31 Ocak 2008 Perşembe

YAŞAMA YERLEŞMEK

Prof. Dr. Üstün Dökmen’in, Ocak 2008′de iki baskı yaparak yayımlanan “YAŞAMA YERLEŞMEK-Küçük Şeyler 3″ adlı kişisel gelişim içerikli 208 sayfalık yapıtını 27 sayfada derleyerek sizlerle paylaşmak istedim. Bu arada, okuma için zaman fakirliğinden ilk kurtulduğunuz anda, bu yapıtı da mutlaka alıp, tüm aile bireylerine de okutmanızı “Küçük Şeyler-1 ve Küçük Şeyler-2″eserlerinde olduğu gibi önermek istiyorum. O Kadar yumuşak ve anlaşılabilir bir üslupla yazılmış ki, bir solukta okunabilecek gibi. Üstün Dökmen, bu kitabında, kaliteli yaşamanın vazgeçilmez koşulu olan “Yaşama Yerleşmek”i anlatıyor: Bazılarımız bazen - ve sanırım çok azımız da her zaman - dört elle yapışırız yaşama. Fark ederek, hissederek, ânı yaşayarak yaşarız; bazılarımız ise âdeta parmak ucuyla tutar yaşamı. Bir sandalyeye, koltuğa veya bir sedire, kendimizi bırakarak, yayılarak yerleşmek de mümkündür, eğreti bir şekilde oturmak da… Benzer şekilde, yaşama bütün varlığımızla, varoluşumuzla yerleşmek de mümkündür, eğreti bir şekilde ucundan ilişmek de… Bir at, üstüne tam yerleşemeyen süvariyi nasıl üstünden atarsa, yaşam da kendine tam yerleşemeyenleri, bir anlamda yeterince uyum sağlayamayanları üstünden atar, devre dışı bırakır. Eserde geçen hoş bir olayı da bu arada aktarma istiyorum: Caferoğlu’nun Oyu Üniversitede gizli oylamayla bir seçim yapılıyor, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu da aday. Seçimi bir başka hoca kazanır, Caferoğlu Hoca’ya sadece bir oy çıkar. Caferoğlu önemli birisi olduğu için herkes rahatsız olur, ‘hocayı darıltmaktan, kızdırmaktan’ korkarlar. Seçimi izleyen gün bir kişi odasına gelip “Hocam size o bir oyu ben verdim” der, Caferoğlu teşekkür eder. Sonra bu kişiyi üç-dört kişi daha izler, onlar da hocaya çıkan tek oyu verdiklerini söylerler; hoca hepsine teşekkür eder. En sonunda Caferoğlu, kendisine oy verenlerin tümünü aynı anda odasına davet eder ve o güzel Azeri kökenli şivesiyle şöyle der: “Arkadaşlar, hepiniz bana oy vermişsiniz, teşekkür ederim. Yalnız anlamadığım bir şey var, özümün özüme verdiğim oy nereye gitti?”

***************************

YAŞAMA YERLEŞMEK (Küçük Şeyler 3)-Üstün DÖKMEN

Derleyen: Halit YILDIRIM 21 Ocak 2008

Yaşama Yerleşmek Ne Demek?

İnsanların yaşama yerleşmelerinden söz ettiğimizde, ifade edilmek istenen şudur: Biyolojik, sosyal, kültürel ve fiziksel çevreye uyum sağlayabilen, varoluşlarını yaşayabilen insanların yaşama yerleşmeleri kolaylaşır, yarına kalma ihtimalleri artar.

Dünyada farklı coğrafyada, farklı kültürlerde, farklı yaşam tarzları ortaya çıkar. Söz gelişi, beslenme ve barınma alışkanlıkları farklı farklıdır. İnsanlar arasındaki önemli farklılıklardan birisi de sosyolojik ve psikolojik anlamdaki yaşam tarzlarındır. Sosyolojik, psikolojik kapsamdaki yaşam tarzlarımız, örneğin, ne düşündüğümüz, nasıl düşündüğümüz, başkalarıyla ne tür iletişimler kurduğumuz, nasıl çalıştığımız, çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz ve genelde ne tür bir varoluş biçimi seçtiğimiz yaşama nasıl yerleşeceğimizi belirler.

Bizi Yaşama Yerleştiren veya Yaşamdan Uzaklaştıran Yaşam Tarzları

Herhangi bir işi ona farklı düzeylerde önem vererek yapabiliriz. Çok önem vererek yapabiliriz, kısmen önem verebiliriz, fazla önem vermeden yapabiliriz. Dilimizde “parmağının ucuyla tutmak” diye bir deyiş vardır; dört elle sarılmamak, ciddiye almamak anlamına gelir. Bazı şeyleri parmağımızın ucuyla yaparız, bazılarına dört elle sarılırız.

Bazılarımız bazen – ve sanırım çok azımız da her zaman – dört elle yapışırız yaşama. Fark ederek, hissederek, ânı yaşayarak yaşarız; bazılarımız ise âdeta parmak ucuyla tutar yaşamı. Yaşam karşısındaki bu iki farklı tavrı, bir yerlere oturmaya benzetmek istiyorum.

Bir sandalyeye, koltuğa veya bir sedire, kendimizi bırakarak, yayılarak yerleşmek de mümkündür, eğreti bir şekilde oturmak da… Benzer şekilde, yaşama bütün varlığımızla, varoluşumuzla yerleşmek de mümkündür, eğreti bir şekilde ucundan ilişmek de…

Yaşama yerleşmekten kastımız, kaliteli yaşamaktır. Yaşama yerleşmeden yaşamak, eğreti yaşamak ise Doğan Cüceloğlu’nun ifadesiyle ‘mış gibi’ yaşamak anlamına gelir.

Yaşama yerleşme kavramını, bireye ait özelliklerle çevre şartlarının eşleştirilmesi anlamında da kullanabiliriz. Bir insan, mesleki yeteneklerini ve isteklerini doğru değerlendirip çevresindeki en uygun mesleği seçtiğinde ve bu mesleği icra edebildiğinde, bir başka ifadeyle potansiyelini yeterince kullanabildiğinde, yaşama yerleşmiş olur.

Evlere Yerleşmek / Yerleşememek

Ülkemizdeki şehirlerde, kasabalarda yaygın bir ev tipi vardır. Dış cephesi delikli tuğladan yapılmış, sıvasız, yarım kalmış evler, apartmanlardır bunlar. Evi yapan, tuğladan duvarları örmüş, kapıyı, pencereyi takmış, çatıyı tamamlamış, sıvayı, boyayı, badanayı ise eksik bırakmıştır; ev natamamdır. Bazılarının çatıları da yoktur, ilerde bir kat çıkabiliriz düşüncesiyle, ucunda demirleri gözüken beton direkler açıkta bırakılmıştır.

İlk bakışta tamamlanmadığı izlenimini veren bu evlerde aslında resmen yaşanmaktadır; bacaları tütmektedir, balkonlarında çamaşırlar asılıdır, kapı numaraları, elektrik, su abonelikleri vardır. Ama bu evler uzun yıllar, belki yıkılıncaya kadar bu halde kalacaktır. Bu evler niçin böyledir? Belki göçebe kültürün tam yerleşememe alışkanlığından ötürü, belki masraftan kaçınmak için, belki de yaşama tam yerleşememenin bilinçli olmadan sergilenen somut bir göstergesi oldukları için bu evler yarımdır.

Sadece evlere eğreti yerleşmiyoruz, kimimiz ayakkabının topuğuna basıyoruz, kimimiz ceketi sırtımıza yarım atıyoruz, kimimiz direksiyona kaykılarak oturuyoruz ve galiba bir kısmımız, dünya görüşümüzü, siyasi görüşümüzü çok az veriye dayanarak oluşturuyor, aylık-yıllık dalgalanmalarla farklı siyasi partileri destekliyoruz, bazılarımız milletvekili isek belirli bir partide karar kılamıyoruz, parti parti dolaşıyoruz; sonuçta pek çoğumuz yaşama tam yerleşmeden yaşıyoruz.

Stres ve Bekleme Salonu Koltukları

Sandalye, koltuk tamir eden bir usta varmış. Ustanın gözlemlerine göre, bazı müşterilerinin bekleme salonlarındaki koltukların ön tarafları, bazı müşterilerinin koltuklarınınsa orta kısımları daha fazla aşınıyormuş. Ön tarafı aşınan koltuklar kardiyologların (kalp hekimlerinin) muayenehanelerinin bekleme salonlarındaymış; diğer hekimlerin ve başka mesleklere mensup kişilerin bekleme salonlarındaki koltuklarınsa daha çok orta kısımları aşınıyormuş. Usta bunu hekimlere söylediğinde, hekimler bu gözlemi şöyle yorumlamışlar:

Kalp hekimlerine gelen hastalar genelde stres düzeyi yüksek, belirli bir davranış örüntüsü sergileyen hastalarmış. Bu davranış örüntüsüne ‘A-tipi davranış biçimi’ adı verilmiş.

