27 Eylül 2009 Pazar

HUZUR DUASI

ALLAH,BANA DEĞİŞTİREMİYECEĞİM ŞEYLERİ KABUL ETMEM İÇİN SAKİNLİK. DEĞİŞTİREBİLECEKLERİMİ DEĞİŞTİRMEM İÇİN CESARET, VE ARALARINDAKİ FARKI ANLAMAM İÇİN AKIL VERDİ AİLE İÇİ SORULMASI GEREKEN ÜÇ SORU. 1- Şu anda sahip olduğunuz aile sizi mutlu ediyor mu ? 2-Sevdiğiniz ve güvendiğiniz sizi seven ve size güvenen insanlarla dostlarla mı yaşadığınızı düşünüyorsunuz ? 3-Ailenizin bir üyesi olmak eğlenceli ve heyecanlı bir şey mi ? Bu üç soruya da cevabınız evetse , en iyi aile ortamına siz sahipsiniz. Ne Mutlu size.

22 Eylül 2009 Salı

Bu matematik nasıl oluştu ?

Bu matematik nasıl oluştu, nereye kadar götürür, yoksa idrak sınırımızı o mu belirliyor? Gökteki Pi[1] "Gökteki Pi" adlı kitapta, bugün kullandığımız matematiğin dayandığı köklerin insanlığın ilk zamanlarındaki ilkel sayma ihtiyaçlarına dayandığını, sonra da ihtiyaçlar karmaşıklaştıkça matematiğin de ona paralel olarak nasıl evrimleştiği çok güzel tanıtılıyordu. Tamamen yaşamsal ihtiyaçlar nedeniyle ortaya çıkan "sayma" (ve onun doğal uzantıları olan geriye sayma, ardışık toplama ve ardışık çıkarma) günümüz matematiğinin 4 işlemini oluşturdu. Daha sonra ortaya çıkan ileri hesaplama tekniklerinin temeli hep "sayma"ya dayalıdır. Geleneksel matematikte 1+1=2 iken gerçek yaşamda bu eşitlik ancak bir dizi koşul varsa geçerlidir. Buna göre 1+1'in kaç edeceğini zamana, zemine ve diğer koşullara bağlayan, (+) operatöründen daha farklı -hatta kişiye özel- bir operatör icat edilemez mi? Örneğin (1 © 1=2), perşembeleri hariç 1+1=2 olup diğer günler belirsizdir . Şimdi bir soru! Acaba "sayma" ile "idrak" arasında bir bağlantı var mıdır? Şayet varsa, başka bir "başlangıç kavraşımı[2]"na dayalı başka bir matematik bugünkünden farklı bir idrak'e yol açar mıydı? Ya da soruyu tersinden soralım: Acaba idraki daha yüksek insanlar -dahi bilim insanları, sanatçılar, düşünürler gibi-, sayma yerine daha farklı bir "başlangıç kavraşımı"na mı kullanırlar? Ama ilk adımda -kesin olmasa da- mümkün gibi görünen, idrak denilen "kavrama modeli"nin bireye özgü olabildiği, bir yandan da sosyalleşme yoluyla ezberlenerek, sanki tüm insanların idraklerinin tek tipmiş izlenimi verdiğidir. Bir diğer güvenli sonuç da, matematiğin çeşitli idrak araçlarından birisi olduğudur. Başka bir soru: Acaba ateş veya tekerlek icat olmasaydı ne olurdu? Tekerlek ve ateş için insanlığın en büyük iki buluşu denilir. Gerçekten de keşif ve icatlar için "ardından tetiklediği gelişmeler" şeklinde bir dereceleme yapılsaydı muhtemelen bu iki buluş açık ara önde olurdu. Peki bu yüksek dereceleme puanı, "bunlar bulunmasaydı daha yüksek ardışık etkileri olabilecek buluşlar mümkün olamazdı" gibi bir çıkarsamayı da beraberinde getirir mi? Hayır, belki de çok daha ilginç başka buluşlar mümkün olabilirdi. Örneğin, birileri çıkıp da "yerle teması olan icatlar günahtır" deseydi acaba daha iyi icatlar yapılabilir miydi? Belki hayır belki evet! (Tanrı kelamının matbaada basılması günahtır yasaklamasının matbaadan daha iyi bir buluşumuza yol açamayışı ya da yıldızların sırrını anlamaya çalışmak günahtır önleminin daha iyi bir gözlemevi buluşumuza yol açamayışı bu topluma özgü bir sorun çözme kabiliyeti yetmezliği[3] olabilir). Özellikle tekerlek o denli yararlı bir buluştur ki, icadından bu yana geçen yaklaşık 6000 yıldan bu yana, onun yerini tutabilecek (örneğin yer çekimi veya sürtünmeyi yokederek) icatlar üzerinde son 50 yıldır (uzay çalışmaları nedeniyle) durulmaya başlanmıştır. Üstelik de 7 milyarlık nüfusun milyonda biri kadar bile olmayan bir araştırmacı nüfus tarafından. En yararlı buluşlar, o alanın önünü en çok tıkayan buluşlardır. Benzin motoru o denli kötü bir icattır ki, ilk benzin motorlarının verimleri %3 kadardı. Akümülatör kadar ilkel bir enerji saklama aracı ancak benzin motoru ya da