27 Ağustos 2018 Pazartesi

KÖY ESTİTÜSÜNDE GEÇİRİLEN KURBAN BAYRAMI,




1967,Karanlığın Kuvveti kitabı, Talip APAYDIN
1967,''Karanlığın Kuvveti'' kitabı, Talip APAYDIN Talip APAYDIN'IN 1967 yılında yayınlanan ''Karanlığın Kuvveti'' adlı kitabından.
Kurban bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu... Kar, fırtına, tipi...
Eskişehir ortalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep.
Şeydi Suyu iri buz parçaları akıtıyordu.
Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu.
Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar
ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerimizde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene de ısınamıyorduk.
Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına
gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu.
üç gün bayram iznimiz vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik?
Köyü yakın olanlar gitti ancak.
Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler.
Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık.
Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. üstünde palto bile yoktu.
Ellerini arkasına bağlamıştı. Boz urbaları içinde, yağsız çehresiyle bir heykel gibiydi. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu.*
O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık.
"Arkadaşlar !" diye başladı. Bir canlıydı sesi, bir heybetliydi. önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi.
Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde
birkaç kez sıçramamızı ve kuvvetli tepinmemizi istedi.
Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti.
Bugün bayram, dedi. şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek.
Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek.
Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. çünkü, inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır...
Onu hiç bir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın.
-Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz.
Size şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün bayacaktır. şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: "Bayramlarda çalışırız bayramlar için".
Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.
Heyecanlanmıştık, üşümemiz geçmişti.
-Hepimiz geleceğiz! diye bağırmıştık.
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı.
İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece
savaşlarda görülür.. 
Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik.
çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırıksız Dağı'ndan doğru zehir gibi bir rüzgar esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor.
Kazmayı vurdukça yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar her yeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacağız belli değil.
Müdürümüz, öğretmenlerimiz başımızda dört dönüyorlar. Bir o yana koşuyorlar, bir bu yana.
Öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor.
Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca.
Yeşilyurt köylüleri evlerinin önüne çıkmış, bize bakıyorlar. Böyle çalışmamıza alışkınlar ama, bayram günü, bu soğukta  nasıl donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşil yurtlu arkadaşımız Azmi,-köyü yakın olduğu için izinli ya! - bize evlerden bazlama ekmek taşıyor.
Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapış yiyoruz. Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor:
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
Koca ova çınlıyor. TA uzaktan Hamidiye'nin, Mesudiye'nin köpekleri ürüyorlar.
Bu kış günü böyle seslere anlam veremiyorlar herhalde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor.
O gün o kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde, uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün ta bende kadar tamamladık.
Sonra merasimle suyu saldık.
Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek, türküler marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı "Ç.K.E" yandı...(Çifteler Köyü Enstitüsü ).
O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. "Yaşa var ol" seslerimiz ufukları kapattı.
Dünyanın en içten gelen, en coşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. "Aferin ulan eller, diyordu, bu elektriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın."
Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı.
Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı tebrik etti. Her nokta koyuşta "sağa ol!" diye bağırıyorduk..
- Şimdi, dedi, depomuza su dolacak, banyoyu yakacağız. Yıkanın ve çalışıp
başarmış insanların huzuru içinde uyuyun.
Eşte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye'yi de yükseltebiliriz!
- Yükselteceğiz!, diye bağırdık.
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
-Bayramda çalışırız bayramlar için!
İçeri girdik, musluklardan şarıl şarıl sular akıyordu.
Birbirimizi tebrik ediyorduk.