Genelde A-tipi davranış biçimini sergileyenler kalp sorunlarıyla kardiyologlara başvurduklarında, her zamanki aceleci, sabırsız tavırlarıyla, kalkmaya hazır tedirginlikleriyle koltukların ön tarafına ilişiyorlarmış. B-tipi davranış biçimini sergileyenler ise daha geniş yürekli, rahat, sabırlı oldukları için koltuklara rahatça yerleşip arkalarına yaslanıyorlarmış; bu yüzden de zaman içinde koltuklarının ortası ve arkası daha fazla aşınıyormuş.

Şimdi nâçizâne bir öneride bulunmak istiyorum: Koltukların ucuna ilişir gibi yaşama da ucundan ilişebiliriz veya tam yerleşebiliriz. Yaşama ilişmeyelim, tam yerleşelim.

Bir Sandalyeye veya Yaşama Yerleşmek

Yaşama veya oturulacak yerlere oturma şekillerimizi şöyle sıralayabiliriz:

1. Öylesine, oturduğunuzu fark etmeden oturursunuz; oturma eylemi üzerinde düşünmeksizin oturursunuz. Benzer şekilde kimimiz de, üzerinde düşünmeksizin, fazlaca anlam vermeye çalışmaksızın öylesine yaşayıveririz.

2. Sürekli olarak ‘ya kalkmam gerekirse’ diyerek endişe içinde oturursunuz. Bir gün kalkacağınızı (yani ölümlü olduğunuzu) bildiğiniz için huzur içinde oturamazsınız; çabuk kalkmamak için kenarlarına yapışırsınız, elleriniz acır.

3. Kimisi bir sandalyeye oturduğunda kendini tamamen sandalyeye bırakmaz, A-tipi kişilikteki insanların tavrıyla tedirgin oturur, her an kalkmaya hazır, gergin kaslarla oturur; bir anlamda bacaklarıyla sandalyeye yardım eder; sandalyesi âdeta altı bacaklı olur.

4. Rahat oturursunuz; bir gün kalkacağınızı bilirsiniz ama bunu sürekli bir sıkıntı vesilesi yapmazsınız.

Sandalyelerimize, koltuklarımıza, şoför mahallerine, kısacası tüm yaşamımıza, hiç kalkmamak üzere oturma isteği gerçekçi değildir, bizi yorar. Her an kalkmaya hazır bir gerginlikle oturmak da bizi yorar. Yukarıda dördüncü maddede belirtildiği üzere, hem kalkmaya hazır hem de rahatça yerleşmiş bir insan olabiliriz.

Yaşama rahatça yerleşirseniz, kendileri yaşama rahatça yerleşemeyen, bu yüzden de rahatlamış insanlardan rahatsız olan kişiler, “Ne o, Dünyaya kazık mı kakacaksın?” diyebilirler. Desinler. Hem sonsuz ömürlü olmadığımızı bilmek, hem de dünyaya kazık kakmaya çalışarak yaşamak mümkündür.

Bir at, üstüne yerleşemeyen süvariyi nasıl üstünden atarsa, yaşam da kendine tam yerleşemeyenleri, bir anlamda yeterince uyum sağlayamayanları, en azından uzun vadede şu ya da bu şekilde üstünden atar, devre dışı bırakır.

Tapu dairesi size evin mülkiyetini verir; ama o evde kaliteli yaşama keyfiyetinin resmî bir belgesi yoktur.

Bu dünyada çok mal edinmek, çok şey yapmak isteriz. Ancak ömrümüz sınırlıdır; sınırlı bir ömre sınırsız bir dünyaya yerleştirmek istediğimiz zaman yaşama hakkıyla yerleşmemiz güçleşebilir, bazen de imkânsız olur.

Yaşamınızın süresini sonsuza kadar uzatamazsınız ama kalitesini ölçülemeyecek miktarda artırabilirsiniz. Ömrünüzün uzunluğu önemli değildir, kalitesi önemlidir. Sandalyeden bir gün nasıl olsa kalkacaksınız: Önemli olan, huzur içinde oturmanız ve çevrenize huzur vermenizdir.

Koltuğun Ucunda mısınız Ortasında mı, Stresli misiniz Rahat mı?

Stres

Bazen dış uyarıcıların (aşırı sıcağın, soğuğun veya bazı kokuların) kişileri doğrudan etkilemesi sonucunda, bazen de dış uyarıcıları kişilerin algılaması sonucunda ortaya çıkan psikolojik ve fizyolojik nitelikteki tepkilere ’stres’ adı verilir. Çoğunlukla yaşadığımız stresler, dışarıda olup bitenlere verdiğimiz anlamlar sonucunda ortaya çıkar. Örneğin trafikte bize çalınan bir klaksonun gerekli bir uyarı olduğunu düşünürsek strese girmeyiz; ancak bu klaksonu bir hakaret olarak yorumlarsak strese gireriz (tabii çevremizdekileri de strese sokarız).

A-tipi davranış biçimine sahip hastalar, genelde fazlaca heyecanlı, hareketli ve sabırsız oldukları için, özellikle hekimin bekleme salonunda koltuğa tam yerleşemiyor, her an kalkmaya hazır bir pozisyonda koltuğun ucuna ilişiyorlarmış. B-tipi davranış biçimine sahip olanlar ise, en azından göreceli olarak daha rahat oldukları için koltuğun ortasına yerleşebiliyorlarmış.

A-tipi davranış biçimi sergileyen kişiler genelde heyecanlı, fazlaca işe odaklı, iş alanında aşırı hırslı, mükemmeliyetçi, aşırı rekabetçi, aceleci, öfkeli, sıklıkla saldırgan, hızlı yemek yiyen, çiğnemeden yutan, hızlı ve coşkulu konuşan, cümle aralarında derin soluklar alan, yürümek yerine koşan, söz kesen, birkaç işe birden girişen, sürekli zaman baskısı içinde olan, sürekli koşturan, stresli kişilermiş ve kalp hastalıklarına daha çok yakalanıyorlarmış. Bu özelliklerin tersi özelliklere ise ‘B-tipi davranış biçimi’ adı verilmiş.

Peki, siz nasılsınız? Genelde koltukların ucuna mı yerleşiyorsunuz, yoksa rahatça oturabiliyor musunuz? Kendilerini koltuklara rahatça bırakamayanlar, farkında olmadan bacaklarıyla koltuklara yardımcı olurlar, oturdukları koltuklar âdeta altı bacaklı olur. Dört bacak koltuğa aittir, iki bacak oturana. Haddim olmayarak bir öneride bulunmak istiyorum: Bacaklarımızla sandalyelere yardım etmeyelim; bırakalım ağırlığımızı onlar taşısın.

Aynı şey yatarken de geçerli. Çoğunlukla stresli olduğumuzda, tostoparlak büzülüp yatarız, kimimiz kolumuzu büküp başımızın ve yastığımızın altına koyarız ve daha kötüsü kimimiz uyurken dişlerimizi gıcırdatırız. Gıcırdatmadan dişlerimiz aşınır, diş hekimine gitmek gerekir.

Rüyalarınızda Tutmayan Frenler, Bitmeyen Sınavlar

Belli aralarla gördüğümüz rüyalar vardır, üç ayda bir, altı ayda bir mesela. Bunlar içinde en sık ifade edilenlerden bir tanesi ‘freni tutmayan araba’ rüyasıdır. Yokuş aşağı giderken arabanızın frenine basarsınız ama fren tutmaz.

Sık görülen bir diğer rüya şöyledir: Rüyayı gören üniversiteyi bitirmiştir ama bir gün bir telefon veya yazı gelir, meğer mezun olmamıştır, bir dersi kalmıştır, sınava girmesi gereklidir

Bazı rüyalarda ise aslında askerlikleri bitmiş kişiler askerliklerinin bitmediği konusunda bir celp alırlar.

Ancak bu tür rüyalar psikodramayla veya benzeri yaklaşımlarla ele alındığında, rüyayı görenlerin günlük yaşamlarında büyük ölçüde stres içinde oldukları anlaşılmaktadır.

Tükenmişlik

Yoğun iş stresi, işkoliklik sayılabilecek işe odaklılık, giderek işinden başka şeylerle ilgilenmemek, zaman içinde bireyde tükenmişlik sendromu yaratabilir.