akkor telli elektrik ampulü olabilir. Bunun içindir ki bu üç icat üzerinde inanılmaz ölçüde büyük paralar harcanarak geliştirme çalışmaları yapılıyor. Acaba saymaya dayalı matematik de idrakimizin önünü tıkamakta mıdır? Ya da dahiler daha verimli idrak araçlarına mı sahiplerdir? Her sorun türü için ayrı bir matematik! Von Neumann, Los Alamos'taki atom bombası yapım çalışmalarına katılmış bir bilim adamıdır. İkinci Dünya Savaşı'nı bitirmek için ümitlerini çok güçlü bir silaha bağlamış A.B.D., Los Alamos'ta bir tutsak kampına benzeyen ve bir general tarafından yönetilen bir geliştirme kampüsü oluşturmuştu. Bir an önce bombanın geliştirilmesini bekleyen kampüs komutanı, bir gün çalışmaların yavaşlığından yakındığında Von Neumann'ın kendisine verdiği cevap ilginçtir: Sayın general, şu anda sahip olduğunuz klasik silahlar bildiğimiz fizik ve matematiğin ürünleridir; siz bundan fazlasını istiyorsunuz. Biz de bu yeni silahın önce matematiğini geliştirmeye çalışıyoruz! Her ne kadar geliştirilen ve birkaç ay sonra ilk denemelerini başarıyla(!) geçiren atom bombası da "sayma" temelli matematiğin türev tekniklerini kullanıyorsa da bu anektod, daha karmaşık gerçekliklerin anlaşılması / açıklanabilmesi için ayrı matematik (ve ayrı fizik, ayrı kimyalar) gerekebileceğini gösteriyor. Aynen Bach'ın http://www.youtube.com/watch?v=xUHQ2ybTejU adresindeki Mobius şeridi biçimindeki sonsuz eserindeki yaklaşım gibi! En iyi matematik hangisidir? Bir kapı yapmak niyetindeki marangoz kuşkusuz diferansiyel denklemlerden, sanal sayılardan, tensor analizinden yararlanabilir. Ama dört işleme dayalı basit aritmetik onun işini pekala görecektir. Toplayacağı paraları kredi olarak müşterilere yansıtmak isteyen bir bankanın ise, gereken risk hesaplamalarını yapabilmesi için biraz daha karmaşık bir matematiğe ihtiyacı olacaktır. Newton fiziği, uzay araçlarının buluşmalarına ilişkin karmaşık hesaplamalar için dahi yeterli bir fiziktir. Ama parçacık boyutuna inildiğinde Newton fiziğinin birçok kuralı geçerliğini yitirmekte, bu defa kuantum fiziği yasaları gündeme gelmektedir. Buradan görülebileceği gibi herhangi bir "sistem" için bir iyilik / yararlılık ölçütü aransa, muhtemelen en basiti, "durumları ifade etmeye ne ölçüde yatkın olduğu" olurdu Şöyle bir iddia ne demektir: Benim matematiğim, fiziğim her şeyi açıklar? Bunun saçma bir iddia olacağı bellidir. Marangoz için geçerli olan matematikle atom bombası yapılamadığına, atom altı parçacıkların hareketleri Newton fiziği ile açıklanamadığına göre, güvenli bir söylem ancak "benim matematik, fizik ve kimyam (yani idrakim), ancak bir sınıra kadar olayları açıklayabiliyor; gerisini -daha uygunlarına sahip olana kadar- açıklayamıyor". İdrakimizin sınırlılığını ifade etmeye utanıyor muyuz? Her insanın idrakinin sınırını belirleyen çeşitli öğeler olduğu belli. Kimi kalıtsal, kimi öğrenilmiş, kimi ezberlendiği için sorgulanmayan faktörler, bireysel idraklerin kavrayabilirlik sınırlarını tanımlıyor. Ama her ne hikmetse, insanlar -nasıl ki boylarının kısalığını gizlemeye, zeka ve bilgi eksiklerini örtmeye çalışıyorlarsa- idrak eksiklerini ifade etmeye çekiniyorlar. Çekiniyorlar ve idraklerinin sınırlı olabileceğini basitçe söylemek yerine kendilerini ait saydıkları kampların söylemlerini benimsiyorlar. Yaratılış ve evrim! Yurtdışında da yaygın olan bu tartışma son aylarda Türkiye gündemine de taşındı. Bir TV kanalında, önce yaratılış yandaşları sonra da evrim kuramını savunanlar çıkarılarak sorun çabucak çözülmeye çalışıldı. Bu arada da moderatör -güya- yansız olarak tartışmaları yönetti. Yaratılış yandaşları için herşeyi açıklamak son derece basit: Tüm olup bitenler tanrının rızası ile olmaktadır, nedeni sorgulanamayacak şekilde her şey açıktır. (Bu basit kuralın açıklayamayacağı hiçbir olay olamaz). Yaratılışçılar, kendi