da AB koruması altındaki sempozyumlarda dile getirilmesi bu nedenle bir tesadüf değilir. > > > Varan 3: Seyit Rıza İngiltere’den destek istedi > > > Dersim isyanının lideri Seyit Rıza’nın isyan sırasında İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 30 Temmuz 1937 tarihli şu mektup Kürt isyanlarının işbirlikçi karakterinin en açık delillerinden birisidir: > > “Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına, > > Yıllardır, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor. Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930’da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor. Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım. > > Seyit Rıza Dersim Başkomutanı” > > > Varan 4: Türk komünistleri ve Komünist Enternasyonal de isyana karşı çıktı > > O dönem Türkiye Komünist Partisi de Komünist Enternasyonal de Dersim isyanının feodal ve gerici bir ayaklanma olduğunu tespit etmişti: > > “İki ayı aşkındır Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Dersim, Türkiye'nin ulusal ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Öyle ki başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim'de iş yapmayı göze alamazdı. Devletin Dersim'de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır. Dersim’in hakim tabakaları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasa dışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir. (...) Amacı, göçebeliğe son verme ve aşiret reisleriyle (şeyhler, beyler, ağalar ve seyyitler) onların kiralık adamlarını Batı Anadolu’nun modernleşmiş vilayetlerine sürme hedefini güden bir reform planını zorla uygulamaktı. Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz. İsyanın arefesinde Tapu Kadastro İdaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.” > > Komintern, 1925’teki Şeyh Sait isyanına da şu gerekçelerle karşı çıkmıştı: “Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye'nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir.” > > > Varan 5: İsyan Atatürk’ün baskıları değil > > Atatürk döneminde yapılan köprü ve yollar yüzünden çıktı > > > Dersim isyanı iddia edildiği gibi Atatürk Cumhuriyeti’nin Kürtlere yönelik baskıları yüzünden başlamamıştır. Halka baskı yapmak bir yana, Atatürk, Dersim’deki aşiret yapısını dağıtarak Tunceli halkını özgürleştirmek için büyük çaba göstermekteydi. Şehrin ismi bu yüzden Osmanlı dönemini çağrıştıran Dersim bırakılarak Tunceli olarak değiştirilmişti. Bu nedenle bugün Tunceli ismine tahammül edemeyenlerin, Atatürk’ün Şapka Devrimine karşı çıkanlardan hiçbir farkı yoktur. Çünkü Dersim ismi isyanın değil, halk üzerindeki feodal baskının simgesidir. Tunceli ise o derebeylik baskısını kaldırmak isteyen Atatürk devrimciliğini simgeler. > > Ancak çıkarları zedelenen aşiretler ve “seyit” denilen din adamları Atatürkçü devrimlere karşı çıktılar. Menemen’de yaşanan gerici isyanın bir benzeri böylece Dersim’de başlamış oldu. İsyancıların ilk hedefi de devletin binbir zorluk ve masrafla yaptığı köprüler oldu. Munzur etrafındaki iki dağlık bölgeyi birbirine bağlayan Harçik Köprüsü ilk hedefti. Gericiler, “medeniyet”in bir örneği sayılan köprüye bile tahammül edememişti!Bu yazı şu Siteden alınmıştır:http://www.turksolu.org/sehit/secmedersim1.htm

29 Kasım 2009 Pazar

Dünya bu kehanetleri konuşuyor

O bir kahin.. Bulgaristan’ın bir köyünde yaşayıp orada öldü. Vangelia Gushterova ya da kısaca Vanga Sovyetler'in çöküşünü bildi. Prenses Diana'nın ölümünü de.. 11 Eylül saldırısını ise 10 sene önce söyledi. Kör ve yaşlı bir kadın olan Vanga'nın ölmeden önceki kehanetleri ise akıl dışı... İşte o kehanetler 1- 2008- Endonezya’da çekişme yaşanacak. 4 ülkenin 4 devlet başkanına suikast girişiminde bulunulacak 2- 2010- 3.Dünya Savaşı… Kasım-2010'da başlayacak ve Ekim-2014'te bitecek. Nükleer ve kimyasal silahlar kullanılacak 3- 2011- Kuzey Yarımküreye Radyoaktif serpinti olacak. Hayvanlar ve bitkiler sağ kalmayacak. Müslümanlar, hala hayatta kalmış olan Avrupalılara karşı kimyasal savaş başlatacaklar. 4-2014- Kimyasal savaşın bitmesiyle dünyadaki insanlarının çoğu deri kanseri olacaklar veya deriye bağlı hastalıkları olacak. 5-2016-Avrupa neredeyse boş. Nufüs gittikçe azalıyor… 6-2018-Çin, Yeni Dünya Gücü olacak 7-2023-Dünya’nın yörüngesi hafifçe değişecek. 8-2025-Avrupa hala biraz yerleşim alanı. 9-2028-Yeni enerji kaynağı geliştirilecek. (Muhtemelen termonükleer reaksiyon kontrolü) Açlık problem olmaktan çıkacak.Venus’e pilotlu uzay yolculuğu uygulanacak. 10-2033-Kutup buzları eriyecek. Dünya okyanus seviyesi yükselecek 11-2043 - Müslüman bir devlet yeniden Avrupa'nın tek hükümdarı olacak 12-2046-Yapay organlar üretilecek. Vücut organı değişimi, gözde tedavi yöntemi olacak. 13-2066- Müslümanların elinde olan Roma’ya saldırı sırasında, ABD iklim değişikliği yapan yeni silahını kullanacak.(Ani donma) 14-2076- Sınıf ayrımı kalkacak. Tüm dünyada Komünizm hakim olacak! Bu bilgiler: http://haber.mynet.com/ adresinden alınmıştır.

20 Kasım 2009 Cuma

DAĞ YEMİŞİ

Fundagiller familyasındandır. Diğer adları Ayı yemişi, Dağ yemişi, Dağ çileği, Hoca yemiş, Davulga, Yağma. 3-6 metre boylarında, kışın yapraklarını dökmeyen, sonbaharda yeşilimsi ve beyaz çiçekler açan, çalı görünümünde bir ağaççıktır. Sonbaharda olgunlaşanca turunculaşan, 1-2 cm çapındaki küremsi meyveleri çiğ olarak yenir, ezmesi yapılır. 4.5-8 cm uzunluk ve 2-3.5 cm genişlikteki yaprakların üst yüzü koyu, alt yüzü açık yeşildir, kenarları keskin testere dişli, uçları sivridir. Eylül-aralık aylarında salkımlar halinde beyaz ve açık pembe çansı çiçekler açar. Bunların yerlerinden çıkan 1-2 cm çapındaki, saplı, küremsi, pütürlü meyveler Önceleri yeşilken sonbaharda kırmızı, bazen de turuncu renge dönüşürler. Bitkinin kömür yapımına uygun, sert, ağır bir odunu vardır. Gövde kabuğu da deri tabaklamada kullanılır. Bir Akdeniz bitkisidir, maki topluluğunun elemanlarındandır. Ege, Marmara ve Batı Karadeniz bölgelerimizde bulunur. Gövde ve dal kabukları koyu kahverengi ve kırmızı renktedir. Yapraklar tanen, arbutin, metilarbutin, fenol türevleri; mayhoş meyveler şeker ve C vitamini içerir. Bitkinin yapraklan kurutulup, ishal giderici, mikrop öldürücü olarak, idrar yollan hastalıklarında kullanılır. Bunun için 10-20 gram kuru yaprak üzerine 1 litre (5 bardak) kaynar su dökülüp, 10 dakika demlendirildikten sonra günde üç kez birer bardak içilir. Yüksek miktarda C vitamini taşıyan meyvelerin de ishal ve öksürük

5 Kasım 2009 Perşembe

http://www.kendinyapsitesi.com/

Yukarıdaki siteden alınmıştır.Çok güzel olmuş ,bu site adresinde her türlü icatlar vardır.Bu güzel hizmetten dolayı emeği geçenlere teşekkür ederiz

29 Ekim 2009 Perşembe

ÖLÜMSÜZLÜK ARTIK GERÇEK OLDU

ABD'de yaşayan Ukraynalı tıp profesörü Konstantin Rasin'in, kendi geliştirdiği atom çekirdeği yapımı teorisi ile insanın ölümsüzlüğünün önünü açtığı öne sürüldü.Ukrayna'daki 'UNİAN Ajansı' Ukraynalı bilim adamının biyosibernetik alanındaki çalışmasının, beynin fonksiyonlarını yitiren parçalarının yerine protez yerleştirilmesine imkan tanıdığına ilişkin iddiayı yayınladı. Prof. Rasin, "Biyosibernetik alanındaki son teknoloji sayesinde, çok yakında beynin farklı parçalarının yerlerine protez takılabilecek" iddiasında bulunurken ölen insanların kişiliklerinin kopyalanmasını sağlayacak sensörlerin yapımının da mümkün olduğunu savundu. Prof.Dr. Konstantin Rasin "Artık kimse buna fantezi ya da masal gözüyle bakmıyor. Bu, gerçek" diye konuştu.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Bir kadının Dev bir Yılana Denizde Sarılarak Yaşama Tutundu

Güneydoğu Asya?yı vuran deprem ve tsunami felaketinden en çok etkilenen bölgeler arasında yer alan Endonezya?nın Aceh bölgesinde bir kadının dev bir yılana sarılarak mucizevi şekilde dalgalar tarafından yutulmaktan kurtulduğu ortaya çıktı. Aceh?te kiralık çadırda kalan 26 yaşındaki Riza, Aceh?te yaşadığı korku dolu saatleri Antara Haber Ajansı?na anlattı. Riza?nın ifadelerine göre genç kadın pazar sabahı çadırında yatarken birden deniz suyu ile çamur, kaya ve kütük yığınlarının bulundukları bölgeyi bastığını farketti. Akıntı Riza ve arkadaşlarını sürüklemeye başlarken genç kadın komşusu ve ikiz kızlarını fark etti. Yüzerek kızların yardımına koşan Riza, yaralı kadının ?Lütfen çocuklarımı kurtar? diye bağırdığını duydu. İkizleri sırtına alan genç kadın hayatta kalmak için dalgalarla boğuştuğu sırada telefon direği uzunluğunda bir piton gördü. ?Çok garip, ama o anda hiç korkmadım? diyen Endonezyalı kadın sırtında ikizler olduğu halde hiç teraddüt etmeden akıntı içinde süzülen dev yılana sarıldı. İçgüdüleriyle yolu bulan piton, Riza ve iki çocuğu su seviyesinin 1 metre kadar olduğu yere kadar götürdü. Halen Bandar Blan Bintang bölgesinde bir sığınma kampında kalan Riza, ?Tanrıya şükürler olsun. O trajediyi asla unutmayacağım? dedi

14 Ekim 2009 Çarşamba

Sorun Çözme Kabiliyeti" Niçin Önemli?