Tükenmişlik içindeki kişiler, âdeta çevrelerinde her şeyin ters gittiğini, herkesin ters davrandığını düşünmeye başlarlar.

Strese Karşı Ne Yapılabilir?

Stresle baş etme konusunda yapılabilecekleri üç ana grupta toplayabiliriz:

1. Zihni yeniden düzenlemek, stres yaratan şemaları değiştirmek;

2. Varoluş kalitesini, yaşam enerjisini artırmak;

3. Yaşam tarzını değiştirmek.

1. Zihni Yeniden Düzenlemek

‘Zihni Yeniden Düzenlemek’ demek, ruh sağlımızı bozan, yaşam kalitemizi düşüren, yaşama hakkıyla yerleşmemizi engelleyen birtakım akılcı olmayan şemaların/şablonların akılcı hale getirilmesi demektir. Söz gelişi, ‘Herkes beni sevmeli’, ‘Elimi attığım her konuda birinci olmalıyım’ türünden düşünceler akılcı değildir, genelde stres yaratır.

2. Varoluş Kalitesini, Yaşam Enerjisini Artırmak

Tükenmeyen yaşam enerjisine sahip olmanın keşke basit ve evrensel bir formülü olsaydı. Yok. Ancak hiç de yok değil; bence herkes, kendi yaşam sürecinde kendine özgü bir formül oluşturabilir.

Sizin nasıl yaşamanız gerektiğini bir başkası söylerse – bu kişi ister bir uzman olsun, ister bir anne – suflörlü bir yaşam ortaya çıkar. Biz uzmanlar, arada dayanamayıp insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini söylüyor olabiliriz. Ancak şunu da söylemek isteriz: Kişiler, kendi yaşamlarına ilişkin farklı önerileri almalı, kendi damak tatlarına uygun bir karışım, kendilerine özgü bir bileşim ortaya çıkarmalıdırlar.

İnsanların, tükenmişliğe karşı yaşam enerjilerini nasıl diri tutacakları konusunda ortak payda ‘ânı yaşamak’ olmalıdır. Ânı yaşamak demek, kişinin geçmişinden ders alması, gelecek için planlara sahip olması ve içinde bulunduğu anda, kendisini ve çevresini fark etmesi ve bütün bunlardan keyif alması demektir.

Ânı yaşamak, liderlik becerisi gibi, empati kurmak gibi, öğrenilebilecek bir beceridir.

Paşa çayı diye bir ifade vardır; çabuk soğusun diye çocukların sıcak çaylarının üzerine su döküp, “Bak, sana paşa çayı yaptım” denir. Çay soğutmaya niçin bu ad verilir? Bu konudaki genel tahmin – veya rivayet – şudur:

Paşalar, işlerinin çokluğu yüzünden masalarına bırakılan çayları bir türlü zamanında içemez, ancak soğuduktan sonra bir yudum alırlarmış. Paşa, ikinci çayı söylese de bir şey fark etmez, ikinci çayı da soğumadan içemezmiş. Çayı zamanında içememek, bir anlamda yaşamı ertelemek anlamına geliyor. Bunu sadece paşalar değil, hemen pek çoğumuz yapıyoruz.

3. Yaşam Tarzını Değiştirmek

Stresli olmaya yönelik bir potansiyelle doğarız, bazılarımızda bu potansiyel daha yüksek olabilir; diğer bir söyleyişle stresin de genetik temeli var.

Stresin bir ayağı öğrenme yoluyla ortaya çıktığı için, yine yeni öğrenmeler yoluyla stresi azaltmak, en azından bir ölçüde denetim altına almak, stresle baş etmek mümkündür.

Üçüncü yol, stres hakkında bilgi edinmek ve strese yol açan yaşam tarzımızı değiştirmektir. Bu konuda yapılabileceklere birkaç örnek sıralayalım:

* Stres hakkında okumak, bilgi edinmek;* Spor yapmak; düzenli yürüyüşler yapmak;* Müzik dinlemek;* Bir hobi edinme;* Koltukların ortasına oturmak;* Yavaş yürümeye çalışmak, iş yerinde koridorlarda koşmamak;* Yavaş konuşmaya, karşıdakinin sözünü kesmemeye çalışmak;* Yemek yerken çiğnemeden yutmamaya çalışmak* Bir roman alıp günde beş dakika bile olsa okumak;

Stres Tamamen Kötü mü?

Pek çok araştırma, stresle başarı arasında aşağıdakine benzer bir ilişki olduğunu göstermiştir. Eğer stres çok düşükse başarı da düşük olur. Stres miktarı yükseldikçe başarı da artar; ancak bu durum belli bir düzeye kadar sürer. Stres yükselmeye devam ettikçe başarı düşer.

Orta düzeyde stres, sizi tedbirli olmaya, tehlikeler karşısında önlemler almaya itebilir. Ancak stresin fazla olması, hem yaşama ve çalışma veriminizi düşürebilir, hem de giderek tükenmişliğe girmenize, A-tipi davranış biçimine yönelmenize yol açabilir. Stresle baş etmenin birtakım yolları vardır, stresle baş ettiğimiz zaman yaşam kalitemiz artar, yaşamın ve koltukların ortasına yerleşmemiz mümkün olur.

Ayaklarınız Yere, Varlığınız Yaşama Sağlam Basıyor mu?

‘Yere sağlam basmak’ diye bir deyim var. Yaşama yerleşmek anlamına da geliyor.

Her şey olsaydı da bir tek yer çekimi olmasaydı, ayaklarımız yere basmazdı, dik duramazdık. Yerle gök arasında, yere, göğe dik, diğer insanla paralel yaşayabilmek için yer çekimi gereklidir. Bu durumun çağrıştırdığı bir gerçek var: Yaşamda dik durabilmek için, hayatta kalabilmek için sizi bir şeyler çekmeli; en az bir şey sizi kendine çekmeli, sizin için çekici olmalı. Sizi çeken şey, motivasyon kaynağınız, yaşama amacınız haline gelebilir.

Nasıl ki yer çekimi ayakta durabilmemizi sağlıyorsa, yaşam amaçlarımız, çalışma sebeplerimiz, hobilerimiz de ayakta kalmamızı, yaşama yerleşmemizi kolaylaştırır.

Derslerimde, seminerlerimde, özellikle psikodrama oturumlarımızda zaman zaman bazı oyunlar oynarız. Onlardan bir tanesi ‘bir nesnenin parçası olma’ oyunudur. Katılırsanız şimdi sizinle de oynayalım.

“Eğer bu dünyada insan olmasaydınız, insan dışında ne olurdunuz? Bulut, yağmur, masa benzeri bir nesne mi, kartal, köpek benzeri bir hayvan mı, yoksa ağaç, çiçek benzeri bir bitki mi olmak isterdiniz? Yani herhangi bir nesne, bir hayvan veya bir bitki olacaksınız. Gözünüzü kapatıp birkaç saniye içinize bakın, eğer insan oymasaydınız bu evrende ne olmak isterdiniz; ne olmak, şu andaki duygularınıza, iç dünyanıza uygun geliyor? Gözünüzü kapatıp bir düşünün, sonra birlikte olmaya devam edelim.”

Bazen birisi, bir elbise askısı olmak ister. Bu tercihinin arkasına baktığında, sürekli çalıştığını, insanlara hizmet verdiğini, oturup dinlenmeye vakit bulamadığını ifade eder. Bazılarımız, etrafı aydınlatan bir lamba, bazılarımız paspas, bazılarımız kartal olmak isteriz. Herkesin kendince bir sebebi vardır. Kimimiz kendini özgür hissettiği için, kimimiz de kendini özgür hissetmediği için kartal olmayı seçer.

Bazen insanlar, ağaç, kuş rolüne veya benzeri bir role girerler ancak kısa bir süre sonra zihinlerindeki bu rolden çıkarlar. Niçin çıktıkları sorulduğunda ise, “Ya beni vururlarsa, ya keserlerse?” diye endişe ettiklerini, bu yüzden ağaç, kuş olmaktan vazgeçtiklerini belirtirler. Bu durum zaman zaman hepimizin başına gelebilir; bu yüzden insana uygun bir endişe diye yorumlayabiliriz. Ama bu tavrın, hayallerimizde bile özgür olamadığımız anlamına geldiğini, kendi içimizde özgür olamayınca dış dünya da olamayacağımızı ve dünyaya yerleşmemizin zorlaşacağını düşünebiliriz.

Değerli dostlarım, siz izin vermezseniz, sizin hayalinizdeki kuşu kim vurabilir, hayalinizdeki ağacı kesmeye kimin gücü yeter?