kendini -yoktan- var eden tanrının, tanım itibariyle böyle olduğu[4], dolayısıyla da bunun "nasıl"ının sorgulanmasına gerek olmayacağı ve de bu olgunun idrak edilebilir olduğunu savunuyor. Evrimi savunanlar için ise bilimin, o anki bilinenlerin tanımladığı alandaki olayları açıklayabildiği, bunun dışındaki soruların cevapları için ise, bilimin 7 adımlık prosedürüne[5] uygun bir açıklama yapılabilene kadar bir cevapları olmadığı şeklinde. Burada dikkat edilecek nokta, idrak dışılığa bir atıf bulunmadığı, açıklanamayan olayların bu prosedüre göre henüz irdelen(e)mediğinin belirtilmesi. Evrim savunucuları örneğin Big Bang öncesi ne oduğunu açıklayamıyor, ama daha ileride açıklanabileceğini savunuyorlar. Her iki kesimin de hiç kuşkulanmadıkları tek ortak nokta, olan biten her ne varsa idrak sınırlarımızın içinde olduğu, şimdi açıklandığı ya da ileride açıklanabileceğidir. Ve şu unutuluyor ki, belki -hatta büyük olasılıkla- bazı olaylar idrak sınırlarımız dışındadır; ne bildiğimiz fizik ve matematikle ne de anladığımız anlamda bir yaratıcı ile hiçbir zaman açıklanamayabilir. Bu zihinsel kargaşanın başlıca nedeni sorgulamaya kapalı (ezberlenmiş[6]) doğrular ve o doğruları temel almış kendini beğenmişliktir. Bir alçak gönüllülükle, olan bitenin -o da küçücük bir parçasını- idrak edebildiğini "sandığını" söylemek yerine, "bu işlerin kesinlikle bir akıllı tasarımcının müdahalesi olmadan meydana gelemeyeceğini" ya da aksine, "bütün bunların kesinlikle daha iyilerin seçimiyle meydana çıktığını" savunmak arasında önemli bir fark var mıdır? Bütün bu iddialara bakınca insan ister istemez Matrix filminde Neo ile Morpheus arasındaki konuşma akla geliyor: "ister misin bizi birileri bir yerlerdeki tarlalarda yetiştirip buralara gönderiyor olsun!". Yeni bir matematik ihtiyacı? Kesin doğrulara dayalı iddialar yerine, idrak sınırımızı geliştirecek daha esnek bir düşünme sistemine ve onun aracı olan bir yeni matematiğe ihtiyacımız var gibi görünüyor[7]. Aynen, matematik gibi bir ifade aracı olan dilin çoğu yerde yetersiz kalması nedeniyle sorun alanına özgü yeni dillerin geliştirilişi gibi[8] Yazarı: M.Tinaz TİTİZ

12 Eylül 2009 Cumartesi

ZİHİNSEL VİRÜSLER

No 1-“BAŞKASI YAPMASIN, BEN DE YAPMAM” Önümüzdeki birkaç hafta, toplum yaşamımızı şekillendiren değer ölçüleri içinde yer alan birkaç virüsü tanıtmak istiyorum. Bu hafta sıra en masum görünüşlü, fakat en öldürücü olanında: “Başkası yapmasın, ben de yapmam!” “Güvenlik Şeridi: Güvenlik şeridinde araç sürmek başkalarının yaşamlarına kasdetmekle eşdeğerdir. Taammüden cinayetle, ambulansın geçebileceği tek yolu kapatmak arasındaki tek fark, halkımızın bu konudaki bilinçsizliğidir. Yoksa insan, gözünün önünde işlenen bu dizi cinayetlere kayıtsız kalabilir mi? Batı medeniyetiyle bizi ayıran şey ne islam ne de gelirimizin düşüklüğüdür. Esas ayıran, işte bu ve benzeri konulardaki duyarsızlığımızdır. Gelişmiş toplumların insanları, bu kayıtsızlığımızı kendilerinin yüzlerce yılda inşa ettikleri medeniyete bir saldırı olarak görüyor ve bu yüzden de bizden nefret ediyorlar. Biz ise bunu hala anlamıyor ve Avrupa Birliği'ne girerek bu nefreti sempatiye çevireceğimizi zannediyoruz. Bu boşunadır. İşte Türklerin trajedisi özet olarak budur. Bütün bunlar böyledir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben de güvenlik şeridini kullanıyor, zaman zaman kırmızı ışıkta da geçiyorum. Ama bunu birçok insan yapıyor. Onların yapmasına engel olunsun ben de seve seve uyarım.” Ezber: Ezber zihinsel soykırım demektir. Bir toplumu tankla topla yıkamayabilirsiniz. Ama uzun vadede en etkin silah, o toplumun bireylerinin düşünme yetilerini zayıflatmaktır. Kendisine belletilenleri, tek ve değişmez doğrular olarak benimsemeye koşullandırılan çocuklardan ne vatandaş, ne bilim adamı, ne politikacı ne