Önce birkaç tanım! Bu yazının amaçları açısından, bir birey, kurum, kesim ya da bunlardan oluşan toplumun Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK), "karşılaşabilecekleri sorunlarla başa çıkabilme düzeyi" olarak kullanılmaktadır. Bir diğer tanım ise, "sınırlı kaynakların doğru önceliklere tahsis edilip, onların uygun sorun çözme araçları ile kullanılabilmesi" olabilir. Mutlak bir SÇK'nden söz edilemeyeceği; ancak bir diğer birey, kurum, kesim ya da topluma göre SÇK'nin söz konusu olabileceğine de işaret edilmelidir. SÇK'nin doğrudan ölçülendirilebilmesi yerine ancak bir istatistiki kararlılıktan söz edilebilir. Örneğin bir kurum karşılaştığı sorunlarla başetmekte -istatistiksel olarak anlamlı sayılabilecek bir tekrarlılıkta- yetersiz kalıyor, bir diğer kurum daha az yetersizlikle karşılaşıyorsa ilk kurumun SÇK düşüktür denilebilir. Bu açıklamanın ışığı altında SÇK yetmezliği içinse şu basit tanım yapılabilir: "Bir toplumun karşılaştığı sorunlar karşısında, karşılaştırılabilir toplumlara göre, sürekli denilebilecek şekilde daha fazla zarar görmesi hali". Bu açıklamalar içinde sıkça kullanılan "sorun" terimi ise, "istenmedik bir durum ya da istendik bir durumun karşısındaki engeller" ya da akademik bir tanımla "mevcut durum ile istendik bir durum arasındaki farklılık" olarak anlaşılmalıdır. Ve nihayet "sorun çözme" deyimiyle, "bir sorunun yol açtığı rahatsızlığın, daha katlanılabilir bir düzeye -tamamen yok etmek de dahil- indirilmesi" kastediliyor. Toplumlar arasında SÇK farkı var mı? Doğrudan ölçülemeyen, ancak birden fazla öğenin[1] karşılaştırılmasıyla ifade edilebilen SÇK (ya da yetmezliği) bu öğelerin tümü birbirine eşit olamayacağına göre, toplumdan topluma değişik olacaktır. Bu beklendik bir durumdur, ama esas sorulması gereken, bu farklılıkların o topluluklar açısından ne anlama geldiğidir. SÇK yetmezlikleri "gelişmişlik-az gelişmişlik" boyutunda farklılıklar mıdır, yoksa "derin, geri döndürülemez" sonuçları olabilecek esaslı farklar mıdır? Bu konuda 15 yıldır çalışan bir vakfın[2] çalışmaları sırasında, SÇK yetmezliğine yaklaşımlar açısından şu kümelenmeler belirginleşmiştir: o "Herkes ne kadar çözüyorsa biz de o kadar sorun çözebiliyoruz; farklılıklar olabilir ama bunun önemli bir sonucu yoktur" kümesi (~ % birkaç), o "Belki bu da bir sorundur, ama zaten o kadar çok ve önemli sorun var ki" kümesi (~ % 95), o "Bu bir toplumun en temel sorunudur, bunu dikkate almayan toplumlar sürekli olarak hayaletlerle boğuşurlar; bu gerçeğin farkında olanlarca sömürüe sömürüle yok olur giderler" kümesi (~ % birkaç). Sömürü: En yaygın refah sağlama yolu! Ahlaki öğretiler, iktisat kitapları, filozoflar ne söylerse söylesin, insanlık tarihi -giderek artan ölçüde- bir sömürü tarihidir. Antik çağlarda küçük ölçekli ve -bugünlere göre- masum sayılabilecek düzeyli, sadece insan emeği çevresinde uygulanan sömürüler, giderek bilim-teknoloji ve askerlik mesleğinin de desteğini arkasına alarak artık sadece insana değil onun tüm yaşam çevrelerini de kuşatacak genişlik ve karmaşıklık düzeyine erişmiştir. Sömürüyü önlemek üzere geliştirilmiş tüm önlemler vicdani bir rahatlama etkisi dışında maalesef anlamlı bir etkiye sahip olamamış, sadece o önlemlerin çevresindeki cılız örgütlenmelere yol açmış; hatta, kök sorunların anlaşılmasını perdelediği için -niyet o olmasa da- sömürünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bunun bir nedeni, özellikle de sömürü ölçeği bireyselden toplumsala doğru büyüdükçe, kullanılabilecek araçların çeşitlenmesi ve çeşitli yollarla perdelenebilmesidir. Denilebilir ki bir toplumun sömürülmesi, bireyin sömürülmesinden çok daha kolaydır. Diplomasi, askeri güç, istihbarat servisleri, medya gibi araçlar, çeşitlenmenin ancak bir bölümüdür. Bir diğer -ve daha geçerli- nedeni, tüm insan ve insan topluluklarının, aralarındaki tüm farklılıkları bir yana bırakarak "refaha erişme" konusundaki uzlaşısını gerçekleştirebilecek en "verimli" aracın toplumların birbirlerini sömürmesi oluşudur. Dünya yüzündeki tüm resmi ve gayrı resmi savaşlar bir uzlaşmazlığın değil, sömürü çevresindeki derin uzlaşının sonucudur. Uzlaşmazlık sadece kimin ne kadar pay alacağı ile ilgilidir. Bu durumun evrensel ahlak, hak, hukuk ve değerler karşısındaki kabul edilemezliği, katı gerçeği değiştirmemektedir. Yarınlarda da böyle mi sürer, insanlık durup dururken birdenbire uzaydan gelenlerce yola getirilir mi, yoksa mehdi çıkar gelir her şeyi düzeltir mi bilinmez ama binlerce yıldır durum budur. Ama bunun için sömürüleceklere ihtiyaç var! Sömürenler ancak sömürülebilenler var olduğunca var olabilirler; yoksa da yaratılmalıdırlar. Ayrıca, her toplum -uygun araçlar kullanılabilirse- belirli ölçülerde sömürülebilir. "Sömürülebilenler" kimlerdir? Bir topluma onlarca ayrı kaynaktan olşmuş bir "kaynaklar topluluğu" olarak da bakılabilir. Başta insan kaynakları olmak üzere, su kaynakları, enerji kaynakları, maden kaynakları, coğrafi konum kaynakları, toprak kaynakları, orman kaynakları ve daha nicesi. Her kaynağın yönetimi -başlangıçtaki "sorun tanımı" nedeniyle potansiyel birer sorun kaynağıdır. İşte aranan da budur! Bu kaynakların yönetimlerindeki "sorun"lar açısından Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezlikleri, aranılan "sömürülmeye açıklık" alanlarıdır. Yani her nerede bir SÇK yetmezliği varsa orada muhakkak bir sömürülmeye açık alan var demektir. Değişmez eğilim: Alan yoksa yarat, varsa genişlet! Madem ki refah sağlamanın en kestirme yolu SÇK yetmezliği üzerinden geçer, o halde uluslararası ilişkilerin bir altın kuralı da ortaya ortaya çıkıyor: o En yakınındakilerden başlayarak SÇK yetmezliği olanları sapta, o Yok ise, mevcut sorunlardan koz üreterek, sorunların karmaşıklığını o toplumun SÇK sınırları üstüne çıkar, o Var olan sorunları ise yine koz yoluyla derinleştirerek SÇK yetmezliği alanı yarat, o Bu alanın kendi kendini besleyebilirliğini sağlamak için özgün önlemler (eğitimde ezber, öğretmeye dayalı eğitim anlayışı, kuşkusuzluk, kesin yargılar, inançlar gibi) geliştir ve bu alanları kullanarak sömür! Uluslararası ilişkilere bir de buradan bakılırsa, anlamsız gibi görünen nice olayın anlam kazandığı görülür. Çözüm var mı? Çözüm öncelikle "sömürüye açık alanların SÇK yetmezliği ile sıkı bağlantısını" farketmek, o bağlantıyı iyice anlamaya çalışmak, sonrasında da refah sağlamak için sömürülecek birilerini aramak değil, sömürüye açık alanlar yaratan SÇK yetmezliğini gidermeye çalışmak olabilir. Şimdi tekrar sorgulamak gerekir: SÇK yetmezliğinden daha öncelikli bir sorunumuz olabilir mi? Yazan :M.Tinaz TİTİZ

27 Eylül 2009 Pazar

HUZUR DUASI

ALLAH,BANA DEĞİŞTİREMİYECEĞİM ŞEYLERİ KABUL ETMEM İÇİN SAKİNLİK. DEĞİŞTİREBİLECEKLERİMİ DEĞİŞTİRMEM İÇİN CESARET, VE ARALARINDAKİ FARKI ANLAMAM İÇİN AKIL VERDİ AİLE İÇİ SORULMASI GEREKEN ÜÇ SORU. 1- Şu anda sahip olduğunuz aile sizi mutlu ediyor mu ? 2-Sevdiğiniz ve güvendiğiniz sizi seven ve size güvenen insanlarla dostlarla mı yaşadığınızı düşünüyorsunuz ? 3-Ailenizin bir üyesi olmak eğlenceli ve heyecanlı bir şey mi ? Bu üç soruya da cevabınız evetse , en iyi aile ortamına siz sahipsiniz. Ne Mutlu size.

22 Eylül 2009 Salı

Bu matematik nasıl oluştu ?