Bir Anı: Satranç Tahtası

Yıllar önceydi, Fakültemde araştırma görevlisi arkadaşlarımdan oluşan bir etkileşim grubunu yönetiyordum; “Yaşamı bir satranç kabul etsek, oyunda siz hangi taşsınız? Bir süre içinize bakıp söyleyin” dedim. Kimi, “Piyonum, etkim az” dedi, kimi “şah gibiyim, güçlüyüm ama aileme bağımlıyım, uzaklara gidemiyorum” dedi.

Grup üyelerinden bir tanesi ise diğer üyelerden farklı bir şey söyledi: “Ben herhangi bir taş değilim, satrancın tahtasıyım. Yukarıda, benim üzerimde ama dışımda bir şeyler oluyor, birileri gidip geliyor ama ne olup bittiğini anlayamıyorum. Yaşamda da yine benim dışımda, belki de benimle ilgili bir şeyler oluyor, basını izlediğimde, çevremdeki konuşmaları dinlediğimde birbirine zıt pek çok şey duyuyorum; dünyada, satranca benzer stratejik oyunlar oynanıyor; ama ben bir satranç tahtası gibi yukarıda neler döndüğünü anlayamıyorum”.

Bu benzetme, bu farkına varış bana ilginç gelmişti. O gün o arkadaşımız demedi ama ben – en azından kendi adıma – ona bir ilavede bulunayım: “Taşlarının yarısı siyah yarısı beyaz olan satranç tahtası gibi, kendimi iyilerle kötüler arasında parsellenmiş hissediyorum”.

Yaşamda B-Planına Sahip Olmak

Yaşamınızda belirli bir temel amaç varsa, bu amacın gerçekleşmemesi durumunda devreye sokabileceğiniz, kendinize bayrak edinebileceğiniz ikinci bir amaca sahipseniz,

· Birinci amaca A-planı, · İkinciye B-planı adını veriyoruz.

B-planı bir anlamda hayattaki yedek planınızdır.

Komutan Tarık Bin Ziyad, ordusunu gemilerle İspanya’ya çıkardıktan sonra, askerin gözleri önünde bütün donanmayı yaktırmış. Amacı, askerin geriye dönme umudunu kırmakmış; gemilerin yakılmasıyla verilen mesaj “Ya zafer ya ölüm” şeklindeymiş.

Tarık Bin Ziyad örneğinde olduğu gibi, çok özel bazı durumlarda gemileri yakmak, eldeki tek plana sarılmak gerekebilir. Ancak bireyin tüm yaşantısı söz konusu olduğunda, B-planına – hatta C, D planına – sahip olmak gerektiğini düşünüyorum.

Aslında, bir B-planına sahip olmanın yararı, duruma göre değerlendirilmesi gereken göreceli bir şeydir. Bütün seçenekler tükendiğinde elindeki A-planından vazgeçmeyeceğinin garantisini veren bir lider, belli durumlarda grubunu kenetleyici, güven verici bir kişi olarak algılanabilir. Kaptanların gemiyi en son terk etmeleri geleneği bu duruma bir örnektir.

B-Planlarına Üç Örnek

Bana ilginç gelen üç ayrı B-planını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kurtuluş Savaşı’nın B-Planları

Kurtuluş Savaşı’mızın A-planı, herhalde “Ya istiklâl, ya ölüm” sloganıydı. Sanırım bu A-planını bir süre sonra B-planı izledi. Söz konusu B-planı “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır” anlayışıydı. (Birinci Dünya Savaşı bir siper savaşıydı, bu yüzden bu görüş o günler için önemli bir yenilikti.)

Ve galiba Kurtuluş Savaşı içinde bu B-planını C, D planları izledi. İşgal kuvvetleri Ankara yakınına, Polatlı’ya kadar gelmişti, Ankara’nın düşmesi halinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir başka ile taşınması gündemdeydi. (Bu, C-Planı sayılır.)

Tam bu sırada Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın Doğulu, Güneydoğulu milletvekillerine, “Sizin dağlar bizi saklar mı?” diye sorduğu rivayet edilir. Amacı, en kötü ihtimalle sarp dağlar arasına karargâh kurmak ve sathı müdafaaya devam etmektir. Bu da D-Planı sayılsa gerek.

Caferoğlu’nun B-Planı

Caferoğlu Hoca Azerbaycanlıymış, üniversiteye girmiş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş; ancak ülkesi sürekli aklındaymış ve Azerbaycan’la ilgili tasarruflarından ötürü Sovyetler Birliği’ne çok kızıyormuş. Bir gün konferansta, konuyla pek de ilgili değilmiş ama sözü Sovyetler Birliği’ne getirmiş ve sövüp saymaya başlamış. Konferansta en üst düzeyde devlet erkânı da varmış. Erkân, hocanın Azerbaycan’la ilgili duygularına ve düşüncelerine katılıyorlarmış ama durumun diplomatik açıdan sıkıntı yaratacağını düşünmüşler; resmen iyi ilişkiler içinde bulunulan Sovyetlerin huzurlarında açıkça eleştirilmesinden rahatsız olmuşlar, bir görevli gönderip Caferoğlu Hoca’yı kürsüden indirtmişler.

Olaydan birkaç saat sonra annem, bir başka profesörün Caferoğlu’na, “Yahu Ahmet, seni kürsüden indirdiler, belki üniversiteden atacaklar, sen hiç rahatsız olmuş gözükmüyorsun, bu nasıl iş?” dediğini duymuş. Caferoğlu’nun cevabı ise aynen şuymuş: “Neye, limon da mı satamam?”

Limon satmak Caferoğlu Hoca’nın herhalde Z-Planıydı. Kendisi ünlü bir dil bilginiydi, dünyanın neresine gitse iş bulurdu. Muhtemelen bu yüzden kafasında B, C, D planları vardı. Hiçbiri olmasa, Z-planı limon satmaktı. Limon satmak, sizin A’dan sonraki planlarınızdır, başınızı dik, yaşamdaki yerinizi sağlam kılar.

Halk deyişlerimizden biri, “Ne oldum deme, ne olacağım de” şeklindedir. Bu ifade, biraz kaygı taşısa da, biraz da tedbirli, B-planlı olmayı öğütleyen bir ifadedir.

Yaşamda B-planı oluşturma becerisi, yeni durumlara uyum sağlamak, bir anlamda deniz tükendiğinde – bir iş bittiğinde – yeni rotalar oluşturabilmek demektir.

Yılmazlık / Sağlamlık

Yılmazlık (resiliency) kısaca, zorluklar karşısında dirençli olmayı, mücadeleyi etmeyi, vazgeçmemeyi içeren bir kişilik örüntüsüdür. Yılmazlık düzeyi yüksek kişiler, çocuklar, özellikle handikaplı çocuklar, stresle başa çıkmada, travma sonrasında iyileşmede başarılı olurlar. Yılmazlık, öz güvenle ilişkili, zorlayıcı koşullara uyum sağlamayı, çözüme ulaşmayı kolaylaştıran bir yapıdır.

Eskiden Hacıyatmaz adlı bir oyuncak vardı. Alt kısmı yuvarlak bir metal, üst kısmı bezden yapılmış insan görünümünde bir tür bebekti. Uzun bir külahı vardı; külahından tutup yere yatırdığınızda, altındaki ağırlıktan ötürü hemen ayağa kalkar, yere dik konuma gelirdi. Bu oyuncağa ‘Hacıyatmaz’ denmesinin nedeni buydu. Yılmaz bireyler, karşılaştıkları zorluklar ne olursa olsun bir hacıyatmaz gibi ayağa kalkarlar.

Ne yılgınlık olmalı, ne yaşama havlu atma; yaşam karşısında bir hacıyatmaz gibi dimdik durmalı ve ayakta. Yılmazlık, kişiyi azimli, mücadeleci kılan, yollar tükendiğinde yeni yollar üretmesini sağlayan bir kişilik örüntüsüdür.

Yukarıda B-planına sahip olmakla ilgili Caferoğlu’nun “Limonda mı satamam” sözünden söz etmiştim. Şimdi bu değerli insanın gücünü, olgunluğunu, yenilgiye aldırmazlığını, yılmazlığını ifade ettiğine inandığım bir olayı aktaracağım.

Caferoğlu’nun OyuÜniversitede gizli oylamayla bir seçim yapılıyor, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu da aday. Seçimi bir başka hoca kazanır, Caferoğlu Hoca’ya sadece bir oy çıkar. Caferoğlu önemli birisi olduğu için herkes rahatsız olur, ‘hocayı darıltmaktan, kızdırmaktan’ korkarlar. Seçimi izleyen gün bir kişi odasına gelip “Hocam size o bir oyu ben verdim” der, Caferoğlu teşekkür eder. Sonra bu kişiyi üç-dört kişi daha izler, onlar da hocaya çıkan tek oyu verdiklerini söylerler; hoca hepsine teşekkür eder. En sonunda Caferoğlu, kendisine oy verenlerin tümünü aynı anda odasına davet eder ve o güzel Azeri kökenli şivesiyle şöyle der: “Arkadaşlar, hepiniz bana oy vermişsiniz, teşekkür ederim. Yalnız anlamadığım bir şey var, özümün özüme verdiğim oy nereye gitti?”