de bir başka şey olur. Nitekim olmuyor da. Her gün yakındığımız çeşitli sorunların altında, bellediği kalıpların dışına çıkamayan, icadı ayıp sayan, “hareketli ceset” benzeri insanlar yatmıyor mu? Bu cinayeti bir an önce durdurmak gerekir. Okullarda öğretilen her şeyin, belirli koşullara “göre” olduğu, o koşullar değiştiğinde doğruların da değişeceği öğretilmelidir. Ama ne yapayım ben de bir öğretmen olarak mevcut sistemin dışına çıkamıyorum. Çünkü, başta ezber yaptırmadığını iddia eden okullar dahil herkes ezbere dayalı öğretme yaptırıyor. Eğer bana emir verilir ve başkaları da terk ederse ben de katiyen ezber yaptırmam, ben ezbere karşıyım.” Rüşvet: Eğer rüşvetin tanımına dikkat edilirse toplumda ne denli yaygın olduğu hayretle görülecektir. “Elindeki yetkiyi kendine çıkar sağlama yönünde kullanma” biçiminde tanımlanabilecek olan rüşvetin en yaygın olduğu yer politikadır. Elindeki imkanları seçim bölgesine yağdıran bakan, bu imkanları hiç sesini çıkarmadan kabul eden seçmen, aldı-verdi tipi rüşvetler halinde mangalda kül bırakmayan ama bu tür rüşvetleri görmezden gelen basın, bunların hepsi rüşvet olgusunun taraflarıdır. Evet ben de işimi yürütmek için gümrükte rüşvet vermek zorunda kalıyorum. Aksi halde iş duracak. Rüşvet o kadar yaygın ki herkes veriyor herkes alıyor. Başkaları alıp vermesin ben de vermem” Bu ya da benzeri sözler, hepimizin aşina olduğu sözlerdir. Her tür eğriliği yapanların, üstüne üstlük bir de ders verip zeytinyağı gibi üste çıkmalarına imkan tanıyan mantık operatörü, “başkası yapmasın, ben de yapmam” olarak özetlenebilir. Bunun öldürücülüğü, dış kabuğunu saran adalet mesajından geliyor. Ama dış kabuk kaldırılınca altından şu dehşet verici öz çıkıyor: Ben yaptığımı sürdüreceğim, hatta bu konuda etrafa ders dahi vereceğim. Ama ortaya, yerine getirilmesi öylesine imkansız bir koşul atacağım ki herkes beni haklı bulacak. Nasıl olsa binlerce insan arasından bir kişi çıkar ve eğrilik yapar, ben de onu örnek gösteririm. Ayrıca, kimse çıkmasa da ben olduğunu iddia ederim! Acaba, bu tür virüsleri üreten bir laboratuvar var mı? Bunları kimler üretiyor? Kimler etrafa dağıtıyor? Ne ilginç sorular değil mi? No 2-“EVET AMA YİNE DE” Geçen hafta en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya aldığım “başkası yapmasın ben de yapmam”dan sonra bu hafta en az onun kadar sinsi ikinci bir virüsü tanıtacağım. Aslında “tanıtma” sözcüğü buraya pek uymuyor, çünkü hergün defalarca duyuyor, belki de kullanıyoruz. İnsan yaşamını kolaylaştıran şeyler listesi yapsak belki de en başlara yerleşebilecek olanlar, hemen her dakika kullandığımız ve, veya, değil gibi mantık operatörleridir. Bunların, insanlık tarihiyle yaşıt olduklarını kestirmek zor değildir. Ayrıca, isimleri böyle konulmamış olsa da hemen tüm canlıların bunlara benzer operatörler kullandıkları da doğrudur. Bu operatörler bir bakıma yaşamı kolaylaştırırlarken, diğer açıdan bakıldığında yaşamın serbestliklerini sınırlarlar. Örneğin, “bana elma veya armut cinslerinden birisini söyleyiniz” denildiğinde herkes bilir ki, sadece bu iki meyve kümesinden birine ait olan bir cins söylenmelidir. İşte bu bir sınırlamadır ve cevap olarak karpuz demek niyetinde olan birisinin fena halde canını sıkar. Onbin yıldır kullanıla geldiği için insanlığın ortak malı haline gelmiş bulunan bu mantık operatörlerinin belirlediği dar kalıplardan sıkılan bir kısım uyanık insanlar yeni operatörler icat etmiş ve yürürlüğe koymuşlardır. Örneğin, elma veya armut konusunda yapılması istenen tercihe karpuz demek isteyen kişi -ki muhtemelen bizim bir vatandaşımızdır-, yeni bir mantık operatörü düşünmüş ve bu yazıya konu olan 2 numaralı virüsü icadetmiştir. Böylece, normal insanlara göre mesela elma olması gereken yanıt bu defa, “evet elma ama yine de karpuz” haline gelme imkanı