Bu matematik nasıl oluştu, nereye kadar götürür, yoksa idrak sınırımızı o mu belirliyor? Gökteki Pi[1] "Gökteki Pi" adlı kitapta, bugün kullandığımız matematiğin dayandığı köklerin insanlığın ilk zamanlarındaki ilkel sayma ihtiyaçlarına dayandığını, sonra da ihtiyaçlar karmaşıklaştıkça matematiğin de ona paralel olarak nasıl evrimleştiği çok güzel tanıtılıyordu. Tamamen yaşamsal ihtiyaçlar nedeniyle ortaya çıkan "sayma" (ve onun doğal uzantıları olan geriye sayma, ardışık toplama ve ardışık çıkarma) günümüz matematiğinin 4 işlemini oluşturdu. Daha sonra ortaya çıkan ileri hesaplama tekniklerinin temeli hep "sayma"ya dayalıdır. Geleneksel matematikte 1+1=2 iken gerçek yaşamda bu eşitlik ancak bir dizi koşul varsa geçerlidir. Buna göre 1+1'in kaç edeceğini zamana, zemine ve diğer koşullara bağlayan, (+) operatöründen daha farklı -hatta kişiye özel- bir operatör icat edilemez mi? Örneğin (1 © 1=2), perşembeleri hariç 1+1=2 olup diğer günler belirsizdir . Şimdi bir soru! Acaba "sayma" ile "idrak" arasında bir bağlantı var mıdır? Şayet varsa, başka bir "başlangıç kavraşımı[2]"na dayalı başka bir matematik bugünkünden farklı bir idrak'e yol açar mıydı? Ya da soruyu tersinden soralım: Acaba idraki daha yüksek insanlar -dahi bilim insanları, sanatçılar, düşünürler gibi-, sayma yerine daha farklı bir "başlangıç kavraşımı"na mı kullanırlar? Ama ilk adımda -kesin olmasa da- mümkün gibi görünen, idrak denilen "kavrama modeli"nin bireye özgü olabildiği, bir yandan da sosyalleşme yoluyla ezberlenerek, sanki tüm insanların idraklerinin tek tipmiş izlenimi verdiğidir. Bir diğer güvenli sonuç da, matematiğin çeşitli idrak araçlarından birisi olduğudur. Başka bir soru: Acaba ateş veya tekerlek icat olmasaydı ne olurdu? Tekerlek ve ateş için insanlığın en büyük iki buluşu denilir. Gerçekten de keşif ve icatlar için "ardından tetiklediği gelişmeler" şeklinde bir dereceleme yapılsaydı muhtemelen bu iki buluş açık ara önde olurdu. Peki bu yüksek dereceleme puanı, "bunlar bulunmasaydı daha yüksek ardışık etkileri olabilecek buluşlar mümkün olamazdı" gibi bir çıkarsamayı da beraberinde getirir mi? Hayır, belki de çok daha ilginç başka buluşlar mümkün olabilirdi. Örneğin, birileri çıkıp da "yerle teması olan icatlar günahtır" deseydi acaba daha iyi icatlar yapılabilir miydi? Belki hayır belki evet! (Tanrı kelamının matbaada basılması günahtır yasaklamasının matbaadan daha iyi bir buluşumuza yol açamayışı ya da yıldızların sırrını anlamaya çalışmak günahtır önleminin daha iyi bir gözlemevi buluşumuza yol açamayışı bu topluma özgü bir sorun çözme kabiliyeti yetmezliği[3] olabilir). Özellikle tekerlek o denli yararlı bir buluştur ki, icadından bu yana geçen yaklaşık 6000 yıldan bu yana, onun yerini tutabilecek (örneğin yer çekimi veya sürtünmeyi yokederek) icatlar üzerinde son 50 yıldır (uzay çalışmaları nedeniyle) durulmaya başlanmıştır. Üstelik de 7 milyarlık nüfusun milyonda biri kadar bile olmayan bir araştırmacı nüfus tarafından. En yararlı buluşlar, o alanın önünü en çok tıkayan buluşlardır. Benzin motoru o denli kötü bir icattır ki, ilk benzin motorlarının verimleri %3 kadardı. Akümülatör kadar ilkel bir enerji saklama aracı ancak benzin motoru ya da akkor telli elektrik ampulü olabilir. Bunun içindir ki bu üç icat üzerinde inanılmaz ölçüde büyük paralar harcanarak geliştirme çalışmaları yapılıyor. Acaba saymaya dayalı matematik de idrakimizin önünü tıkamakta mıdır? Ya da dahiler daha verimli idrak araçlarına mı sahiplerdir? Her sorun türü için ayrı bir matematik! Von Neumann, Los Alamos'taki atom bombası yapım çalışmalarına katılmış bir bilim adamıdır. İkinci Dünya Savaşı'nı bitirmek için ümitlerini çok güçlü bir silaha bağlamış A.B.D., Los Alamos'ta bir tutsak kampına benzeyen ve bir general tarafından yönetilen bir geliştirme kampüsü oluşturmuştu. Bir an önce bombanın geliştirilmesini bekleyen kampüs komutanı, bir gün çalışmaların yavaşlığından yakındığında Von Neumann'ın kendisine verdiği cevap ilginçtir: Sayın general, şu anda sahip olduğunuz klasik silahlar bildiğimiz fizik ve matematiğin ürünleridir; siz bundan fazlasını istiyorsunuz. Biz de bu yeni silahın önce matematiğini geliştirmeye çalışıyoruz! Her ne kadar geliştirilen ve birkaç ay sonra ilk denemelerini başarıyla(!) geçiren atom bombası da "sayma" temelli matematiğin türev tekniklerini kullanıyorsa da bu anektod, daha karmaşık gerçekliklerin anlaşılması / açıklanabilmesi için ayrı matematik (ve ayrı fizik, ayrı kimyalar) gerekebileceğini gösteriyor. Aynen Bach'ın http://www.youtube.com/watch?v=xUHQ2ybTejU adresindeki Mobius şeridi biçimindeki sonsuz eserindeki yaklaşım gibi! En iyi matematik hangisidir? Bir kapı yapmak niyetindeki marangoz kuşkusuz diferansiyel denklemlerden, sanal sayılardan, tensor analizinden yararlanabilir. Ama dört işleme dayalı basit aritmetik onun işini pekala görecektir. Toplayacağı paraları kredi olarak müşterilere yansıtmak isteyen bir bankanın ise, gereken risk hesaplamalarını yapabilmesi için biraz daha karmaşık bir matematiğe ihtiyacı olacaktır. Newton fiziği, uzay araçlarının buluşmalarına ilişkin karmaşık hesaplamalar için dahi yeterli bir fiziktir. Ama parçacık boyutuna inildiğinde Newton fiziğinin birçok kuralı geçerliğini yitirmekte, bu defa kuantum fiziği yasaları gündeme gelmektedir. Buradan görülebileceği gibi herhangi bir "sistem" için bir iyilik / yararlılık ölçütü aransa, muhtemelen en basiti, "durumları ifade etmeye ne ölçüde yatkın olduğu" olurdu Şöyle bir iddia ne demektir: Benim matematiğim, fiziğim her şeyi açıklar? Bunun saçma bir iddia olacağı bellidir. Marangoz için geçerli olan matematikle atom bombası yapılamadığına, atom altı parçacıkların hareketleri Newton fiziği ile açıklanamadığına göre, güvenli bir söylem ancak "benim matematik, fizik ve kimyam (yani idrakim), ancak bir sınıra kadar olayları açıklayabiliyor; gerisini -daha uygunlarına sahip olana kadar- açıklayamıyor". İdrakimizin sınırlılığını ifade etmeye utanıyor muyuz? Her insanın idrakinin sınırını belirleyen çeşitli öğeler olduğu belli. Kimi kalıtsal, kimi öğrenilmiş, kimi ezberlendiği için sorgulanmayan faktörler, bireysel idraklerin kavrayabilirlik sınırlarını tanımlıyor. Ama her ne hikmetse, insanlar -nasıl ki boylarının kısalığını gizlemeye, zeka ve bilgi eksiklerini örtmeye çalışıyorlarsa- idrak eksiklerini ifade etmeye çekiniyorlar. Çekiniyorlar ve idraklerinin sınırlı olabileceğini basitçe söylemek yerine kendilerini ait saydıkları kampların söylemlerini benimsiyorlar. Yaratılış ve evrim! Yurtdışında da yaygın olan bu tartışma son aylarda Türkiye gündemine de taşındı. Bir TV kanalında, önce yaratılış yandaşları sonra da evrim kuramını savunanlar çıkarılarak sorun çabucak çözülmeye çalışıldı. Bu arada da moderatör -güya- yansız olarak tartışmaları yönetti. Yaratılış yandaşları için herşeyi açıklamak son derece basit: Tüm olup bitenler tanrının rızası ile olmaktadır, nedeni sorgulanamayacak şekilde her şey açıktır. (Bu basit kuralın açıklayamayacağı hiçbir olay olamaz). Yaratılışçılar, kendi kendini -yoktan- var eden tanrının, tanım itibariyle böyle olduğu[4], dolayısıyla da bunun "nasıl"ının sorgulanmasına gerek olmayacağı ve de bu olgunun idrak edilebilir olduğunu savunuyor. Evrimi savunanlar için ise bilimin, o anki bilinenlerin tanımladığı alandaki olayları açıklayabildiği, bunun dışındaki soruların cevapları için ise, bilimin 7 adımlık prosedürüne[5] uygun bir açıklama yapılabilene kadar bir cevapları olmadığı şeklinde. Burada dikkat edilecek nokta, idrak dışılığa bir atıf bulunmadığı, açıklanamayan olayların bu prosedüre göre henüz irdelen(e)mediğinin belirtilmesi. Evrim savunucuları örneğin Big Bang öncesi ne oduğunu açıklayamıyor, ama daha ileride açıklanabileceğini savunuyorlar. Her iki kesimin de hiç kuşkulanmadıkları tek ortak nokta, olan biten her ne varsa idrak sınırlarımızın içinde olduğu, şimdi açıklandığı ya da ileride açıklanabileceğidir. Ve şu unutuluyor ki, belki -hatta büyük olasılıkla- bazı olaylar idrak sınırlarımız dışındadır; ne bildiğimiz fizik ve matematikle ne de anladığımız anlamda bir yaratıcı ile hiçbir zaman açıklanamayabilir. Bu zihinsel kargaşanın başlıca nedeni sorgulamaya kapalı (ezberlenmiş[6]) doğrular ve o doğruları temel almış kendini beğenmişliktir. Bir alçak gönüllülükle, olan bitenin -o da küçücük bir parçasını- idrak edebildiğini "sandığını" söylemek yerine, "bu işlerin kesinlikle bir akıllı tasarımcının müdahalesi olmadan meydana gelemeyeceğini" ya da aksine, "bütün bunların kesinlikle daha iyilerin seçimiyle meydana çıktığını" savunmak arasında önemli bir fark var mıdır? Bütün bu iddialara bakınca insan ister istemez Matrix filminde Neo ile Morpheus arasındaki konuşma akla geliyor: "ister misin bizi birileri bir yerlerdeki tarlalarda yetiştirip buralara gönderiyor olsun!". Yeni bir matematik ihtiyacı? Kesin doğrulara dayalı iddialar yerine, idrak sınırımızı geliştirecek daha esnek bir düşünme sistemine ve onun aracı olan bir yeni matematiğe ihtiyacımız var gibi görünüyor[7]. Aynen, matematik gibi bir ifade aracı olan dilin çoğu yerde yetersiz kalması nedeniyle sorun alanına özgü yeni dillerin geliştirilişi gibi[8] Yazarı: M.Tinaz TİTİZ