Unutulmaz bir bayramdı.
Kaynak: http://ahmetdursun374.blogcu.com/1967-karanligin-kuvveti-kitabi-talip-apaydin/7228290

15 Ağustos 2018 Çarşamba

Hazır Not Bekleyen Çocukların Gelişim Eksikliği


     
   Küçük bir tavus kelebeğinin kozasını bulursanız onu evinize götürün, böylelikle güvenin kozadan çıkışını izleyebilirsiniz. Bir gün küçük bir açıklık fark edeceksiniz, sonra güvenin bedenini bu küçük delikten geçirmeye çalıştığını göreceksiniz. Bu mücadele saatler sürecek ve bazen güve takılıp kalmış gibi görünecek. Deliği bir bıçak ya da makasla genişleterek güveye yardımcı olmaya çalışacak olursanız, güve kolaylıkla ortaya çıkacak. Fakat şişkin bir bedeni ve küçük, porsuk kanatları olacak. Aslında küçük güve hayatının geri kalan bölümünü şişkin bir beden ve küçük kanatlarla sürünerek geçirecek. Hiçbir zaman uçmayacak,
Sınırlayıcı koza ve güve için küçük açılıktan geçmek için gerekli olan mücadele sıvının bedeninden akarak kanatlarına geçmesini sağlayan şeydir, böylelikle kozadan kendi çabasıyla çıkabildiğinde uçuş için hazır olacaktır. Güve mücadeleden mahrum bırakılacak olursa, sağlığından da mahrum bırakılır. Bazen mücadeleler, gerçek anlamda canlanmak için tam olarak ihtiyacımız olan şeylerdir.
Kaynak:YARATICI DÜŞÜNCE - Michael MICHALKO


31 Temmuz 2018 Salı

BİLMEDİĞİNİ BİLMENİN GÜZELLİĞİ,





                                                                                                                              TARİH: 28 Temmuz 2018 00:00
                                                                                                                                          
     Amatör bilim merakımın nedenlerinden biridir Vera Rubin. 2016 Aralık ayında kaybettiğimiz Amerikalı bu önemli astronom, 1950’li yıllarda daha 22 yaşında ve bir aylık bebeği kucağında katıldığı bir bilimsel konferansa sunduğu evrenin rotasyonuyla ilgili provokatif makalesiyle, herkesin dikkatini çekecekti. O günkü sunumu, deneyimli bilimcilerce biraz uçuk görülse de sonraki yıllarda galaksilerin dış çeperlerindeki yıldızların hareketiyle ilgili keşfi muazzam bir ufka kapı aralayacaktı; Evrendeki kütlesel enerjinin çok önemli bir bölümünün bizce meçhul ‘karanlık madde’den oluştuğunun ispatına... New York Times’ın Rubin’in taziye portresine göre, bu keşif, astronomide Kopernik ölçeğinde bir dönüm noktasıydı. Vera Rubin’in 1978’de doğrulanan tespitleri, 1980 yılında yayınlandığında ‘karanlık madde’yi, astronominin çözemediği en büyük soru işareti haline getirecekti.  ‘Karanlık madde’ nitelemesindeki ‘karanlık’ sözcüğü, ‘aydınlık’ sözcüğünün karşıtı olarak değil, bu madde hakkındaki bilgisizliğimizin ifadesi olarak seçilmişti. Bizi, hayvanları, bitkileri, dünyayı, meteorları, yıldızları oluşturan ‘atomik’ yapı taşından oluşmuyor. Bu yüzden mor ötesi ışıklarla bile göremiyoruz, radyo dalgalarıyla dinleyemiyoruz. Sadece yıldızların, galaksilerin rotalarına, yörüngelerine etkisi ile varlığını biliyoruz.19’uncu yüzyıl sanayi devrimi ve 20’inci yüzyılın uzay devrimi ile bir ara evrendeki her şeyi bilmenin kıyısına geldiğimiz yanılgısına kapılmıştık. Vera Rubin’in gözlemleriyle şunu bir kez daha öğrendik; evrenin yüzde 90’ından fazlası hakkında bir şey bilmiyoruz. Neredeyse evren büyüklüğünde bir cehalet söz konusu…Bu ‘cehalet’, hakaret olarak kullanılan veya olumsuz bir anlam yüklenen, ‘bilmediğini bilmeme’ cehaleti değil, büyük fizikçi James Clerk Maxwell’ın tarihteki her bilimsel ilerlemenin bir numaralı motivasyonu olduğunu söylediği ‘bilinçli cehalet’ti. Yani bilmediğini bilme farkındalığı…Dahası, henüz bilmediğimizi bilmediğimiz nice bilinmeyenin olduğunu bilmeyi…  Vera Rubin, 2000 yılında Doğal Tarih Müzesinin web sitesinde yayınlanan röportajında, ‘’spiral bir galakside, aydınlık – karanlık madde oranı 1’e 10’dur. Bu oran, tahminimce, bizim bildiklerimizin bilmediklerimize oranı için de iyi bir rakam. Yani, tür olarak belki kreşten mezun olduk ama daha ilkokul 3 seviyesinde bile değiliz’’ diye konuşacaktı.Eğer bir konuyu, 'her şeyi ile biliyorum' diye düşünüyorsak, gerçekte bu, o konuyu bilmediğimizin ifadesidir. Sadece bir konunun cahili, ben bu konuyu çok iyi biliyorum diyebilir.  Bir alanda uzmanlık, o alandaki sınırlı bilgiyi vakıf olmanın yanı sıra, o alan hakkında ne kadar az şey bildiğinin farkında olmak anlamına da gelir.Richard Feymann, bir TED konuşmasında, bilimsel araştırmalar sonunda bulduklarımızla cehaletten bilme aşamasına geçmediğimizi, daha yüksek nitelikli yeni bir cehalete geçtiğimizi anlatırken bunu kast ediyordu. 