bulmuştur. Böyle bir operatörün pratik hayatta bir işe yaramayacağı, bu gibi işlerle uğraşanların vakti bol yapacak işi olmayan insanlar oldukları gibi bir düşünce akla gelebilir. Gerçek ise tamamen farklıdır. Bu ve bu gibi icatlar, onları kullananlara fevkalade rahat bir yaşam sağlarlar. Bu operatörlerin bir üstünlüğü de, kullanımlarının belirli bir meslek, yaşam kesiti gibi sınırlayıcılarla tahdit edilmemiş oluşudur. Bu denli esnek, her duruma bu kadar kolay adapte edilebilen bir başka fiziki araç icadedilmemiştir. Örneğin, bu araçtan bilimsel alanda yararlanmak isteyen bir kişi şöyle bir sav ileri sürmek imkanına kavuşur: “Kıt kaynaklarımızın geniş ihtiyaç alanlarımıza doğru tahsis edilmesi esastır. Bu ilke bilimsel araştırmaların saptanmasında da geçerlidir. Hatta diğer alanlardan daha çok geçerlidir. Türkiye'nin öncelikli ihtiyaç alanlarında araştırma ihtiyacı dururken, bunları dikkate almayan araştırma konularına para harcanması doğru değildir. Bu en azından bilim etiği açısından yanlıştır. Ama ben yine de, bu gibi araştırmaların yapılmasını son derece yararlı buluyorum”. Ya da, “Ezber, çocuklarımızın zihinlerini donduruyor, onların yaratıcılıklarını öldürüyor, onları başkalarına muhtaç insan durumuna getiriyor. Sakalı bıyığı ağarmış insanlar her başları sıkıştıkça kurtarıcı arıyorlar. Bütün bunların nedeni ezber denilen ve kuşku duymadan belleme demek olan ve de genellikle salt bellemek ile karıştırılan illettir. Ama yine de belli şeylerin ezberlenmesi yararlı hatta zorunludur. Ezber olmadan nasıl eğitim olabilir ki?” Veya, “Sigara insan sağlığına zararlıdır, ayrıca çocuklar söylenenleri değil yapılanları taklit ederler. Onlara sigara konusunda ceza uygulayıp bir yandan da sigara içmek açıklanabilir bir olay değildir. Ama yine de zaman zaman içilebilir.” Bu bir iki örnekten görüldüğü gibi, “evet ama yine de” mantık operatörü, yaşamı kolaylaştırıcılık yönünden eşsiz bir araçtır. İnsanlığın ortak değeri haline gelmiş değerlere hiç itiraz etmeden, onların tam terslerini yapma imkanı tanır. Hele yalnız icadeden tarafından değil de başkaları tarafından da kullanılır duruma gelince, bu defa No 1 virüs (başkası yapmasın ben de yapmam) ile birlikte kullanılarak başa çıkılamaz bir güç kazanır. Medeni toplumlar bir yandan evreni anlam yolunda keşif ve icatlar yaparlarken, diğerleri de böyle icatlar yaparlar. Bir toplumsal iyileşme programının ilk ve vazgeçilmez adımı, zihinlerimizin bu virüslerden arındırılması olmalıdır. No 3-“SİYASET, VATANDAŞIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR” İki hafta evvel en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya koyduğumuz “başkaları yapmasın ben de yapmam” dan sonra geçen hafta sıra en az onun kadar tehlikeli olan, “evet ama yine de” virüsündeydi. Bu hafta, virüs üreten virüslerin sonuncusuna sıra geldi. Başlıktan da görüldüğü gibi bu, hem siyasiler hem de vatandaşlar arasında yaygın kabul görmüş olan bir değer ölçüsüdür. Değer ölçülerimizi enfekte eden virüslerin sayısı sadece üçle sınırlı olmalıp belki de yüzlercedir. Bununla beraber, bu üç tanesi en doğurgan olanlardandır. Diğerlerinin çoğu bunların kendi aralarındaki kombinezonlardır. Doğurgan virüslerin tehlikesinin nedeni, genel kabul görmeleridir. “Siyasetin topluma hizmet olduğu, hizmetin en makbulünün de toplumun sorunlarının çözümüne ortam hazırlamak olduğu” gerçeği hafifçe çarpıtılarak bu virüs elde edilmiştir. Topumun sorunlarının çözümüne hizmet etmek, toplumun sorunlarını çözmek olarak değişince, bu virüs ortaya çıkmıştır. Çeşitli TV kanallarında, sokaktaki vatandaşlarla yapılan söyleşilere verilen ortak yanıtlar, komedyenlerimizin eleştirilerindeki ortak tema, gelmiş geçmiş muhalefet, hatta iktidar partilerinin mensuplarının ortak söylemleri hep aynı noktaya yöneliktir: devlet vatandaşın sorununu