12 Eylül 2009 Cumartesi

ZİHİNSEL VİRÜSLER

No 1-“BAŞKASI YAPMASIN, BEN DE YAPMAM” Önümüzdeki birkaç hafta, toplum yaşamımızı şekillendiren değer ölçüleri içinde yer alan birkaç virüsü tanıtmak istiyorum. Bu hafta sıra en masum görünüşlü, fakat en öldürücü olanında: “Başkası yapmasın, ben de yapmam!” “Güvenlik Şeridi: Güvenlik şeridinde araç sürmek başkalarının yaşamlarına kasdetmekle eşdeğerdir. Taammüden cinayetle, ambulansın geçebileceği tek yolu kapatmak arasındaki tek fark, halkımızın bu konudaki bilinçsizliğidir. Yoksa insan, gözünün önünde işlenen bu dizi cinayetlere kayıtsız kalabilir mi? Batı medeniyetiyle bizi ayıran şey ne islam ne de gelirimizin düşüklüğüdür. Esas ayıran, işte bu ve benzeri konulardaki duyarsızlığımızdır. Gelişmiş toplumların insanları, bu kayıtsızlığımızı kendilerinin yüzlerce yılda inşa ettikleri medeniyete bir saldırı olarak görüyor ve bu yüzden de bizden nefret ediyorlar. Biz ise bunu hala anlamıyor ve Avrupa Birliği'ne girerek bu nefreti sempatiye çevireceğimizi zannediyoruz. Bu boşunadır. İşte Türklerin trajedisi özet olarak budur. Bütün bunlar böyledir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben de güvenlik şeridini kullanıyor, zaman zaman kırmızı ışıkta da geçiyorum. Ama bunu birçok insan yapıyor. Onların yapmasına engel olunsun ben de seve seve uyarım.” Ezber: Ezber zihinsel soykırım demektir. Bir toplumu tankla topla yıkamayabilirsiniz. Ama uzun vadede en etkin silah, o toplumun bireylerinin düşünme yetilerini zayıflatmaktır. Kendisine belletilenleri, tek ve değişmez doğrular olarak benimsemeye koşullandırılan çocuklardan ne vatandaş, ne bilim adamı, ne politikacı ne de bir başka şey olur. Nitekim olmuyor da. Her gün yakındığımız çeşitli sorunların altında, bellediği kalıpların dışına çıkamayan, icadı ayıp sayan, “hareketli ceset” benzeri insanlar yatmıyor mu? Bu cinayeti bir an önce durdurmak gerekir. Okullarda öğretilen her şeyin, belirli koşullara “göre” olduğu, o koşullar değiştiğinde doğruların da değişeceği öğretilmelidir. Ama ne yapayım ben de bir öğretmen olarak mevcut sistemin dışına çıkamıyorum. Çünkü, başta ezber yaptırmadığını iddia eden okullar dahil herkes ezbere dayalı öğretme yaptırıyor. Eğer bana emir verilir ve başkaları da terk ederse ben de katiyen ezber yaptırmam, ben ezbere karşıyım.” Rüşvet: Eğer rüşvetin tanımına dikkat edilirse toplumda ne denli yaygın olduğu hayretle görülecektir. “Elindeki yetkiyi kendine çıkar sağlama yönünde kullanma” biçiminde tanımlanabilecek olan rüşvetin en yaygın olduğu yer politikadır. Elindeki imkanları seçim bölgesine yağdıran bakan, bu imkanları hiç sesini çıkarmadan kabul eden seçmen, aldı-verdi tipi rüşvetler halinde mangalda kül bırakmayan ama bu tür rüşvetleri görmezden gelen basın, bunların hepsi rüşvet olgusunun taraflarıdır. Evet ben de işimi yürütmek için gümrükte rüşvet vermek zorunda kalıyorum. Aksi halde iş duracak. Rüşvet o kadar yaygın ki herkes veriyor herkes alıyor. Başkaları alıp vermesin ben de vermem” Bu ya da benzeri sözler, hepimizin aşina olduğu sözlerdir. Her tür eğriliği yapanların, üstüne üstlük bir de ders verip zeytinyağı gibi üste çıkmalarına imkan tanıyan mantık operatörü, “başkası yapmasın, ben de yapmam” olarak özetlenebilir. Bunun öldürücülüğü, dış kabuğunu saran adalet mesajından geliyor. Ama dış kabuk kaldırılınca altından şu dehşet verici öz çıkıyor: Ben yaptığımı sürdüreceğim, hatta bu konuda etrafa ders dahi vereceğim. Ama ortaya, yerine getirilmesi öylesine imkansız bir koşul atacağım ki herkes beni haklı bulacak. Nasıl olsa binlerce insan arasından bir kişi çıkar ve eğrilik yapar, ben de onu örnek gösteririm. Ayrıca, kimse çıkmasa da ben olduğunu iddia ederim! Acaba, bu tür virüsleri üreten bir laboratuvar var mı? Bunları kimler üretiyor? Kimler etrafa dağıtıyor? Ne ilginç sorular değil mi? No 2-“EVET AMA YİNE DE” Geçen hafta en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya aldığım “başkası yapmasın ben de yapmam”dan sonra bu hafta en az onun kadar sinsi ikinci bir virüsü tanıtacağım. Aslında “tanıtma” sözcüğü buraya pek uymuyor, çünkü hergün defalarca duyuyor, belki de kullanıyoruz. İnsan yaşamını kolaylaştıran şeyler listesi yapsak belki de en başlara yerleşebilecek olanlar, hemen her dakika kullandığımız ve, veya, değil gibi mantık operatörleridir. Bunların, insanlık tarihiyle yaşıt olduklarını kestirmek zor değildir. Ayrıca, isimleri böyle konulmamış olsa da hemen tüm canlıların bunlara benzer operatörler kullandıkları da doğrudur. Bu operatörler bir bakıma yaşamı kolaylaştırırlarken, diğer açıdan bakıldığında yaşamın serbestliklerini sınırlarlar. Örneğin, “bana elma veya armut cinslerinden birisini söyleyiniz” denildiğinde herkes bilir ki, sadece bu iki meyve kümesinden birine ait olan bir cins söylenmelidir. İşte bu bir sınırlamadır ve cevap olarak karpuz demek niyetinde olan birisinin fena halde canını sıkar. Onbin yıldır kullanıla geldiği için insanlığın ortak malı haline gelmiş bulunan bu mantık operatörlerinin belirlediği dar kalıplardan sıkılan bir kısım uyanık insanlar yeni operatörler icat etmiş ve yürürlüğe koymuşlardır. Örneğin, elma veya armut konusunda yapılması istenen tercihe karpuz demek isteyen kişi -ki muhtemelen bizim bir vatandaşımızdır-, yeni bir mantık operatörü düşünmüş ve bu yazıya konu olan 2 numaralı virüsü icadetmiştir. Böylece, normal insanlara göre mesela elma olması gereken yanıt bu defa, “evet elma ama yine de karpuz” haline gelme imkanı bulmuştur. Böyle bir operatörün pratik hayatta bir işe yaramayacağı, bu gibi işlerle uğraşanların vakti bol yapacak işi olmayan insanlar oldukları gibi bir düşünce akla gelebilir. Gerçek ise tamamen farklıdır. Bu ve bu gibi icatlar, onları kullananlara fevkalade rahat bir yaşam sağlarlar. Bu operatörlerin bir üstünlüğü de, kullanımlarının belirli bir meslek, yaşam kesiti gibi sınırlayıcılarla tahdit edilmemiş oluşudur. Bu denli esnek, her duruma bu kadar kolay adapte edilebilen bir başka fiziki araç icadedilmemiştir. Örneğin, bu araçtan bilimsel alanda yararlanmak isteyen bir kişi şöyle bir sav ileri sürmek imkanına kavuşur: “Kıt kaynaklarımızın geniş ihtiyaç alanlarımıza doğru tahsis edilmesi esastır. Bu ilke bilimsel araştırmaların saptanmasında da geçerlidir. Hatta diğer alanlardan daha çok geçerlidir. Türkiye'nin öncelikli ihtiyaç alanlarında araştırma ihtiyacı dururken, bunları dikkate almayan araştırma konularına para harcanması doğru değildir. Bu en azından bilim etiği açısından yanlıştır. Ama ben yine de, bu gibi araştırmaların yapılmasını son derece yararlı buluyorum”. Ya da, “Ezber, çocuklarımızın zihinlerini donduruyor, onların yaratıcılıklarını öldürüyor, onları başkalarına muhtaç insan durumuna getiriyor. Sakalı bıyığı ağarmış insanlar her başları sıkıştıkça kurtarıcı arıyorlar. Bütün bunların nedeni ezber denilen ve kuşku duymadan belleme demek olan ve de genellikle salt bellemek ile karıştırılan illettir. Ama yine de belli şeylerin ezberlenmesi yararlı hatta zorunludur. Ezber olmadan nasıl eğitim olabilir ki?” Veya, “Sigara insan sağlığına zararlıdır, ayrıca çocuklar söylenenleri değil yapılanları taklit ederler. Onlara sigara konusunda ceza uygulayıp bir yandan da sigara içmek açıklanabilir bir olay değildir. Ama yine de zaman zaman içilebilir.” Bu bir iki örnekten görüldüğü gibi, “evet ama yine de” mantık operatörü, yaşamı kolaylaştırıcılık yönünden eşsiz bir araçtır. İnsanlığın ortak değeri haline gelmiş değerlere hiç itiraz etmeden, onların tam terslerini yapma imkanı tanır. Hele yalnız icadeden tarafından değil de başkaları tarafından da kullanılır duruma gelince, bu defa No 1 virüs (başkası yapmasın ben de yapmam) ile birlikte kullanılarak başa çıkılamaz bir güç kazanır. Medeni toplumlar bir yandan evreni anlam yolunda keşif ve icatlar yaparlarken, diğerleri de böyle icatlar yaparlar. Bir toplumsal iyileşme programının ilk ve vazgeçilmez adımı, zihinlerimizin bu virüslerden arındırılması olmalıdır. No 3-“SİYASET, VATANDAŞIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR” İki hafta evvel en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya koyduğumuz “başkaları yapmasın ben de yapmam” dan sonra geçen hafta sıra en az onun kadar tehlikeli olan, “evet ama yine de” virüsündeydi. Bu hafta, virüs üreten virüslerin sonuncusuna sıra geldi. Başlıktan da görüldüğü gibi bu, hem siyasiler hem de vatandaşlar arasında yaygın kabul görmüş olan bir değer ölçüsüdür. Değer ölçülerimizi