Columbia Üniversitesi nöroloji uzmanı Stuart Firestein ise bilimsel yöntemi, ‘karanlık bir odada olmayan bir kara bir kediyi arama’ atasözünde anlatılan duruma benzetiyor; ‘’Birisi odadaki ışıkları yaktı mı hemen bir sonraki karanlık odaya geçerek aramaya devam edilir’’.‘Sapiens’ kitabı ile dikkatleri çeken İsrailli tarihçi Yuval Noah Harari de, Russ Roberts’a verdiği röportajda, Rönesans sonrası bilimsel devrimin yaygın yanlış kanaatteki bir ‘bilgi devrimi’ olmadığını, bir ‘cehalet devrimi’ olduğunu belirterek buna vurgu yapıyor. Ona göre insan tarihinin en ilerici ve büyük bilimsel devrimi, insanın cahil olduğunu keşfetmesiydi. Harari, ‘Amerika’nın keşfi’nin bile, gerçek anlamda, Avrupalıların dünya hakkındaki cehaletlerinin keşfi olduğunu' kaydeder.  Modern bilimin temel karakteristiği, ‘bilmiyorum’ diyebilmesi ve cehaletini kabul edebilmesidir.2009 yılında, insan türünün evren hakkındaki cehaletini sonsuz büyüklüğe biraz daha yakınlaştıran bu dipsiz kuyudan dehşete düşüp düşmediği merak edildiğinde Vera Rubin, hayranlık verici bir bilim insanı sakinliğiyle şu yanıtı verecekti:‘’Çok az bildiğim için üzgünüm. Hepimiz çok az bildiğimiz için üzgünüm. Ama bu bir yönüyle de keyif verici… Değil mi?’’Varlığını tespit ettiği ‘karanlık madde’nin muazzam bilinmezliği, Rubin’i dehşete düşürmemişti. Aksine, evreni, ağzı açık bir hayranlıkla gözlemleyerek, anlamaya çalışmaya devam ediyordu. İnsanın bir şeyi bilmediğini bilir hale gelmesini, öğrenme aşkını tetikleyen bir imkan, hayalin dört bir yanındaki mumları tutuşturan bir kandil olarak görüyordu.Rubin’in insanın bilmediğini bilerek öğrenmeye çalışmasındaki keyfe, astronom Carl Sagan da, işaret eder. 1980 yılında yayınlanan Cosmos belgeselinin girişinde, ‘’Bilim çok büyük keyiftir. Türümüz, evrim sürecinde, anlamaktan keyif alma yetisi kazandı. Anlayanlar hayatta kalır’’ diye konuşur Sagan.Türümüzün ufkunu genişleten insanlar, bilmediklerini bilen ve karşı konulamaz bir merakla anlamaya, öğrenmeye çalışan insanlardı. Claude Lévi-Strauss’u yerlilerin söylencelerini dinlemek için tropik yağmur ormanlarının diplerine çeken, Darwin’i Galapagos adalarına götüren, Ali Kuşçu’yu gökte belli bir alanı rasat edebilmek için aylarca kuyu diplerinde tutan, kaşifleri kutup yollarında ölümü göze almaya zorlayan, bir şaire, bir düşünüre yıllar süren bir inzivada sancılar çekmeyi göze aldıran şeydir öğrenme ve anlama zevki…Bu zevki, ancak bilmediğinin farkında olabilen bir insan yaşayabilir. Çoğu insan bilmediğini bilmediği için öğrenme zevkinden yoksun bir yaşam sürer.Platon’un ünlü ‘mağara benzetmesi’nde olduğu gibi…  Onun alegorisine göre insanların çoğu bir mağarada yüzleri mağara duvarına, arkaları ise mağara kapısına yani ışık kaynağına dönük oturtulmuş esirler gibidirler. Sadece, mağara kapısından içeri sızan ışıkla karşılarındaki duvarda oluşan kendi gölgelerini görebilmekteler ve görülebilecek her şey sandıkları bu gölgelerle eğlenerek yaşamlarını geçirmekteler. Çoğu insan için bu basitlik bir kafa konforu sağlamakla kalmaz ama aynı zamanda yüzünü ışığa dönerek gördüğü gerçekleri anlatanlara düşmanlığa da yöneltir.   Her bir kitap kapağı açmak, her bir arkeolojik kalıntı veya müze ziyareti, her sanat eseri seyri, gökyüzüne her bakış, her bir öğrenme çabası, kendi gölgesi ile yetinmeyi bırakıp, yüzünü mağara girişine dönme eylemidir. Yaşamı, sahibi için paha biçilmez ölçüde zenginleştirir. Anlam kazandırır.    