çözemiyor! Devleti sistemini oluşturan ögeler içinde eleştiriye en açık kesim politikacılar olduğu için de, bu yetersizlik onların bir eksikliği olarak tanılanıyor. İşin kötüsü, politikacı da, sorunları çözmenin kendi görevi olduğu ve de onları çözebilme erkinin kendisinde bulunduğu gibi inançlarla bu işi üstleniyor ve “yakınma yoluyla korunma” gibi bir yolu seçiyor. İçlerinden birilerinin çıkıp da şunu söylemez mi? «Ey vatandaşlar! Herkes söze demokrasi diye başlıyor. Demokrasi, insanların kendi kendilerini yönetmeleri ise, biz sizin sorunlarınızı niçin ve de nasıl çözelim? Sizlerle önce bu konularda anlaşalım. Siz kendi sorunlarınızı çözme yolunda gerekli çözüm araçlarını gerek icat, gerek geliştirme, gerekse kopya yoluyla ortaya koyamıyorsanız, çözümleri başkalarından bekliyorsanız bu demokrasi sevdasından vazgeçin. Demokrasi istiyorsanız sorun çözme becerinizi geliştirmek zorundasınız. Demokrasi aciz insanların sürüler halinde başkalarınca güdüldüğü rejimin adı değildir. Bu becerinizi geliştirme konusunda isteğiniz, enerjiniz, cesaretiniz, sağduyunuz yoksa o zaman da kaderinize katlanın. Bu güç tercihleri yapmadan düze çıkacağınızı söyleyenler ya cahil ya yalancıdırlar, inanmayınız. Ben size açıkça söylüyorum: Eğer bana oy verirseniz sizin sorunlarınızı çözmeye kalkışmayacağım. Sadece, sizin kendi geliştireceğiniz sorun çözme araçlarını kullanabilmeniz için önünüzde engeller varsa ve onlar bizler tarafından konulmuşsa onları -yine sizin çizeceğiniz hareket biçimine göre- kaldırmaya çaba harcayacağım.Haydi yolunuz açık olsun» Zihinsel kurgu (mind set) içindeki bu virüslerden arınmadan birinci lige geçmek mümkün değildir. Nasıl arınırız? sorusunun yanıtı ise basittir: önce, bunun bir sorun olduğunu içtenlikle kabul ederek. ZİHİNSEL VİRÜSLER: No 4-“SANA NE!” Bu hafta sıra, tehlikeli virüslerin sonuncusuna geldi: “Sana ne!” (ve onun türevi “bana ne!”). Demokrasinin başlıca dayanaklarından -belki de bir numaralısı- olan yurttaş denetimini bir anda imkansız kılıveren bu virüsün vatanı belli olmamakla birlikte, ülkemizi pek sevip yaygınlaştığı bilinmektedir. Söylendiği ilk anda, yapılan ve neye dayanılarak yapıldığı pek açık olmayan bir uyarının ahlaki, yasal ya da benzer bir dayanağının sorulması gibi bir çağrışım yaratırsa da hiç öyle bir zorunluk olmadan da özgürce kullanılabilen son derece yararlı bir alettir. Örneğin, resim çeken bir gazeteciyi coplayan polise yanlışlıkla yapılabilecek, “memur bey, sizin görevleriniz içinde resim çekmeyi önlemek de var mı?” biçimindeki bir yurttaşlık görevine karşı normal mantık kuralları içinde söylenebilecek hiç bir şey yokken, bu virüsü kullanarak güzel bir cevap verilebilir. Ya da far ampullerini halojenlerle değiştirerek çocukluğundan beri içinde birikmiş bulunan ezilmişliğini tedavi etmeye çalışan bir sürücüye yapılabilecek “sayın sürücü bey, siz savaşa mı gidiyorsunuz?” gibi bir ikaza karşı “sana ne ulan!” şeklinde gayet anlamlı bir yanıt beklenmelidir. Hemen her durum karşısında hiç bir güçlükle karşılaşmadan işin içinden çıkmanıza, çıkmak bir yana suçlu konumdan güçlü konuma geçmenize yarayan bir araçtır. Bu yanıt biçimi dönerek kendisine yataklık yapacak bir eşleniğini üretmiştir: “bana ne!”.. “Bana ne”, “sana ne” gibi kullanımı rahat bir kavram değildir. Özellikle entel kesim arasında her şeye maydanoz olmak, ama işe yarar bir şey yapmamak pek makbul sayıldığı için öyle uluorta “bana ne” demek ayıp sayılır olmuştur. Bunun yerine, tamamen aynı anlama gelen, üstüne üstlük bir de alacaklı duruma gelme imkanı sağlayan, “bu memleket katiyen düzelmez”, “önce tepeden başlamalı”, dizisine ait kalıplardan bir tanesi kullanılır olmuştur. Sevgili okurlarım, Geçtiğimiz 3 hafta içinde ve bu yazımla biraz şaka yollu sizlere sunduğum bu zihinsel virüslerle mücadele için ne yazık ki kestirme