Bir mücadele sırasında öfkelenmek, en hafifinden yılgınlık belirtisidir, gürültülü bir başarısızlık ilanıdır. Önümüze çıkan bir sorun karşısında öfkelendiğimizde, enerjimizi soruna yöneltmek yerine, kendimize yöneltmeye başlarız. Bazen sokakta birbirleriyle dövüşmeleri engellenen kişilerin kendi kendilerini yumrukladıklarını görürsünüz. Bu davranış, öfkenin işlevsiz kullanımına örnek olsa gerek.

Bir sorun karşısında öfkelenmeden mücadeleye devam etmek yılmazlık kavramı içinde düşünülebilir. Yılmazlığın boyutlarından birisi de, hedefe ulaşmayı engelleyecek öfkeyle başa çıkmaktır. Öfke bazı durumlarda güdüleyici olabilir, ancak genelde zarar vericidir.

Yılmazlık doğuştan gelmez, öğrenilen bir yaşam tarzıdır. Yılmazlığı bireysel yaşantılar yoluyla öğreniriz, başkalarını örnek alarak öğreniriz, içinde yaşadığımız kültürün ürettiği şablonlardan/şemalardan etkilenerek öğreniriz.

Bazı şablonlar yılmazlığı önleyecek yöndedir. Mücadele etmemizi, ‘ben yapabilirim’i engelleyen, umutsuzluk aşılayan birtakım yaygın kanılar, atasözleri, deyimler vardır. Birkaç örnek:

· “İş olacağına varır”· “Aman, nafile dünya”· “Bu dünyaya kazık mı kakacaksın?”· “Ağzınla kuş tutsan bu müdürlere yaranamazsın”· “Çalış, çalış. Madalya mı takacaklar?”· “Şu üç günlük dünyaya değmez”

Bunlara benzer bakış tarzlarını yaşamınızdan ayıklamanız dileğiyle.

Aşil Sendromu

‘Aşil Sendromu’ kavramı, mevcut kaynaklarda, özellikle de kişisel gelişim alanında Batı’da ortaya atılan ancak ülkemizde henüz fazlaca adı geçmeyen bir kavramdır

Yunan mitolojisinde annesi Aşil’i bebekken topuklarından tutup ölümsüzlük ırmağına daldırıp çıkarır ölümsüz olsun diye. Vücudu ölümsüzlük ırmağının suyuyla ıslanan Aşil’in derisine kılıç, ok işlemeyecektir artık. Ancak annesi suya daldırırken topuklarından tuttuğu için, Aşil’in topukları ıslanmamıştır, topuklarından vurulabilecektir. Yetişkin yaşa geldiğinde Aşil’in topukları onun zayıf noktasıdır. Düşmanları Aşil’i topuğundan vurmaya çalışırlar, sonunda da vururlar.

Mitolojideki bu hikâye, günümüz psikolojisinde ‘Aşil Sendromu’ kavramının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Söz konusu kavramı, ilgili kaynaklarda ifade edilenden biraz farklı tanımlayarak sunmak istiyorum.

Aşil sendromuna yol açan iki tür Aşil topuğumuz vardır. Birinci Aşil topuğumuz ve ikinci Aşil topuğumuz.

Birinci Aşil Topuğu

Birinci Aşil topuğumuz, farkında olduğumuz ancak başkalarından gizlediğimiz eksik bir yanımızdır.

Dallas adlı dizide J.R., iş yapması muhtemel kişiler hakkında, onların açıklarını içeren dosyalar tutturuyordu. Bu dosyalarda, unutulmuş yolsuzluklar, gayri meşru çocuklar gibi, kişilerin birtakım zayıf yanları, yani birinci Aşil topukları yer alıyordu. J.R. gerektiğinde bu dosyaları insanların önüne koyup şantaj yapıyordu. Türkçemizde ‘Allah insana yüz karası vermesin’ denir. Galiba J.R. insanların yüz karalarını dosyalatıyordu.

İkinci Aşil Topuğu

İkinci Aşil topuğumuz, bir anlamda diğer ayağımızdır. İkinci Aşil topuğumuzu, kendimizi eksik hissettiğimiz ancak aslında eksik olmadığımız yanlarımız oluşturur.

Örnek: İş yerinizde uzun süre uğraşıp bir sunu hazırlarsınız. Müdürünüzün ve arkadaşlarınızın önünde bunu anlatırsınız. Herkes beğenir, sizi tebrik ederler, yalan söylemeleri için bir neden yoktur. Bu durumda mutlu olmanız beklenir; ancak siz mutlu değilsinizdir, o geceyi huzursuz geçirirsiniz. İçinizde ‘Daha iyi olabilirdi’ düşüncesi, ‘Bir şeyler eksik kaldı’ duygusu vardır. İşte bu düşünceler ve duygular ikinci Aşil topuğunuzdan kaynaklanmaktadır. En temelde, yetersiz olduğumuz düşüncesi, bir öz güven eksikliği vardır.

İkinci Aşil topuğunun arkasındaki temel yetersizlik duygusunun (diğer bir ifadeyle kişinin öz güven eksikliğinin) konunun uzmanları tarafından ortaya çıkarılması ve giderilmesi mümkündür.

Aşil topuklarımız varsa, hele ki büyükse, yaşama yerleşmemiz zorlaşır. Aşil topuklarımızın büyük olması, bu dünyada kendi ayaklarımızın üzerinde durmamızı güçleştirir.

Bazıları gerçek bir eksik yanımızdan ötürü ortaya çıkan, bazıları ise temeldeki yetersizlik duygularımızdan, öz güven eksikliğimizden kaynaklanan Aşil sendromu, yaşama yerleşmemizi, yere sağlam basmamızı engeller.

Neden Araştırmak

Evlerde çocuklarımıza sürekli, “Çalış oğlum, çalış kızım, dik dur çocuğum, lambayı kapat!” benzeri emirler veririz. Sevgili anneler bazen hızlarını alamazlar, babalara dönüp, “Babası, sen bir şey söylemiyorsun, biraz da sen söyle” derler. İş yerlerinde amirler elemanlarına bazı konularda sürekli aynı mesajları verirler, örneğin “Arkadaşlar baretinizi giyin, baretsiz çalışmayın” derler.

Evlerimizde ve iş yerlerimizde, gerekli olduğuna inandığımız bu mesajları sürekli olarak tekrarlar dururuz. Bu davranış şeklimizi betimleyen bir deyim kullanırız, “Yahu, dilimde tüy bitti” deriz.

Söz konusu uyarılarda bulunduğumuzda, farkında olmadan şu varsayımdan yola çıkarız: ‘Karşımdaki benim istediğimi yapmazsa, söylerim, yaptırırım. Yapmıyorsa daha çok söylerim.’ Bence bu hatalı bir varsayımdır. Bu hatalı varsayımı makineyle olan ilişkimizde kullanmayız.

Çocuğumuz çalışmazsa “çalış” diye onu zorlarız; ancak bir makine çalışmadığı zaman makineyi zorlamayız, çalışmama nedenini araştırırız. Çalışmayan bir makinenin karşısına geçip otuz defa “çalış” diye bağırmayız veya tepki vermeyen bir düğmeye kırk defa basmayız. Bir makine çalışmazsa, bu durumun nedenini araştırırız, tamirciye danışırız. Peki, bir makine çalışmadığı zaman bunun nedenini araştırıyoruz da, bir insan çalışmadığında niçin bunun nedenini araştırmıyoruz?

Bir arabanın motoru kaç öğeden oluşur? Bu soruyu konunun uzmanına sordum, “Üç yüz civarında parçadan oluşur” dedi. Diyelim ki böyle. Peki bir insan kaç parçadan oluşur? Bunu ayaküstü cevaplayacak bir uzman sanırım yoktur, hepsi birbiriyle etkileşim içinde olan, herhalde yüz binlerce parça.

Üstelik bu yüz binlerce parça bir araya geldiğinde ortaya çıkan bütün, parçaların toplamından çok daha fazla bir şeydir. ‘Çok daha fazla bir şeydir’, çünkü insanın özgür iradesi, seçme özgürlüğü yaratıcılığı vardır. İnsana oranla çok basit olan makine istediğimizi yapmadığında nedenini araştırırız da, makineden çok daha karmaşık olan insan istediğimizi yapmadığında söyleniriz, zorlarız, kızarız, hatta tekme tokat girişiriz.