2000 yılındaki bir röportajında Vera Rubin, ‘’Bir galaksiye gidebilseydin hangisine gitmek isterdin?’’ sorusuna düşünmeden ‘’Andromeda’’ yanıtı verecekti. Samanyolu Galaksimizin en yakın komşusu. Yıldız nüfusu, Samanyolumuzun iki katıdan fazla. Nerdeyse 1 trilyon yıldız barındırıyor.Andromeda, yaklaşık 2 milyar yıl kadar sonra, galaksimizin yanından geçmeye başlayacak ve yaklaşık 3 milyar yıl sürecek bu geçiş sırasında belki muazzam bir birleşme ve belki de görkemli bir ‘çarpışma’ gerçekleşecek.   Peki Rubin neden Andromeda’ya gitmek istemişti?‘’Oradan Samanyolu Galaksimize bakıp nasıl göründüğümüzü görmek için’’.Bilmediğini bilmenin güzelliklerinden biri de insanın kendini görebilmesi, dışarıdan nasıl göründüğünün farkına varma, kendini de keşfetme çabasına girmesidir. Bilmediğini bilenler, kendini bilen insanlardır.Anlama çabası ve öğrenme, beyinde bilgi depolama ameliyesi değil, zihni ve ruhu özgürleştirme çabasıdır. Bir şeyi öğrenmenin ilk şartı da bilmediğini bilmektir. İnsan bildiğini sandığı bir şeyi asla öğrenemez. Amerikan gazeteciliğinin 20’nci yüzyılın ilk yarısındaki sıra dışı gazetecilerinden Lincoln Steffens,  ‘’Bildiğimiz, bildiğimizden emin olduğumuz şeyler bu dünyada yanlışları devam ettiriyor ve bizi görmekten ve öğrenmekten alıkoyuyor’’ diye yakınacaktı.Tarihçi ve felsefeci Will Durant, Uygarlığın Tarihi serisinin ‘Voltaire’in Çağı’ bölümünde, ‘’60 yıl önce her şeyi biliyordum. Şimdi ise bir şey bilmediğimi... Eğitim, kendi cehaletimizin farkına varmamızı sağlayan ilerici bir keşiftir’’ diye kaydediyor 50 yıllık eğitim sürecini.İşte bu nedenle gerçek bir eğitim politikasının en önemli hedefi yaşam boyu öğrenme heveslisi ve her aşamada kendisinin ve cehaletinin farkında olgun insanlar yetiştirmektir.‘Biz bunları biliyoruz’ kafasındaki insanlarla dolu bir ülkede yaşam, ‘bildiğini okuma’nın doğal sonucu olarak lanetli tekrarlara mahkumdur. Mağara duvarında gölge oyunu ile geçer yaşamı sırayla her kuşağının…