bir yol mevcut değildir. Tek mümkün görünen ve galiba da rastgele insan kitlelerini “ulus”a dönüştüren reçete, toplumumuzun zihinsel kurgusu içindeki tüm değer ölçülerini gözden geçirmektir. Bunun için ne dış yardıma ve ne de devrimlere ihtiyaç vardır. Zihinsel kurgu (mindset) içinde yer alan bu değer ölçülerinin ne denli üretken birer melanet kaynağı olduğunu kabul edenlerin yılmadan, iğnelerle kazacakları kuyulara ihtiyaç vardır. Büyük medeniyetler hep bu türlü kurulmuşlar, yıkılanlar da kestirme yollar ararlarken yok olmuşlardır. Yarın sabahtan itibaren bu toplumsal ayıplar çevresinde duyarlık yaratmak üzere, tek başımıza ya da gruplar halinde, yaratıcı fikirlere dayalı çözümler üretmeye başlayabilir miyiz? EL, YÜZ VE ZİHİN TEMİZLİĞİ !Yıkanma” denilen eylemin ortaya çıkışı herhalde “kirlenme” ve “arınma” kavramlarıyla eşzamanlıdır. İnsanların, ellerini, yüzlerini, bedenlerini -zaman zaman da olsa- yıkamaları, çeşitli şekillerde onlara bulaşan “kir”lerden arınmak içindir. Bu ihtiyacın sıklığı ve derinliği, kişilerin bu konudaki duyarlıklarına, ama daha büyük ölçüde de çeşitli kirleticilerle temas sıklıklarına ve o kaynakların kirleticiliklerine bağlıdır. Bu arınmanın gereksiz olduğunu savunabilecek bir azınlık -var mıdır bilinmez- hariç, hiç kimse bu yaklaşımı yadsımamış ve insanoğlu yüzlerce yıldır hep yıkanagelmiştir. Peki, insanoğlunun bu denli doğal kabul edip uygulayageldiği bu adet, niçin yalnız fiziki beden ile sınırlı kalmıştır? Halbuki diğer tür kirleticilerin sürekli bombardmanı altındaki zihinlerimizde de, aynen el, yüz ve bedenlerimizdekine benzer kirlenmeler oluşur. “Zihinsel kirlenme” ya da “değer kirlenmesi” denilebilecek bu olguya yol açanlar bu defa fiziki partiküller değil, temas halinde olduğumuz insanların tutum ve davranışları ile, çeşitli kaynaklardan bize ulaşan “koşullayıcı enformasyon”dur. Filan deterjanın öbürlerinden daha beyaz yıkadığı, ya da fişmanca gazetenin 48 parça ithal tabak verme duyurularının dakikada birkaç defa tekrarlanması koşullayıcı enformasyona; okullarımızda yıllardır kafalarımıza kakılan “ben öğretmezsem sen anlamazsın” tutumu da koşullayıcı tutuma birer örnektir. İnsanoğlunun en zayıf yanı olan “koşullanmaya açıklık”, bu acıya dayanamayacağını hissettiği için yine kendince bir övünç vesilesi haline getirilmiş ve “düşünme”, “öğrenme” gibi, bu yetmezliğin birkaç dışavurumuyla gurur duyar olmuştur. Ama bu kaçış, koşullanmaya açıklık zafiyetini çözememiş ve çevresindeki davranışlardan etkilenir olmuştur. Zihinsel kirlenmenin bir nedeni işte budur.Çok sayıda insan, diğerlerine kabul edilemez gelen kimi tutum ve davranışları böyle edinmektedir. Beden temizliğinin nasıl yapılacağı konusunda dahi koşullayıcı bilgilendirme ve tutumun etkisinde kalıp onu dahi çoğunlukla yanlış yapabilen insanoğlu, acaba zihinsel kirlerden kendini arındırmak için niçin yaygın metotlar geliştirmemiştir? “Kendinin farkına varma”, “dıştan içine bakabilme”, “kendine korkmadan bakabilme” gibi yollar, acaba niçin az sayıda düşünürün öğretileri içinde kalmış, gündelik temizlik gibi yaygınlaşmamıştır? Henüz birkaç milyon yıllık geçmişimiz insan ömrüne göre algılanamaz bir uzunluktaysa da evren yaşına göre henüz bebek sayılabilir. İnsanoğlu bunları bir gün gündeminin ilk sıralarına yerleştirecek ve büyük bir olasılıkla yaşam hakkının dahi önüne bir başka hak getirecektir: koşullanmama hakkı! Üçüncü bin yıla girerken örgün ve yaygın bütün eğitim sistemleri, öğretme yerine öğrenme kavramını koyma yolundadırlar. Bir Kanada firması olan CIBC, hizmet içi eğitimde şu sloganı benimsemiştir: Öğrenme, çalışanın sorumluluğudur! Bu yaklaşımın temel taşı ise “eksiklerinin farkına varmak”tır. Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır. Yazarı: M.Tinaz TİTİZ

11 Eylül 2009 Cuma

ÇOCUKLAR SORUN ÇÖZÜYOR!