enfekte eden virüslerin sayısı sadece üçle sınırlı olmalıp belki de yüzlercedir. Bununla beraber, bu üç tanesi en doğurgan olanlardandır. Diğerlerinin çoğu bunların kendi aralarındaki kombinezonlardır. Doğurgan virüslerin tehlikesinin nedeni, genel kabul görmeleridir. “Siyasetin topluma hizmet olduğu, hizmetin en makbulünün de toplumun sorunlarının çözümüne ortam hazırlamak olduğu” gerçeği hafifçe çarpıtılarak bu virüs elde edilmiştir. Topumun sorunlarının çözümüne hizmet etmek, toplumun sorunlarını çözmek olarak değişince, bu virüs ortaya çıkmıştır. Çeşitli TV kanallarında, sokaktaki vatandaşlarla yapılan söyleşilere verilen ortak yanıtlar, komedyenlerimizin eleştirilerindeki ortak tema, gelmiş geçmiş muhalefet, hatta iktidar partilerinin mensuplarının ortak söylemleri hep aynı noktaya yöneliktir: devlet vatandaşın sorununu çözemiyor! Devleti sistemini oluşturan ögeler içinde eleştiriye en açık kesim politikacılar olduğu için de, bu yetersizlik onların bir eksikliği olarak tanılanıyor. İşin kötüsü, politikacı da, sorunları çözmenin kendi görevi olduğu ve de onları çözebilme erkinin kendisinde bulunduğu gibi inançlarla bu işi üstleniyor ve “yakınma yoluyla korunma” gibi bir yolu seçiyor. İçlerinden birilerinin çıkıp da şunu söylemez mi? «Ey vatandaşlar! Herkes söze demokrasi diye başlıyor. Demokrasi, insanların kendi kendilerini yönetmeleri ise, biz sizin sorunlarınızı niçin ve de nasıl çözelim? Sizlerle önce bu konularda anlaşalım. Siz kendi sorunlarınızı çözme yolunda gerekli çözüm araçlarını gerek icat, gerek geliştirme, gerekse kopya yoluyla ortaya koyamıyorsanız, çözümleri başkalarından bekliyorsanız bu demokrasi sevdasından vazgeçin. Demokrasi istiyorsanız sorun çözme becerinizi geliştirmek zorundasınız. Demokrasi aciz insanların sürüler halinde başkalarınca güdüldüğü rejimin adı değildir. Bu becerinizi geliştirme konusunda isteğiniz, enerjiniz, cesaretiniz, sağduyunuz yoksa o zaman da kaderinize katlanın. Bu güç tercihleri yapmadan düze çıkacağınızı söyleyenler ya cahil ya yalancıdırlar, inanmayınız. Ben size açıkça söylüyorum: Eğer bana oy verirseniz sizin sorunlarınızı çözmeye kalkışmayacağım. Sadece, sizin kendi geliştireceğiniz sorun çözme araçlarını kullanabilmeniz için önünüzde engeller varsa ve onlar bizler tarafından konulmuşsa onları -yine sizin çizeceğiniz hareket biçimine göre- kaldırmaya çaba harcayacağım.Haydi yolunuz açık olsun» Zihinsel kurgu (mind set) içindeki bu virüslerden arınmadan birinci lige geçmek mümkün değildir. Nasıl arınırız? sorusunun yanıtı ise basittir: önce, bunun bir sorun olduğunu içtenlikle kabul ederek. ZİHİNSEL VİRÜSLER: No 4-“SANA NE!” Bu hafta sıra, tehlikeli virüslerin sonuncusuna geldi: “Sana ne!” (ve onun türevi “bana ne!”). Demokrasinin başlıca dayanaklarından -belki de bir numaralısı- olan yurttaş denetimini bir anda imkansız kılıveren bu virüsün vatanı belli olmamakla birlikte, ülkemizi pek sevip yaygınlaştığı bilinmektedir. Söylendiği ilk anda, yapılan ve neye dayanılarak yapıldığı pek açık olmayan bir uyarının ahlaki, yasal ya da benzer bir dayanağının sorulması gibi bir çağrışım yaratırsa da hiç öyle bir zorunluk olmadan da özgürce kullanılabilen son derece yararlı bir alettir. Örneğin, resim çeken bir gazeteciyi coplayan polise yanlışlıkla yapılabilecek, “memur bey, sizin görevleriniz içinde resim çekmeyi önlemek de var mı?” biçimindeki bir yurttaşlık görevine karşı normal mantık kuralları içinde söylenebilecek hiç bir şey yokken, bu virüsü kullanarak güzel bir cevap verilebilir. Ya da far ampullerini halojenlerle değiştirerek çocukluğundan beri içinde birikmiş bulunan ezilmişliğini tedavi etmeye çalışan bir sürücüye yapılabilecek “sayın sürücü bey, siz savaşa mı gidiyorsunuz?” gibi bir ikaza karşı “sana ne ulan!” şeklinde gayet anlamlı bir yanıt beklenmelidir. Hemen her durum karşısında hiç bir güçlükle karşılaşmadan işin içinden çıkmanıza, çıkmak bir yana suçlu konumdan güçlü konuma geçmenize yarayan bir araçtır. Bu yanıt biçimi dönerek kendisine yataklık yapacak bir eşleniğini üretmiştir: “bana ne!”.. “Bana ne”, “sana ne” gibi kullanımı rahat bir kavram değildir. Özellikle entel kesim arasında her şeye maydanoz olmak, ama işe yarar bir şey yapmamak pek makbul sayıldığı için öyle uluorta “bana ne” demek ayıp sayılır olmuştur. Bunun yerine, tamamen aynı anlama gelen, üstüne üstlük bir de alacaklı duruma gelme imkanı sağlayan, “bu memleket katiyen düzelmez”, “önce tepeden başlamalı”, dizisine ait kalıplardan bir tanesi kullanılır olmuştur. Sevgili okurlarım, Geçtiğimiz 3 hafta içinde ve bu yazımla biraz şaka yollu sizlere sunduğum bu zihinsel virüslerle mücadele için ne yazık ki kestirme bir yol mevcut değildir. Tek mümkün görünen ve galiba da rastgele insan kitlelerini “ulus”a dönüştüren reçete, toplumumuzun zihinsel kurgusu içindeki tüm değer ölçülerini gözden geçirmektir. Bunun için ne dış yardıma ve ne de devrimlere ihtiyaç vardır. Zihinsel kurgu (mindset) içinde yer alan bu değer ölçülerinin ne denli üretken birer melanet kaynağı olduğunu kabul edenlerin yılmadan, iğnelerle kazacakları kuyulara ihtiyaç vardır. Büyük medeniyetler hep bu türlü kurulmuşlar, yıkılanlar da kestirme yollar ararlarken yok olmuşlardır. Yarın sabahtan itibaren bu toplumsal ayıplar çevresinde duyarlık yaratmak üzere, tek başımıza ya da gruplar halinde, yaratıcı fikirlere dayalı çözümler üretmeye başlayabilir miyiz? EL, YÜZ VE ZİHİN TEMİZLİĞİ !Yıkanma” denilen eylemin ortaya çıkışı herhalde “kirlenme” ve “arınma” kavramlarıyla eşzamanlıdır. İnsanların, ellerini, yüzlerini, bedenlerini -zaman zaman da olsa- yıkamaları, çeşitli şekillerde onlara bulaşan “kir”lerden arınmak içindir. Bu ihtiyacın sıklığı ve derinliği, kişilerin bu konudaki duyarlıklarına, ama daha büyük ölçüde de çeşitli kirleticilerle temas sıklıklarına ve o kaynakların kirleticiliklerine bağlıdır. Bu arınmanın gereksiz olduğunu savunabilecek bir azınlık -var mıdır bilinmez- hariç, hiç kimse bu yaklaşımı yadsımamış ve insanoğlu yüzlerce yıldır hep yıkanagelmiştir. Peki, insanoğlunun bu denli doğal kabul edip uygulayageldiği bu adet, niçin yalnız fiziki beden ile sınırlı kalmıştır? Halbuki diğer tür kirleticilerin sürekli bombardmanı altındaki zihinlerimizde de, aynen el, yüz ve bedenlerimizdekine benzer kirlenmeler oluşur. “Zihinsel kirlenme” ya da “değer kirlenmesi” denilebilecek bu olguya yol açanlar bu defa fiziki partiküller değil, temas halinde olduğumuz insanların tutum ve davranışları ile, çeşitli kaynaklardan bize ulaşan “koşullayıcı enformasyon”dur. Filan deterjanın öbürlerinden daha beyaz yıkadığı, ya da fişmanca gazetenin 48 parça ithal tabak verme duyurularının dakikada birkaç defa tekrarlanması koşullayıcı enformasyona; okullarımızda yıllardır kafalarımıza kakılan “ben öğretmezsem sen anlamazsın” tutumu da koşullayıcı tutuma birer örnektir. İnsanoğlunun en zayıf yanı olan “koşullanmaya açıklık”, bu acıya dayanamayacağını hissettiği için yine kendince bir övünç vesilesi haline getirilmiş ve “düşünme”, “öğrenme” gibi, bu yetmezliğin birkaç dışavurumuyla gurur duyar olmuştur. Ama bu kaçış, koşullanmaya açıklık zafiyetini çözememiş ve çevresindeki davranışlardan etkilenir olmuştur. Zihinsel kirlenmenin bir nedeni işte budur.Çok sayıda insan, diğerlerine kabul edilemez gelen kimi tutum ve davranışları böyle edinmektedir. Beden temizliğinin nasıl yapılacağı konusunda dahi koşullayıcı bilgilendirme ve tutumun etkisinde kalıp onu dahi çoğunlukla yanlış yapabilen insanoğlu, acaba zihinsel kirlerden kendini arındırmak için niçin yaygın metotlar geliştirmemiştir? “Kendinin farkına varma”, “dıştan içine bakabilme”, “kendine korkmadan bakabilme” gibi yollar, acaba niçin az sayıda düşünürün öğretileri içinde kalmış, gündelik temizlik gibi yaygınlaşmamıştır? Henüz birkaç milyon yıllık geçmişimiz insan ömrüne göre algılanamaz bir uzunluktaysa da evren yaşına göre henüz bebek sayılabilir. İnsanoğlu bunları bir gün gündeminin ilk sıralarına yerleştirecek ve büyük bir olasılıkla yaşam hakkının dahi önüne bir başka hak getirecektir: koşullanmama hakkı! Üçüncü bin yıla girerken örgün ve yaygın bütün eğitim sistemleri, öğretme yerine öğrenme kavramını koyma yolundadırlar. Bir Kanada firması olan CIBC, hizmet içi eğitimde şu sloganı benimsemiştir: Öğrenme, çalışanın sorumluluğudur! Bu yaklaşımın temel taşı ise “eksiklerinin farkına varmak”tır. Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır. Yazarı: M.Tinaz TİTİZ