@CemalTdemir
Kaynak: https://t24.com.tr/yazarlar/cemal-tuncdemir/bilmedigini-bilmenin-guzelligi,20169

3 Temmuz 2018 Salı

BELLEĞİN PEŞİNDE-Yeni Bir Zihin Biliminin Doğuşu



  İlk Homo sapiens’in Doğu Afrika'da yaklaşık 150.000 yıl önce ortaya çıkışından beri beynin yapısı ve boyutu değişmemiş olsa da tek tek insanların öğrenme kabiliyetleri ve tarihsel bellekleri, öğrendiğini paylaşmak, yani kültür aktarımı sayesinde yüzyıllar içinde güçlendi. Biyoloji dışı bir adaptasyon kipi olan kültürel evrim, biyolojik evrim ile koşut ilerler; çünkü geçmişle ilgili bilgiyi ve uyumsal davranışı nesilden nesile aktarmanın vasıtasıdır.
Yeni zihin bilimi, bellek biyolojisinin daha iyi anlaşılması sayesinde hem bellek kaybının hem de acı verici daimî hatıraların tedavi edilebileceğine dair umudu canlı tutuyor.
SİNAPS BAĞLANTILARINI GÜÇLENDİRMEK
Alışma sayesinde insanlar, normalde gürültülü olan ortamlarda verimli çalışmayı başarırlar. Çalışan saatin tiktaklarına, kalp atış sesimize, midemizin hareketlerine ve öteki bedensel duyularımıza alışırız. Bu duyuları nadiren ancak özel koşullarda fark ederiz. Bu bağlamda alışma, güvenle göz ardı edilebilecek mükerrer uyarıcıları fark etmeyi öğrenmektir.
Alışma edimi aynı zamanda uygunsuz ya da abartılı savunma tepkilerini de devre dışı bırakır. Aşağıdaki fablda bu durum yansıtılıyor (Ezop kusuruma bakmasın):
Hayatımda hiç kaplumbağa görmemiş olan tilki, ilk defa kaplumbağayla karşılaşınca öyle korkmuş ki az daha ölüyormuş. Kaplumbağayı ikinci görüşünde yine bir tedirgin olmuş ama ilk seferki kadar korkmamış. Kaplumbağayı üçüncü görüşünde cesareti artık öyle artmış ki yanına gidip dostça sohbet etmeye başlamış.
Faydalı amaçlara hizmet etmeyen tepkilerin devre dışı bırakılması, hayvanın davranışlarını belirli noktalara odaklar. Olgunluğa erişmemiş hayvanlar, tehditkâr olmayan çeşitli uyarıcılar karşısında sık sık kaçma davranışı sergiler. Böyle bir uyarıcıya alıştıkları zaman ise, yeni olan ya da hazla veya tehlikeyle bağdaşan uyarıcılara odaklanabilirler. Dolayısıyla alışma edimi, algının örgütlenmesinde önemlidir.
Alışma, kaçış tepkileriyle sınırlı değil: Cinsellik yönelimli tepkilerin görülme sıklığı da alışma aracılığıyla seyrelebilir. Kızışımı bir dişiye serbest erişim fırsatı tanınan fare, bir iki saatlik sürede dişiyle altı yedi kez çiftleşecektir; sonrasında, cinsel bakımdan tükenmiş gibi görünür ve en az otuz dakika harekete geçmez. Aslında bu durum, bitkinlik değil cinsel alışma eseridir. Tükenmiş gibi görünen erkek, ortama yeni bir dişi getirilirse anında çiftleşmeye geri döner.
Bildik, nesnelerin tanınmasını sınamanın kolay bir yolu olduğu için, alışma edimi, bebeklerde görsel algının ve belleğin gelişimin araştırmakta en etkili vasıtalardan biridir.
Genelde bebekler yeni bir görüntüyle karşılaşınca, gözbebekleri genişler, kalp atışları ve solunumları hızlanır, fakat· bir imgeyi defalarca gösterirseniz, buna tepki vermeyi keserler.
Dolayısıyla kendisine sürekli daire şekli gösterilen bir bebek, bunu zamanla göz ardı edecektir; fakat sonra bu bebeğe kare şekli gösterilirse, göz bebekleri yine genişler, kalp atışı ve solunumu hızlanır; bu da iki imge arasında ayrım yapabildiğine işarettir.