Aslında insanlara yönelik tavrımız aptalcadır. Aslında bu aptallığı arada makinelere de sergileriz. Çalışmayan telefonları yumruklayanlarımız, tutukluk yapan bilgisayarları tokatlayanlarımız vardır.

Motoru Gaz, Çocuğu Laf Boğar

Diyelim ki direksiyona geçtiniz, anahtarı çevirdiniz, motor çalışmadı. Defalarca denemezsiniz; ya kaputu açıp bakarsınız ya da bir tamirci çağırırsınız; yani arabanın çalışmama nedenini araştırırsınız.

Eğer üst üste anahtarı çevirip gaza basarsanız, motoru gaz boğar. Bence benzer şekilde sürekli “Çalış oğlum, çalış kızım” veya “Dik dur evladım” dediğimiz zaman da çocuklarımızı laf boğuyor.

Bir reçete hastalığınızın belirtilerini gidermiyorsa, o reçeteyi yıllarca kullanmazsınız, değiştirirsiniz; en azından değiştirmeye çalışırsınız. Ancak çevremizdeki insanlara, çocuklarımıza, iş yerlerinde elemanlarımıza, pratikte işe yaramayan emirlerimizi, önerilerimizi, hayat boyunca tekrarlayıp duruyoruz. Acaba onlarla yüz göz mü oluyoruz?

Bir söz vardır, “Aç bırakma hırsız olur, çok söyleme yüzsüz olur” denir. Acaba, özellikle evlerimizdeki çocuklarımıza sürekli “Onu yap, bunu yapma” diyerek onlarla yüz göz mü oluyoruz? Acaba, giderek işitilmeyen tren seslerine mi benziyoruz?

Sokaklarımızla, evlerimizle, sürekli ağlayan, isteklerini ağlayarak ifade etmeyi alışkanlık haline getirmiş çocuklara ne yazık ki sıklıkla rastlıyoruz. Eğer çocuk isteklerini ağlayarak ifade ediyorsa veya istediği şey yapılmadığında hemen ağlamaya başlıyorsa, bu çocuğa ‘şımarık’ demek yanlıştır. ‘şımartılmış’ demek de yanlıştır. Çocuğun söz konusu davranışı, anne babanın yanlış pekiştirmesi (ödüllendirmesi) yoluyla ortaya çıkmıştır ve çocuğun sürekli ağlamasının nedeni anne baba tarafından yanlış yorumlanmaktadır. Bu çocuklar genelde sussunlar diye istedikleri yapılır; anne baba onların istediklerini yaparak susmalarını sağlamış gibi gözükür. Oysa ağladıklarında istediklerini yaparak onların ağlamalarını pekiştirmiş olurlar.

İnsanların davranışlarının nedenini araştırmak, zaman zaman olayları mantığa bürümemize yol açabilir; ancak, neden araştırmanın çoğunlukla bizi gerçeğe yaklaştıracağını, işlevsel olacağını düşünüyorum.

Resim Okuma, İnsan Okuma

Belki de gençler şımarık değil, biz yetişkinler sabırsızız. Daha bir belkilisi, belki de düşmanlarımız da düşman değildir. Yeterince konuşursak, anlamaya çalışırsak, herkesin değiştiğini görebiliriz. Çünkü konuştukça ve anladıkça önce biz değişiriz.

Kimi sanat eleştirmenleri ‘resim okuma’ diye bir kavramdan söz ediyorlar. Sanırım resim okumak şu anlama geliyor: Bir resme anlayarak, bilerek bakmak, ressamın niçin öyle yaptığını kavrayarak, ortaya çıkanın ne olduğunu ve onun çıkma nedenini anlayarak bakmak. Bir resimde, ışığın nereden geldiğini, gölgelerin nereye gittiğini fark etmek bile – ki bazı resimlerde gölgeler gitmemeleri gereken yerlere doğru giderler – söz konusu resmi doğru okumada ilk cümlelerden biri oluyor.

Acaba resim okumanın bir benzeri bir durumla insan ilişkilerinde de karşılaşıyor muyuz? Bir yazıyı veya resmi okumak gibi bir insanı da okuyabiliriz.

Sorunların Nedenlerine ve Çözümlerine Geniş Açıyla Bakabilmek

Toplumda “hoşgörülü, olgun” olarak tanımlanan kişiler vardır. Bunlarla sohbet eder, sahip oldukları özellikleri gözlerseniz, bu kişilerin, olayların, sorunların nedeni olarak, genelde düşünülen nedenler dışında da birtakım nedenler düşünebildiklerini görürsünüz.

Hoşgörülü, olgun kişilerin demografik özellikleri çeşitlilik gösterir. İçlerinde yaşlı olanlar da vardır, gençlerde, tanınmış okullarda eğitim alanlar da vardır, az, bazen hiç eğitim almamışlar da.

Anadolu’da Geniş Açılı Bakış

Anadolu’da, “Para ile imanın kimde bulunduğu belli olmaz” derler. Olaylara kimin dar, kimin geniş açıyla baktığı da belli olmaz bence. Bu yüzden, nice bilgelik, nice bilge gizlidir Anadolu insanının içinde. Nasrettin Hoca, Bektaşi fıkraları bu bilgeliğin ürünüdür. (Söz konusu fıkralar belirli bir kişiye ait değildir, Türk kültürünün ürünü olan anonim eserlerdir.)

İsmet Paşa’nın, “Bu ülkenin her köyünde, her kahvesinde bir başbakan oturur; bunu bilerek icraatta bulunmalıyız” dediği söylenir. Peki, insanlarımızın tümü bilge mi? Hayır. Galiba çoğunluğun bilgisi az ama fikri çok; ancak bu arada bilgisi sınırlı ama ufku geniş az sayıda insan var aramızda. Kimilerimiz eğitimli değil ama irfan sahibi. Bu konuda Ömer Seyfettin’e ait, çok sevdiğim bir anıyı paylaşmak istiyorum.

Ömer Seyfettin’in Ser Hademesi

Birinci Dünya Savaşı yılları; Ömer Seyfettin Kabataş Lisesi’nde öğretmen, İttihatçılarla yakın ilişkisi var.

Ömer Seyfettin bir gün heyecanla öğretmenler odasına girip “Müjde, size gizli bir haberim var, Almanya’dan bir vagon şeker geliyormuş” demiş. O günlerde birtakım yiyecekler, özellikle ekmek ve şeker karneyle dağıtılıyormuş. Bir vagon şeker geldiği haberine bütün öğretmenler sevinmiş. İttihatçılarla yakınlığı olan Ömer Seyfettin’in hükümete yakın çevrelerden bu durumu öğrendiğini düşünmüşler. Az sonra ser hademe (Baş hademe, baş müstahdem, daha da yenisi baş kat görevlisi) girmiş odaya. Ömer Seyfettin ona da müjdeyi vermiş. Ancak ser hademe sevinmemiş, yüzünü buruşturup “İnanma beyim, şu harp günlerinde Almanlar şekeri nereden bulacaklar, bulsalar kendileri yerler, bize göndermezler” demiş. Bunun üzerine Ömer Seyfettin zıplamaya, ellerini çırpmaya başlamış ve şöyle demiş:

“Arkadaşlar ben sizi kandırdım; şeker filan gelmiyor. Sizleri kandırdım ama ser hademeyi kandıramadım; çünkü sizler ilim sahibisiniz, âlimsiniz, o ise ilkokulu bile okumamış fakat irfan sahibi, arif bir insan. İşte ‘ilim başka, irfan başka, âlim başka, arif başka’ bu anlama geliyor.”

Sorunlara Dar Açıdan Bakmak

Çocukluğumda şuna benzer cümleleri çok duymuşumdur: “Hayat pahalı mı? Önlemek çok kolay: Sallandıracaksın Taksim’de iki tanesini, bak bir daha yapıyorlar mı.”

Bu bakış tarzı, at gözlüklerini hatırlatan dar açılı bakış tarzıdır; nedenleri araştırmayan, yaratıcı çözümler düşünmeyen dünya görüşünün ürünüdür.

Bizler, karmaşık olaylar dünyasını yanlış değerlendirip sorunların nedenlerinin ve çözümlerinin tek olduğunu düşündüğümüzde, yaşama dar açıyla bakmış oluruz. Dar açılı bakış, yaşama dar bir alana sıkışarak yerleşmek demektir. Sorunların nedenlerinin ve çözümlerinin karmaşıklığını kavrayıp onlara geniş açıdan baktığımızda, yaşama da geniş bir zemin üzerinde yerleşmiş oluruz.