Çocukların bir bölümünün düşüncelerini yazıyla ifade edemeyecek kadar küçük olmaları nedeniyle, daha çok çizim şeklinde ifade etmeleri istenilmiş. Önerim, buna benzer bir fikri yurdumuzda uygulayıp bizim çocuklarımızın ne gibi tasarımlar yapacaklarını görmek. Bunun için, aşağıdaki basit şartnameyi, sizin veya yakınlarınızın ya da tanıdıklarınızın çocuklarına ulaştırıp, yapacakları tasarımları e-posta ekinde aşağıdaki e-posta adreslerinden birisine yollamalarını sağlamanızı rica ediyorum. Bunları biraraya getirip, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı sitesinde (www.beyaznokta.org.tr), her tasarımı yapan çocuğumuzun adı altında yayımlayacağız. Fikir bu kadar basit. Bakalım büyüklerimize örnek olabilecek tasarımlar gelecek mi? (Belirtmeye gerek yok, çocukları yerine tasarım yapıp yollayacak ebeveynlere kapalıdır  ). Basit şartname..  Bu organizasyon 5-12 yaş arasındaki çocuklara açıktır. Büyüklerince yapıldığı izlenimi güçlü olan veya yasal sorunlar doğurabilecek tasarımlar başkaca neden gösterilmeden elenecektir (daha bu yaşlarda bu işlere girişmelerini özendirmemek için ), İstenilen tasarım konuları şunlar olup, mutlaka her birisi için birer tasarım yapma zorunluğu yoktur; bir tane dahi yeterlidir: 1. Sizin bir bireysel sorununuzu çözebilecek bir tasarım yapınız, 2. Oturmakta olduğunuz ev, apartman veya siteye ait bir sorunun çözümü için bir tasarım yapınız, 3. Yaşadığınız kentin bir sorununun çözümü için bir tasarım yapınız, 4. Ülkemizin bir sorununun çözümü için bir tasarım yapınız, Yapılacak tasarımlar bir adet A4 kağıdı üzerinde olacak ve bir tarayıcı ile taranarak jpg formatında bir e-postaya eklenerek yollanacaktır, Her tasarım kağıdının üst orta kısmına, tasarımı yapan kişinin adı ve soyadı, bitirmiş olduğu yaşı (2009-doğum yılı) ve halen yaşadığı il adı -gerekirse büyüklerince- yazılacaktır, Tasarımlar siyah-beyaz ya da renkli olabilir; herhangi bir çeşit kalem kullanılabilir, Yazı yazma konusunda henüz yeterli beceriyi edinmemiş çocuklar için dezavantaj olmaması için tüm tasarımlar çizim şeklinde olacak, çizimlere sadece çok kısa açıklamamalar yerleştirilebilecektir (bu amaçla başlangıçta değinilen örneğin incelenmesi önerilir örneğin incelenmesi önerilir), Tasarımlar tinaz@tinaztitiz.com adresine yollanacaktır, Gönderilecek tasarımların e-postada görülecek olan son tarihi 30 Ekim 2009'dur, Gönderilen tasarımlar özlerine dokunulmadan tasarımcının adı ile www.tinaztitiz.com ve www.beyaznokta.org.tr sitelerindeki birer klasörde yayımlanacaktır, Yollanacak tasarımların tüm yayın hakları Beyaz nokta® Gelişim Vakfı'na ait olacaktır. Çocuklarımızın ne kadar yetenekli olduğunu hep beraber görmek ilginç olmayacak mı? Kuşkusuz ne kadar çok çocuk katılırsa sonuçlar o denli öğretici olabiecektir. Bu nedenle lütfen olabildiğince çok çocuğun eline geçmesini sağlayınız. Şimdiden teşekkürler. [1] De Bono, E., Çocuklar Sorun Çözüyor (orjinali Children Solve Problems), İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1995 (Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı ve Yapı Merkezi A.Ş. işbirliği ile çevrilip basılmıştır)