Alışma gibi duyarlılaştırma da insanlarda yaygındır. Silah patlaması duyan kişi abartılı tepki verir; bir ses duyar ya da omuzuna dokunulduğunu hissederse yerinden sıçrayacaktır. Konrad Lorenz, bu öğrenilmiş teyakkuz durumunun sağkalım bakımından değerini en basit hayvanlarda bile derinlemesine incelemiştir.
UZUN SÜRELİ BELLEK
Genin doğası nedir? Hangi hammaddeden imal edilir?
1944’te Rockefeller Enstitüsü’nden Oswald Avery, McCarthy ve Colin MacLeod, pek çok biyoloğun düşündüğünün aksine genlerin protein olmadığını, deoksiribonükleik asitten (DNA) meydana geldiğini gösteren çığır açıcı bir keşif yaptılar.
Dokuz yıl sonra, Nature dergisinin 25 Nisan 1953 sayısında James Watson ve Francis Crick, tarihe geçen DNA yapısı modellerini açıkladılar: Yapısal biyologlar Rosalind Franklin ile Maurice Wilkins'in çektiği X-ışını fotoğraflarının da yardımıyla Watson ve Crick, DNA'nın, birbiri üzerine helezon, yani sarmal şeklinde dolanan iki uzun iplikten meydana geldiği çıkarımını yapmışlardı. Bu ikili sarmalda her ipliğin, nükleotit bazları alan adenin, timin, guanin ve sitozin adlı birimlerin tekrarlardan oluştuğunu bilen Watson ve Crick, bu dört nükleotidin, gende bilgi taşiyan unsurlar olduğunu varsaydılar. Böylece, çarpıcı bir keşifte bulundular ve iki DNA ipliğinin birbirini tamamladığını, DNA ipliklerinden biri üzerindeki nükleotit bazlarının öteki iplikteki belirli nükleotit bazlarıyla eşleştiğini söylediler: İplik üzerinde adenin (A) öteki iplikte her zaman timinle (T), guanin (G) ise öbür iplikte hep sitozinle (C) eşleşir. İki iplik, boyunca bu nükleotit bazlarının birbirleriyle birden fazla noktadan bağ kurması sonucu iki iplik bir arada durur.
Watson ile Crick'in bu keşfi, Schrödinger'in fikirlerine bir molekül çerçevesi kazandırmıştı; böylece moleküler biyoloji yükselişe geçti. Schrödinger'in işaret ettiği gibi genlerin yaptığı esas işlem, kopyalanmaktır. Watson ve Crick, klasik makalelerini artık meşhur olmuş şu cümleyle bitirir: “Ortaya koyduğumuz özel eşleşmenin, genetik malzeme için bir kopyalama mekanizmasını akla getirdiği dikkatimizden kaçmadı.”
İkili sarmal modeli, gen kopyalamasının nasıl çalıştığını gösterir. Kopyalama işlemi sırasında iki DNA ipliği birbirlerinden ayrıldığında, her anne iplik, bunu tamamlayıcı bir yavru ipliğin oluşması için kalıp görevi görür. Anne iplik üzerindeki bilgi içeren nükleotitlerin dizisi belli olduğu için, yavru iplik üzerindeki dizi de bellidir: A, T'yi tutacaktır, G de C'yi. O halde yavru iplik, başka bir iplik içinde kalıp görevi görebilir.
Bu şekilde, hücre bölünürken DNA’nın birden fazla kopyası aslına sadık kalınarak çoğaltılabilir ve kopyalar, yavru hücrelere dağıtılır. Bu şablon, organizmanın tüm hücrelerine varana dek uzanır, yumurta ve sperm hücreleri de dahil. Böylece organizma nesilden nesile bir bütün olarak kopyalanır.
1980’e gelindiğinde Boyer, insan insülin genini, bir bakteriye yerleştirmişti; bunun sayesinde sınırsız miktarda insan insülini üretilebildi ve böylece biyoteknoloji sanayisi doğdu.