Akılcı Olan ve Olmayan Kontrol Çabaları

Yaşama yerleşebilmek için hayvanların üç şeye ihtiyaçları vardır:

1. Veri/bilgi toplamak, 2. Tahmin etmek ve,3. Kontrol etmek.

Hayvanlardaki merak dürtüsü onların öğrenmelerine, çevreleri hakkında bilgi toplamalarına yol açar; kedinin yeni girdiği ortamı uzun uzun koklaması bilgi toplama anlamına gelir. Öğrenme süreci sonucunda aslan, avının ne zaman nerelerde bulunacağını bilir, belli bir yerden ne zaman geçeceğini tahmin eder ve sonuçta onu yakalamaya çalışır.

Aslanın bilinçli olmaksızın gerçekleştirdiği bu üç basamak pozitif bilimler için de geçerlidir. Bilim insanlarının hedefi, şu üç basamağı sırasıyla gerçekleştirmektir:

1. Veri/Bilgi toplayarak betimlemek, saymak, sınıflamak;

2. Değişkenler arasında ilişki kurarak az sonra ne olacağını tahmin etmek;

3. Değişkenler arasında neden-sonuç ilişkileri kurarak olayları kontrol etmek, geleceği şekillendirmek.

Canlılar âlemindeki, pozitif bilimdeki kontrol çabalarını aslında günlük yaşamda da sürekli sergileriz. Köylümüz hangi bulutun yağmur getireceğini, hangisinin getirmeyeceğini öğrenmiştir, tahminleri genelde doğru çıkar.

İnsan zihni, çoğu bilinçli olmadan sürekli veri toplar, betimler, ilişkiler kurar, tahminler yürütür ve olayları kontrol etmeye çabalar. Böylece insanın yaşama daha iyi yerleşmesi, daha uzun ve kaliteli yaşaması ihtimali artar.

Kontrol çabalarımızı, akılcı olan ve olmayan şeklinde iki ana gruba ayırabiliriz.

Pozitif bilim mantığında, gözlem veya deney yoluyla veri toplanır, genelde bu verilerden yola çıkılarak kaliteli hipotezler üretilir ve bu hipotezler test edilir. Günlük yaşamda, bu sürece, bu mantığa uygun bir yol izlenmesi halinde akılcı kontrol mümkündür. Aksi halde akılcı olmayan kontrol çabaları ortaya çıkar. Akılcı olmayan kontrol çabalarına birkaç örnek:

Yüz kilometre ötede bir düşmanımız vardır, onun bezden bebeğini yapıp bebeğin kalbine iğne saplarsınız ve yüz kilometre ötedeki düşmanınızın kalp krizi geçirmesini beklemeye başlarsınız. Bu, bilimsel düşünceye dayanmayan, akılcı olmayan, sağlıklı verilerle desteklenmemiş bir davranış şeklidir. Eski Mısırlılar düşmanlarının resmini sandaletlerinin altına çizerlermiş. Bunu yapmak sizi rahatlatacaksa, yapın; ancak düşmanınızın ezilmesini beklemeyin.

Veri/Bilgi Toplamak Bilimsel Düşünmektir

“Bilgisi yok fikri var” vecizesinde çok güzel ifade edildiği üzere, ne yazık ki pek konuda, elimizde yeterli veri/bilgi olmadan fikir beyan ederiz, ön yargıyla davranırız. Söz gelişi “Küçük Şeyler 2” adlı kitabımda da belirtildiği üzere, pek çoğumuzun kedisi, eşeği olmamıştır ama kedinin nankör olduğunu, eşeğinse inatçı olduğunu iddia ederiz. (Eşek inatçı değildir, eşeklerin gözleri keskindir, uzaklardaki tehlikeleri görürler; ayrıca bellekleri güçlüdür, bir kez tökezledikleri yere, yıllar sonra bile gelseler tökezlediklerini hatırlar, geçmek istemezler. Ayrıca inatlaşmak soyut düşünmek demektir, tüm canlılar içinde yalnızca insan soyut düşünme ürünü olan inatlaşma sergileyebilir.)

Veri toplamadan, üzerinde düşünmeden, kanıt aramadan, başkalarından duyduğu fikirleri, dogmaları, kendisi keşfetmiş gibi ifade eden kişiler bilimsel olmayan bir düşünme sistemi sergilerler. Örneğin, gökyüzündeki takım yıldızların kaderimizi, en azından kişiliğimizi etkilediğini düşünürüz. Bu düşüncemiz yanlış verilere dayanır.

Astrolojiye inanan nice insan var; darılmalarını istemem. Astrolojinin yüzde yüz yanlış olduğunu söylemiyorum; bence büyük bir ihtimalle yanlış. Ancak bilimsel düşünüşte ‘yüzde yüz’ yoktur, pozitif bilim kuşkucudur, her zaman bir açık kapı bırakmak ister. Bu yüzden de astrolojiye kapıyı tamamen kapatmamak, yalnızca şimdilik astrolojideki hipotezlerin kaliteli olmadığı ve hakkıyla ispatlanmadığını söylemek isterim.

Bilimde yüzde yüz doğru yoktur; doğruymuş gibi gözükene de kuşkuyla yaklaşılabilir, bulgular zaman içinde değişebilir; böylece gelişme ortaya çıkar. (Orta Çağ Avrupa’sında Aristo yüzyıllar boyunca tartışmasız doğru kabul edildi; bu tavır gelişmeyi yavaşlattı. Newton’a göre zaman ve mekân mutlaktı ama Einstein bunların göreceli olduğunu söyledi. Bugün bizim evrenimizin Büyük Patlamayla oluştuğuna kesin gözüyle bakılıyor; olabilir de olmayabilir de.)

Kaliteli Hipotezleri Doğru Test Etmek Bilimsel Düşünmektir.

Yalnızca bilim insanları hipotezle uğraşmaz, günlük yaşamda hepimiz, farkında olmadan sürekli birtakım hipotezler ortaya atar veya atılmışları test etmeye çalışırız. Aslında her önerme bir hipotez sayılabilir. ‘Bu çocuk arsız’, ‘Bu adamın gözü dışarıda’, ‘Bu işçi beceriksizin teki’, ‘Yengeç burcunun erkekleri yengeç gibi yan yan yürür’ benzeri bütün cümleler birer hipotezdir. Bunları sağlıklı veriler toplayarak test etmek size kalmıştır.

Günlük yaşamda hipotezlerle başımız derttedir, hipotezlerimiz kalitesizdir. Kaliteli hipotezin iki özelliği olmalıdır:

1. Test edilebilir olmalıdır.

2. Kaliteli bir hipotez tek uçlu olmalıdır, yani çürütülebilir olmalıdır.

Çürütülemeyen, her halükârda ispatlanan iki uçlu hipotezler kötü hipotezlerdir, bilimde de günlük yaşamda da bir aldatmacadır. Örneğin şu cümle kötü hipotezdir, işe yaramaz: “Size bir tahminde bulunayım; şu an cebinizde bir mendil var veya yok.”Bu cümle, mendiliniz olsun olmasın ispatlanır, yani iki uçludur, bu yüzden de işe yaramaz, yeni bir bilgi üretmez. Bir başka cümle: “Yazı mı tura mı atıyoruz; yazı gelirse ben kazanacağım, tura gelirse sen kaybediyorsun.”

Eğer bu hipotezi ortaya atanın muhatabı sizseniz, her iki durumda da kaybedersiniz. Çünkü hipotez iki uçludur ve bir aldatmacadır. Bu hipotez “Yazı gelirse ben kazanıyorum, tura gelirse sen kazanıyorsun” şeklinde tek uçlu olmalıydı.

Test edilmemiş hipotezleri ’sağlam bilgi’ zannetmek bilimsel düşünüşe aykırıdır. Zihnimiz ve dilimiz bunlarla doludur. Birkaç yüzyıl önce histeri krizi geçirenlerle ilgili olarak Engizisyon’un ortaya attığı hipotez şuydu: “Bu tür davranışlar sergileyenlerin içine şeytan girmiştir; bu kişileri yakmadan şeytan çıkmaz.” Bu fikir, test edilmesi zor bir hipotezdir. Bu hipotezin, test edilmeden ’sağlam bilgi’ sayılması, tartışmanın bile yasak olması, binlerce insanın hayatına mal oldu.

Veriye Dayalı Genellemeler Bilimsel Düşünmektir.