11 Eylül 2009 Cuma

ÇOCUKLAR SORUN ÇÖZÜYOR!

Çocukların bir bölümünün düşüncelerini yazıyla ifade edemeyecek kadar küçük olmaları nedeniyle, daha çok çizim şeklinde ifade etmeleri istenilmiş. Önerim, buna benzer bir fikri yurdumuzda uygulayıp bizim çocuklarımızın ne gibi tasarımlar yapacaklarını görmek. Bunun için, aşağıdaki basit şartnameyi, sizin veya yakınlarınızın ya da tanıdıklarınızın çocuklarına ulaştırıp, yapacakları tasarımları e-posta ekinde aşağıdaki e-posta adreslerinden birisine yollamalarını sağlamanızı rica ediyorum. Bunları biraraya getirip, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı sitesinde (www.beyaznokta.org.tr), her tasarımı yapan çocuğumuzun adı altında yayımlayacağız. Fikir bu kadar basit. Bakalım büyüklerimize örnek olabilecek tasarımlar gelecek mi? (Belirtmeye gerek yok, çocukları yerine tasarım yapıp yollayacak ebeveynlere kapalıdır  ). Basit şartname..  Bu organizasyon 5-12 yaş arasındaki çocuklara açıktır. Büyüklerince yapıldığı izlenimi güçlü olan veya yasal sorunlar doğurabilecek tasarımlar başkaca neden gösterilmeden elenecektir (daha bu yaşlarda bu işlere girişmelerini özendirmemek için ), İstenilen tasarım konuları şunlar olup, mutlaka her birisi için birer tasarım yapma zorunluğu yoktur; bir tane dahi yeterlidir: 1. Sizin bir bireysel sorununuzu çözebilecek bir tasarım yapınız, 2. Oturmakta olduğunuz ev, apartman veya siteye ait bir sorunun çözümü için bir tasarım yapınız, 3. Yaşadığınız kentin bir sorununun çözümü için bir tasarım yapınız, 4. Ülkemizin bir sorununun çözümü için bir tasarım yapınız, Yapılacak tasarımlar bir adet A4 kağıdı üzerinde olacak ve bir tarayıcı ile taranarak jpg formatında bir e-postaya eklenerek yollanacaktır, Her tasarım kağıdının üst orta kısmına, tasarımı yapan kişinin adı ve soyadı, bitirmiş olduğu yaşı (2009-doğum yılı) ve halen yaşadığı il adı -gerekirse büyüklerince- yazılacaktır, Tasarımlar siyah-beyaz ya da renkli olabilir; herhangi bir çeşit kalem kullanılabilir, Yazı yazma konusunda henüz yeterli beceriyi edinmemiş çocuklar için dezavantaj olmaması için tüm tasarımlar çizim şeklinde olacak, çizimlere sadece çok kısa açıklamamalar yerleştirilebilecektir (bu amaçla başlangıçta değinilen örneğin incelenmesi önerilir örneğin incelenmesi önerilir), Tasarımlar tinaz@tinaztitiz.com adresine yollanacaktır, Gönderilecek tasarımların e-postada görülecek olan son tarihi 30 Ekim 2009'dur, Gönderilen tasarımlar özlerine dokunulmadan tasarımcının adı ile www.tinaztitiz.com ve www.beyaznokta.org.tr sitelerindeki birer klasörde yayımlanacaktır, Yollanacak tasarımların tüm yayın hakları Beyaz nokta® Gelişim Vakfı'na ait olacaktır. Çocuklarımızın ne kadar yetenekli olduğunu hep beraber görmek ilginç olmayacak mı? Kuşkusuz ne kadar çok çocuk katılırsa sonuçlar o denli öğretici olabiecektir. Bu nedenle lütfen olabildiğince çok çocuğun eline geçmesini sağlayınız. Şimdiden teşekkürler. [1] De Bono, E., Çocuklar Sorun Çözüyor (orjinali Children Solve Problems), İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1995 (Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı ve Yapı Merkezi A.Ş. işbirliği ile çevrilip basılmıştır)