DNA yapısının eş kâşifi Jim Watson, bu gelişmelerden, “Tanrı rolünü oynamak” diye bahsedecekti.
Gen kopyalamasından yola çıkan Watson ve Crick, protein sentezi için de bir mekanizma önerdiler.
Her gen belirli bir proteinin üretimine yön verdiği için, her gendeki nükleotit bazları dizisinin, protein üretimi için bir şifre barındırdığı çıkarımını yaptılar. Kopyalamada olduğu gibi, proteinlerin genetik şifresi, DNA ipliğindeki nükleotit bazların tamamlayıcı kopyası yapılarak "okunabilir", dediler
Bakteride, mayada ve nöron olmayan hücrelerde genleri ve protein işlevlerini yakından incelemek için kullanılan çarpıcı araçlarla ve moleküllerle ilgili içgörülere, çok geçmeden sinirbilimciler ve özellikle de ben, beyni araştırmak için sarıldık.
Bellek Genleri
Uzun süreli bellek için hangi proteinlerin önemli olduğunu henüz bulamamıştık.
Bu serüven 1961 'de, Paris Pasteur Enstitüsü’nde F. Jacob ile Jacques Monod'un "Protein Sentezinde Genetik Düzenleyici Mekanizmalar" başlıklı makaleyi yayımlamalarıyla başladı. Bakterileri model sistem olarak kullanıp, çarpıcı bir keşif yapmış, gen etkinliğinin düzenlenebileceğini bulmuşlardı; yani genlerin, su musluğu gibi açılıp kapanabildiğini görmüşlerdi.
Jacob ile Monod, günümüzde gerçek olduğunu bildiğimiz olguya, çıkarım yaparak ulaşmışlardı: İnsanoğlu gibi karmaşık organizmalarda bile, genomun nerdeyse her geni, bedenin her hücresinde mevcuttur. Her hücrenin çekirdeğinde organizmanın tüm kromozomları dolayısıyla organizmayı bütünüyle oluşturmak için genlerin tümü vardır. Bu çıkarım, biyoloji için ciddi bir soru doğurmuştu: Neden tüm genler, bedenin her hücresinde aynı işlevi görmüyor? Jaccb ile Monod'un önerdiği yanıtın, gerçek durumu yansıttığı nihayetinde anlaşılacaktı; karaciğer hücresi karaciğer hücresidir, beyin hücresi beyin-hücresidir; çünkü her hücre türünde bu genlerden bazıları acık hale getirilir, yani anlatımları gerçekleştirilir; arta kalan genler ise susturulur ya da baskılanır. Dolayısıyla her hücre türü, kendine özgü bir protein harmanına sahiptir, yani elde etmesi olası tüm proteinlerin bir alt kümesini barındırır. Bu protein karışımı sayesinde hücre, üzerine düşen özgül biyolojik işlevleri yerine getirir.
Hücrenin ideal işlevine ulaşması için genler açılır ve kapanır. Bazı genler, organizmanın neredeyse tüm ömrü boyunca kapalı tutulur; enerji üretimi gibi işlerle ilgisi olan genler ise her zaman açıktır; çünkü şifreledikleri proteinler, organizmaların hayatta kalması bakımından önemlidir. Fakat her hücre türünde, kimi genlerin anlatımı ancak belirli zamanlarda gerçekleştirilir, kimi genler ise bedenin içinden ya da çevreden gelen sinyallere istinaden açılır ya da kapanır.
Omurgalılarda yürüttüğümüz araştırmalar ve Omurgalılarda gerçekleştirilmiş kimi çalışmalar, uzun süreli belleğin, yeni protein sentezi gerektirdiğini göstermişti; dolayısıyla bellek depolama mekanizması muhtemelen tüm hayvanlarda oldukça benzeşir
Kaynak: ÖZETKİTAP.COM
 BELLEĞİN PEŞİNDE-Yeni Bir Zihin Biliminin Doğuşu
Eric R. KANDEL (Prof. Dr.)