29 Ağustos 2009 Cumartesi

KALİTELİ EĞİTİM

Zorlama zorlamayı doğurur.Etkili öğretim toplumumuzda başarılması en güç işlemlerdir. İşlem ne kadar zor olursa olsun,by nesnenin yada kişinin niteliği, yöneten kişiye asla direnmemesidir.Örnek elmas kesmek büyük beceri gerektirir, ama elmas, kesen kişiye asla direnmez. Edilgindir ve herhangi bir tavır sergilemez.Doktorun hastası ya da kuaförün sandalyesinde oturan kişi de nesne niteliğindedir çünkü genelde doktora ve kuaföre direnmezler hatta işlemi yapmasında o kişiye yardımcı olurlar. Öğrenci yönetilmeye oldukça dirençlidir.Denetim kuramı ,tüm davranışımızın,sevgi ve güç gibi temel gereksinimlerimizi karşılamaya yönelik olduğunu açıklamaktadır.Öğretmenler bu kuramı iyi anlarlarsa,etkili yönetim becerilerini öğrenmeleri zor olmayacak.Düzeltemediğiniz ya da düzeltemeyeceğinize inandığınız şey için suçlamak son derece engelleyici bir olgudur.Çalışanlarca haksız görülen her ödül sistemi gücenme ve tatsızlık yaratır.Elbette öğrenciler öğretmene ne kadar az direnirse öğretmenin işi o kadar kolaylaşır.Önemli bir sonuç da öğretmenleri nesne gibi yöneten kapasitelerini kullanmalarına olanak vermeyen ve onları yetkin profesyoneller olarak görmeyen bir anlayışın egemenleşmesidir.Merkezileştirilen ders programları,merkezileşen sınav sonuçları ve standartlaştırılan öğretmen davranışları öğrencilere ve bizlere eğitimin nasıl olması gerektiğini tutkuyla gösteren öğretmenleri engellemeye yarar.Öğrenciler dahil çalışanların kaliteli iş yapmaları için,kendilerinden istenen çalışmanın ,gereksinimlerini karşılayacağına inandıracak biçimde yönetilmeleri gerekir.bu ne kadar gerçekleşirse ,onlarda o kadar sıkı çalışır.Ben doğru bildiğim yoldan gider, kavramsal ağırlıklı öğretim verir ve öğrencilerimi düşünmeye ve düşüncelerini savunmaya teşvik edersem ,öğrencilerim, değerli bir şeyler öğrenme fırsatına sahip olurlar.Bir işi en zor yapan unsurlardan biri, inandıklarınızdan vazgeçmeniz gerektiğini duyumsamanızdır.Öğretim, büyük özveri isteyen ve öğretmenin yaşam boyu eğitimini gerektiren çok zor bir iştir.Bundan azı yeterli olmayacaktır.Patronca yönetimi liderce yönetimle değiştirmek gerekir. PATRONCA YÖNETİMİN DÖRT ANA UNSURU 1-Patron genellikle işçilere danışmadan onların yapacağı işleri ve standartları belirler.Patronlar uzlaşma çalışmasına girmezler, işçi patronun tanımladığı işe kendini uyarlamak zorundadır. 2-Patron işçilere işin nasıl yapılacağını göstermek yerine söyler ve daha iyi nasıl yapılabileceğini işçiye pek sormaz. 3-Patron ya da patronun görevlendirdiği biri,işi denetler ya da işe değer biçer.Patron tarafından bu değerlendirmeye dahil edilmeyen işçiler, yalnızca durumu kurtaracak kalitede iş çıkarmakla yetinirler. 4- İşçiler direndiğinde, patron baskı çoğunlukla ceza uygular ve hemen hemen istisnasız olarak onları söylenenleri yapmaya zorlar. Böylelikle çalışanlarla yöneticilerin karşıt olduğu bir çalışma ortamı yaratır. Güçlünün güçsüze egemen olmaya çalışması doğal bir olgudur ve öğrenciler hemen her zaman öğretmenlerden daha genç ve daha az bilgilidirler.Bu yüzden daha güçsüzdürler. Kalite üretkenlik artışına yol açar. Öğretmenlerin şunu söylemesine olanak verecek kadar,sayıda ,çalışmaya istekli öğrenci bulunmamasıdır..Bakın bütün bu öğrenciler,söyleneni yaptığı için başarılı oluyorlar, ama bu öğrencilerin başarısı yönetilme tarzları değil,ailelerindeki yetişme tarzlarıdır.Bu başarı, yönetilme tarzlarına karşı gerçekleşir.Patronca yönetim etkili olsaydı, çok daha fazla öğrenci başarılı olurdu.Ama öğretmenler bu yaklaşımın farkında olsalar bile, denetim eksikliğinden çekindikleri için bundan kuşku duyarlardı.Geleneksel patron anlayışıyla denetimi iç içe görürler;bu denetimden vazgeçme düşüncesi patronca yönetenleri rahatsız eder.Genç insanlar genelde uzun erimli hedefler için sıkı çalışmaya yatkın değildir.Büyük bir çaba harcamak için kısa zamanda alacakları bir karşılık isterler. LİDERCE YÖNETİMİN ÖZÜ:İkna ve sorun çözmedir.Lider yönetici tüm enerjisini çalışanların, kaliteli iş çıkarmanın kendi yararlarına olduğunu anlamalarını sağlayacak biçimde sistemi işletmeye yönlendirir. 1-Yönetici,amacın tutarlılığı ve örgütün sürekliliğinden sorumludur.Yöneticinin sorumluluğu burada çalışanların geleceğinin söz konusu olduğunu görmektir.( Okullarımızı ,tüm öğrencilerin yüksek kalitede eğitim almasını sağlayacak biçimde yönetmek toplum olarak sorumluluğumuzdur) 2- İş sistemindeki işçiler.Yönetici sistemin olası en düşük maliyetle en düşük kaliteli ürünü üretmesi için sistem üzerinde çalışmasıdır. LİDERCE YÖNETİMİN DÖRT ANA UNSURU 1-Lider, işçileri,yapılacak işin kalitesine onu yapmak için gereken zamana yönelik tartışmalarını sağlar ki işçiler ise katkı yapma fırsatına sahip olabilsinler.Lider, işi,çalışanın becerilerine uydurmak için sürekli çaba gösterir. 2-Lider(ya da Liderin görevlendirdiği işçi) Lider işi gösterir ya da örnekler ki işi yapacak olan işçi yöneticinin tam olarak ne beklediğini görebilsin. Aynı zamanda çalışanlardan sürekli, işin daha iyi nasıl onabileceğine yönelik katkıları belirler. 3-Lider işçilerin kendi çalışmalarının kalitesini denetlemelerini ister.Lider, işçilerin işin kalitesinden anladıklarına inandığını ve bu yüzden işçilere bu konuda kulak vereceğini hissettirir. 4-Lider ,işçilere hem en iyi araçları sunar,hem de karşıtlık ve zorlama içermeyen bir ortam oluşmasına öncülük eder. Bir Kalite okulunun ideali ,hiçbir öğrencinin öğrenmeyi zamana kurban etmemesi olmalıdır.Yani hiçbir öğrenci belli bir ana kadar öğretilenleri iyice kavramadıkça yeni bir şey yüklemeyecektir. Dersin bir yıllık akışına uyamayacak olanları erkenden saptamak ve onları erkenden saptamak ve onları iki yıla yayılacak bir ders sunmak. Bir yıllık dersin bazı öğrencileri, iki yıllıklardan daha kaliteli çalışma sergileyebilir; bununla birlikte bu uygulamaya alt derste de kalite sağlanmış olur.Böylece,gerektiğinde zamana yayılan öğretimin kalitesi artmış olur. Başarılı bir lider Yönetici olmak için, kendi tarzını geliştirmeniz gerekir;sizin için işe yarayacak tarz budur. Öğrenciler, ancak öğretmenin kendi yararlarına olduğunu inandıklarında seslerini keserler.N e kadar önemli olduğuna inanırlarsa,kendilerinden isteneni o kadar çok ve o kadar iyi yapacaktırlar. Etkili bir Lider yönetici, bu bilgiyi kullanarak çalışanların ve gerçekte tüm insanların aradığı ile kendisinin yapılmasını istediği şeyi bütünleştirmeye çalışır.Tüm canlılar kendi türlerinin temel gereksinimleriyle güdülenirler. Öğrenciler, hoşlanmadıkları ve ilgi duymadıkları bir öğretmen için düşünmedikleri şeyleri,sevdikleri ve ilgi duydukları bir öğretmen için yapacaklardır.Tüm insanların genetik yapılarına işlenmiş beş temel gereksinimle doğarlar. 1-yaşamını sürdürme 2-Sevgi 3-Güç 4-Eğlence 5-Özgürlük Yaşam boyu bu gereksinimleri karşılamaya çalışırız.Kendimi zorladım diye düşünsek de,gerçekte kendimize yönelik baskı uygulamayız. Burada söz konusu olan ,bizim için zor olan bir şeyi yapmayı seçtiğimizdir.Genlerimizin hem biyolojik olarak hem de yaşama çabamızı belirlemesi açısından büyük etkisi vardır ki ve bu sav,denetim kuramına özgüdür.kuzeyli bir göçmen kuşun,kışın hep güneye uçmaya çalışması gibi, bizde gereksinimlerimizi en iyi karşılayacak hayatı yaşamaya çalışırız. Okulda yapmamız istenenler, bu gereksinimlerin en az birini karşılamıyorsa, bizden bunları istiyen öğretmeni umursamayız ve işi kötü yaparız ya da hiç yapmayız. Davranışımız doğduğumuzdan beri, gereksinimlerimizin ya da daha fazlasını en iyi karşılayacağına inandığımız hedefe yöneliriz. Yaşamımızı, bu temel gereksinimleri nasıl karşılayacağımızı öğrenmeye çalışarak geçiniriz,ama çoğumuz,özellikle de gençken ,bu gereksinimlerin tam olarak ne olduğunu bilemeyiz.Bununla birlikte, bunlara yönelik duygularımızın farkındayızdır.Sorun şudur ki genetik gereksinimler daha sonrasına yönelik hiçbir şey bilmez.Bu gereksinimler,bizi sürekli şu yada iyi hissettiren şeyi yapmaya iterler.Okulda önemli hissetmenize yol açan şey nedir ? Devlet okullarındaki kaliteli çalışmaların çoğunu huzurlu evlerin öğrencileri yaparlar.Daha az avantajlı öğrenciler hem evde hem okulda patronca yönetimin yıkımını yaşarlar. Ne yazık ki okul çoğu için evin dışında gereksinimlerini büyük ölçüde karşılayabilecekleri tek yerdir.Okuldan,gereğinden çok daha az şey elde edince, birçoğu ,toplum için hem yük hem de tehlike oluşturur.Kızgın ortam büyük enerji tüketir. Hem liderce yönetim hem de aile desteği daha sıkı çalışan öğrenciler yetiştirecektir.Daha çok ailenin eğitimin değerini bilmesi ve bu yönde destekleyici olması elbette harika olurdu.Öğrencileri okulda yaptıklarıyla gereksinimlerini daha iyi karşılayabilmelerine olanak verecek biçimde yönetmektir.Öğrenciler öğrenme çabası içindedirler ama aynı zamanda gürültülü olabilirler. Bu durumda, Lider öğretmen onları yalnızca sessiz çalışmanın iyi çalışma olduğuna inanan yöneticiden korur. DOSTÇA BİR İŞYERİ VEYA EĞİTİM YERİ Huzur bozucu öğrenciler çok yaygın olmasa da, yönetilmesi en zor olanlardır..Ama bu öğrencilerin sınıftan destek görmemelerini sağlayacak biçimde yönetim sergilerse öğretmenin huzursuzluğu önlemesi zor değildir.Bunu başarmak için lider öğretmen, öğrencinin kendisine karşıt olarak görmesine yol açacak tavırlardan kaçınır.Öğrenci öğretmeni karşıt olarak görürse,ya huzur bozmaya devam eder, ya da huzursuzluğu destekler.Hiç huzur bozmayan iyi öğrenciler bile bu öğrencilere arka çıkabilirler.Saygı ve incelik lider yöneticilerin,çalışanlara yaklaşımının temelidir. Bu yaklaşımın temelinde, incelikli davranmanız.Öğrencileri dinlemeniz ve istemediğiniz bir şey yaptıklarında bile onları eleştirmemeniz yatar. Öğrencileri küçük düşürmek ve onlarla alay etmek yoktur.. Kullandığınız dile de dikkat etmeniz çok enemledir. Bir öğrenci ne kadar saygısız davranırsa davransın, siz saygısızca tepki vermeğin. Öğrenciler sizi saygısız görmek istemez; yoksa size saygı duymazlar. Kuralı çiğneyen öğrencinin belli bir sorunu var sizce ?”Her seferde evet diyeceklerdir.. Bu soruna en iyi yaklaşımı sorun.Bu soruna yönelik tek yaklaşım nedir ?”Yanıt” onu çözmek olacaktır.Sizde yapmak istediğiniz tamda bu olduğunu söyleyin.Sonra sorun” bu sorunu nasıl çözesiniz? Soruna taraf olan her ikisinin yapması gereken nedir ? taraf olan her ikisinin sorunu çözümü için çalışması gerektiğini söyleyin ve konuyu toparlayın.Sınıfa geç gelen öğrencilere sizin için ne yapabilirim ? Diye sorun . Öğrencilerin şunu görmelerine yardım edin;sorunla ilişkisiz görünen bir alana harcayacağınız zaman ve çaba, çözümün anahtarı olabilir.Öğrencilerin sınıfta uyması gereken belli bir kurallar koyduğunuzda bunları yazın . Sonra öğrencilerin bu kuralları koyduklarını ve onları çiğnerlerse sizin yardımınızla sorunu çözmeye çalışacaklarını belirten bir kağıt hazırlayın , sınıftaki bütün öğrencilere bunu imzalatın. Bu kuralların değişmez olmadığını da vurgulayın. Başka bir kural gerekir ya da herhangi bir kural işe yaramasa önerilere açık olduğunuzu ve onlarında sizin önerilerinize açık olmasını beklediğinizi söyleyin. Yeni yolar bulmaya daha istekli olacaklardır.. Onlara şanslı olduklarını söyleyin. Öğreteceklerinizin çoğunu onların bir kez öğrenmesi gerekirken, siz ise sonsuza dek öğretmek zorundasınız. Onlarla tanıştığınız andan başlayarak özel yaşamlarına ilgi gösterin ve kendi deneyimlerinizden de ilgilerini çekebilecek olanları onlarla paylaşın.Kendiniz için konuşmaya hazır hissetmediğiniz hiçbir özel konuyu başkasına sormayın. Yaşamınızdan bazı yansımaları, özelliklede küçük sorunları ve yapmış olduğunuz bazı saçmalıkları paylaşmak, öğrencilerin size daha yakın ve destekleyici bir tutumla yaklaşmalarına yol açacaktır. Sizi ne kadar iyi tanırlar, yaşadığınız zorlukları ne kadar iyi anlarlarsa, o kadar sizin yanınızda olma eğilimine gireceklerdir. Öğrencilerden mümkün oldukça yardım ve öneri isteyin. Size yardım edecekleri hiçbir şeyle kendi başınızla uğraşmayın. Öğretmene önerilerde bulunmak, öğrenciye büyük güç duygusu verir.Sizin tek başına yapamıyor gördüğünüz bir şeyde size ne kadar yardım edebilirlerse ,kendilerini o kadar önemli hissedecektir. Aldığınız öneriden bir şeyler öğrendiğinizi tüm sınıfa söyleyin. Ne kadar çok iletişim kurarsanız, o kadar çok benimsenirsiniz; onlarında sizi karşıt olarak görme olasılıkları o kadar azalır.. Dostça akıcı iletişim. Bu anlayışı öğretim yılının başında yerleştirirsek, yalnızca onların karşıtı olmadığınız değil, aynı zamanda arkadaşları olduğunuz düşüncesinin tohumunu atarsınız. Güç savaşımları kalitenin temel düşmanıdır.Arkadaşlık ve tanıma gereksinimini hiç karşılayamamanın yıkıcı gücü ile büyük tehlike oluşturur.Kızgın yalıtılmış öğrencilerinize yardım eli uzatın.” Eğitim Koçluğu yapın.” DİSİPLİN SORUNLARI İLE NASIL BAŞA ÇIKILIR Patron öğretmenlerin bir çoğu, öğrencileri okuldan atmaktan hoşlanırdı,ama huzur bozucu öğrenciler bile okulda kalma hakkına sahip, öğretmenlerin de bu öğrencilerden kurtulması nerdeyse olanaksız. Huzur bozucu olanlar,genellikle,gereksinimlerini okulda karşılayabilmekte büyük zorluk çeken öğrencilerdir.bu öğrencilerin sınıfta bulunduğu herhangi bir anda, istedikleri ve sahip oldukları arasında büyük bir uçurum olabilir..Bu uçurumun derinliği ,kızgın ve başkaldırıcı bir tutum benimsemelerine zemin hazırlar.”Seni umursamıyorum,oturup dinlemeyeceğim, söylediklerine önem vermeyeceğim” Bu gergin anda,gerçekten etkili olabilecek pek bir şey yoktur ve patron öğretmenlerin bununla yüzleşmesi çok zordur. Kalite okulunda lider öğretmenler, huzur bozucu bir öğrenciyle,ceza olmaksızın başa çıkmanın yolunu öğrenirler, bu durumu denetime alan, hem de öğrenciyi,sınıfta çalışma düşüncesine alıştıran bir durumdur. Birçok öğretmenin aklına ilk gelenlerden biri öğretmenin ailesini aramaktır; ama bu düşündüğü gibi işe yaramaz. Bu yola başvuran patron öğretmenler, anne babanın çocuğu, sınıftaki davranışından dolayı cezalandırmasını ister.. Aynı zamanda patron yönetici olan birçok anne baba da bunu yapmaya dünden razıdır. Öğrencilerde hiçbir durumda cezalandırılmaktan hoşlanmaz. Okulu, evde yaşadığı sorunun kaynağı olarak görür. Böylece bu yaygın uygulama, birçok sorunu çözmek bir yana, katlayarak artırır. Okul ,anne babalara, çocuklarıyla ilgili olumlu şeyler bildirmelidir. Disiplin sorunları , mümkün oldukça, anne babayı katmadan çözmelidir. Anne babaya baş vurmak aynı zamanda okulun kendi sorunlarının çözemediğinin ilanıdır.öğrenci arkadaş edinmekte zorlanıyordur.anne babalarla toplantı yapılması gerektiğinde,öğrencide bulunmalıdır.burada lider öğretmen,tutumuyla,öğrencinin yanlış bir şey yapmadığını ve toplantının amacının,öğrencinin evde cezalandırılmasının olmadığının altı çizilmelidir.Anne babaya verilecek iyi bir öneri çocuklarının zevk aldığı şeyleri paylaşmak için onunla daha fazla zaman geçirmeleridir.. Bazı öğrencilerin okulda huzursuzluk çıkarmamalarının nedeni, yüzlerini yeteri kadar görmedikleri anne babalarının dikkatini çekmektir,aldıklar çok az ilgidense,daha fazla olumsuz ilgiyi yeğleyecek durumdadırlar. Öğrencilerin gereksinimlerini aklınızda tutuyorsunuz ve sınıf,herkes için doyum verici yönetmeye çalışıyorsunuz. Huzur bozucu öğrencilerin gönderildikleri bir mola odası olmalıdır. (Rehberlik odası gibi) Bu oda olmadan huzur bozucu öğrencilerle başarıyla başa çıkılmaz. Lider öğretmen sorunlarının çözümü için kestirme bir yol olmadığını iyi bilir. Elinde bir sihirli değnek olmadığını,ama büyüye de gerek duymadığını mesajını öğrenciye açıkça vermelidir. Öğrenci, aynı zamanda, huzur bozucu tutumunun, öğretmen değil kendi sorunu olduğu mesajını da alır.: öğretmen ne yaptığını bilmektedir. Huzur bozucu öğrenciye şöyle söylemelidir. Bir sorunun var gibi görünüyor. Bunu çözmene nasıl yardım edebilirim? Şimdi sakinleşirsen,zamanım olduğunda bununla ilgili konuşuruz ve bir çözüm bulabiliriz. Ama şu andaki gibi davrandığın sürece,hiçbir çözüme ulaşamayız.O yatışmadan sorunun çözümüne yardım etmeyeceksiniz. Öğretmen,öğrenciye sakinleşmesini söylerken işin içine şaka katarsa daha iyi olur. Vay be,sen kızmışsın. Gerçekten berbat bir şey yapıyor olmalıyım. Önce sakinleş,sonrada ilk fırsatta görüşelim ve belki bir çözüm bulmama yardım edebilirsin. Sakinleşmeyeceğine göre,senden çıkmanı istemek zorundayım. Umarım sonra görüşebiliriz ve bunu çözebiliriz,ama yatışmayacaksan şimdi çıksan iyi olur. Huzur bozucu öğrenci, sıkıntısını canlı tutmak için suçlayacak birini arıyordur.Bunu çözmene yardım etmek istiyorum. Bu yaptığın için seni cezalandırmayacağım. Sorun varsa çözelim. Sorunlar, öfkenin ateşinde çözülemez . Bu yüzden, lider öğretmen önce önündeki alevi söndürmeye odaklanır. Beş dakikadan fazla zamana gerek duyuyorsanız, özel bir görüşme ayarlamalısınız. Zamanınız olduğunda söylemeniz gereken aşağı yukarı şudur:sorun başladığında ne yapıyordun? Bu kurallara aykırı mıydı? Yinelenmemesi için bir şeyler yapabilir miyiz ? Bu durum ileride yeniden ortaya çıkarsa hem senin hem benim ne yapabileceğimi bulalım ki bunu bir daha yaşamayalım.Öğrenciyle sorun yaşıyorsa,işleri yoluna koymanız için ikisiyle de görüşmeniz gerekir.ilk öğrenciye, ne yapıyordun ? İkinci öğrenciye sen ne yapıyordun ? Her ikisine bunu bir daha şaşamamak için ne yapabiliriz ?Sizin yapmak istediğiniz, daha iyi geçinmelerine ve okulda daha başarılı olmalarına yardım etmek olduğunu söyleyin. Huzur bozucu öğrenciler sizi cezalandıran bir patron değil ,kendilerine ilgi duyan bir lider olarak görürlerse, büyük olasılıkla, kurallara uymanın bir yolunu bulacaklardır. Ayrıca öğrenciler doyum alıyorsalar sınıfta bulunmak isteyeceklerdir. Size kendini açarsa yalnız dinleyin. Sınıfta daha başarılı olduğu için onu övün, bu kısa konuşmasının hoşunuza gittiğini söyleyin ve yeniden konuşabileceğinizi söyleyin.Potansiyel olarak “dert” bir öğrenciyi dinlemek için az da olsa zaman ayırmak, iyi bir lider öğretmenin ayrılmaz davranışlarıdır.Yaşadıkları olumlu ortamı korumak için kendilerinin de biraz çaba harcaması gerektiğini fark ederler. Öğrenciler sizin bu yönde çaba harcadığınızı görmezlerse, sorunu size bırakırlar.Öyle ya , siz patronsunuz! Patron olmayın: öğrencilerinize bir sorun çözücü olarak yaklaşın, onlarla açık iletişim kurun; böylece daha az sorun yaşayacaksınız. KAYNAK:William GLASSER’IN yazdığı Okulda Kaliteli Eğitim Kitabından alıntılar yapılmıştır. Bu düşüncelerin çoğu Amerikalı Dr. W.Edwards DEMİNG’İNDİR 2. dünya savaşından sonra Japonya kalite yi bunun sayesinde kazandı.