Bilim, belirli hata payları bırakarak verilere, bulgulara dayalı genellemeler yapar. Bu, bilimsel düşünüşe uygundur. Benzerini günlük yaşamda yapsak ne iyi olurdu. Oysa sıklıkla, elimizde yeterli bilgi olmadan genellemeler yaparız, felâket tellallığı yaparız, insanların namuslarıyla ilgili dedikodular çıkarırız. Birkaç örnek:

· “Bunların hepsi ahlâksız.”· “Hanım, buraya yazıyorum, bu oğlan bu çalışmayla üniversiteye filan giremez.”· “Abi, gelen gideni aratır, bu müdürden de iş çıkmayacak göreceksin.”· “Bu öğretmenlerin hepsi sıfır.”· “Efendim, gençlik bozuldu, bunlardan vatana millete hayır gelmez.”

Hipotezi/iddiayı sağlam bilgi sananların bu tür genellemeleri bilimsel düşünüşe aykırıdır.

Testi Kırılmadan Tahmin Etmek Bilimsel Düşünmektir.

Pozitif bilimde, olayları olmadan önce tahmin etmek önemlidir. Olay olup bittikten sonra geriye bakıp bunun nedenini açıklamak (post hoc açıklama yapmak) bilimsel düşünceye aykırıdır. Çünkü, olay olup bittikten sonra, yani testi kırıldıktan sonra açıklama yaptığımızda, asıl hedefimiz olan kontrolü gerçekleştiremeyiz, testiyi kurtaramayız.

Bir hekim düşünün: Sürekli olarak hastaları öldükten sonra niçin öldüklerini gayet mantıklı açıklıyor. Bu işe yaramaz; önemli olan hasta ölmeden belirtileri doğru değerlendirip hastalığın seyrini doğru tahmin etmek ve hastayı kurtarmaktır.

Tanıtma-Tanıma Kültüründen, Tanıştırma-Tanışma Kültürüne

Yaşama yerleşme yollarından biri de iletişimde başarıdır. Psikolojideki kuramsal görüşlere göre, çocuklukta anneyle kurulan bağlanma-ayrılma temelli etkileşimin niteliği, hayat boyu sergileyeceğimiz iletişimlerin rengini, niteliğini belirler.

Tanıtma-Tanıma, Tanıştırma-Tanışma

Çocuklarımızı eğitirken onlara çoğunlukla nesnelerin, hayvanların isimlerini, toplumsal değerleri tanıtıyoruz. Evet ‘tanıtıyoruz’. “Bu at, bu kuzudur; bu davranış iyi, bu kötüdür; bu ayıptır” diyoruz. Onlarda bütün bunları tanıyorlar.

Yüzeysel tanışmada insanlar birbirlerinin adlarını, mesleklerini, evli olup olmadıklarını öğrenirler. Derin tanışmada ise birbirlerinin çelişik duygularını, korkularını, sevinçlerini, her zaman herkese açmadıkları karmaşık duygularını öğrenirler.

Karşımızdaki kişinin yüzünden ve nüfus cüzdanından edinemeyeceğimiz bilgileri, derin tanışma ortamında onun iç dünyasını açmasıyla öğreniriz. Ancak, derin tanışmanın günlük yaşamımızda, doğal iletişim ortamlarında çok daha az görüldüğü görüşündeyim. Otuz yıldır evli olup da birbirlerinin iç dünyasıyla derinliğine tanışmamış çiftler, yirmi yaşındaki oğlunu, kızını tam tanımayan ana babalar, hatta kendisiyle tam tanışmamış, kendi duygularını yeterince fark edemeyen insanlar var. Var, galiba çok var.

Günlük yaşamda derin tanışmanın sık görülmemesinin nedeni kanımca, tanıtma-tanıma kültürünün yaygın olmasıdır.

Kaliteli romanlar, tiyatrolar, bize yalnızca toplumsal değerleri tanıtmaz, kahramanların iç dünyalarıyla tanıştırır. Romanlarda ve tiyatrolarda, hiç görmediğimiz insanlarla tanışırız. Suç ve Ceza romanında, neyin suç olduğu, suçun ne olduğu vardır; ama asıl, suçlunun iç dünyası vardır. İnce Memed’de Abdi Ağa’nın kimliğinde kötülüğün ne olduğunu görürüz; ama bir de İnce Memed’le tanışırız, İnce Memed’le özdeşim kurarız; roman bitip de İnce Memed imi timi bellisiz olduğunda, bizim içimizdeki İnce Memed çıkar ortaya. İnce Memed romanında, hem iyiyi-kötüyü tanırız, hem insanlarla tanışırız.

Özetlemek gerekirse, tanıtma-tanıma kültürü, toplumsal değerlerin ezbere öğretildiği, yaşamın elletilmediği bir kültürdür. Çocuklarında bu kültür ortamında yetişenler, yetişkin olduklarında daha çok yüzeysel tanışma düzeyinde iletişim kurarlar.

Üç Şeyle Tanışma

Çocukları tanıştırabileceğimiz – aynı zamanda bizim de tanışabileceğimiz – şeyleri üç grupta toplayabiliriz:

1. Nesneler dünyası (hamur, çamur benzeri şeyler, tüm eşyalar, çocuğun kakası…);

2. Kendisinin ve başkalarının duyguları, iç dünyası (karşısındakiyle empati kurmak bu gruba girer);

3. Olaylar dünyası (balkondan sarktığı zaman düşme riski).

Çocuğu – şüphesiz ki farkında olmaksızın – bu üç şeyle tanıştırmadığımız zaman, bir anlamda ona yaşamı elletmemiş oluruz.

Çocuğa Yaşamı Elletmemek

Tanıtma-tanıma kültüründe, çocuklara yaşamı elletmeden birtakım ezbere bilgiler verilir. Biz ana babalar “Elleme” demeye bayılırız. Upuzun elleme listelerimiz vardır:

· “Hamuru elleme.”· “Çamuru elleme.”· “İğneyi, makası elleme.”· “Televizyonu elleme.”· “Kalemi elleme, kağıdı elleme.”· “Prizi elleme.”· “Bebeği elleme.”· “Kediyi elleme.”· “Burnunun elleme.”· “Kuralları elleme.”

Çocuk bahçelerinde, genelde temiz giydirilmiş çocuklar görürsünüz. O üst başla çocuğun toprağı ellememesi gerekir. Toprağı hiç ellememiş, topraktaki solucanlarla tanışmamış çocuklar (ellerine bir solucan alsalar “Ay, alma o pis şeyi!” diye bağırırız) üniversiteye girme çağında tercihleri arasına ziraat mühendisliğini yazıyorlar. Oldu mu şimdi?

Kimi annelerin şöyle övündüklerini duyarsınız: “Benimki iki yaşında, maşallah pek akıllı; misafirliğe gezmeye gideriz, hiçbir şeyi ellemez. Yavrum öyle uslu uslu oturur.” Bence bu tavır insan haklarına aykırı. Evlerimiz züccaciyeci dükkânı gibidir; özellikle misafir gelmeden önce çekmecelerden bütün bibloları kristalleri çıkarıp sehpaları donatırız. Bunlar, o yaştaki bir çocuk için inanılmaz ilginç şeylerdir, ellemek, yeni uyarıcılarla tanışmak ister.

Emekleme döneminde çocuklar, yerde ne bulsalar ağızlarına alırlar. Bunu aptal oldukları için değil, dünyanın tadına bakmak, dünyayla tanışmak için yaparlar. Görmek, dokunmak yetmez, bir de tadına bakarak tanışmayı tamamlamak ister. Bizler çocukların yaşamı ellemelerini engellediğimiz zaman, nesnelerle, insanlarla tanışmamış bir insan yetiştirmiş oluruz.

Çocuklarımızın yaşamı ellemelerinden korkuyoruz, bu yüzden onlara yasaklar getiriyoruz. Peki biz yetişkinler nasılız? Galiba hepimiz zaman zaman yaşamda bir şeylerden korkuyoruz. Kimimiz, uysal olsalar bile kedileri, köpekleri elleyemeyiz.

Bazılarımız, bu hayvanları kalbimizle sever, gözümüzle okşarız ama elimizle sevemeyiz. Bazılarımız toprağa oturamayız, bir örtü serilse bile oturamayız; börtü böcek var diye kırlara bile gidemeyiz. Gittiğimiz zaman da âdeta görünmeyen böceklerin manevi saldırısına uğrar, soyut kaşıntılara tutuluruz.

Ddüşünce-davranış, bir bütündür. Düşündüğümüz gibi konuşuruz ama aynı zamanda konuştuğumuz gibi de düşünmeye başlarız.

Çocuklara yaşamı elletelim; güçlü olalım; yanı sıra ötekiyle de tanışalım.Oğlunuz Cam Kırarsa

Diyelim ki üç oğlan çocuğu top oynarken bakkalın camını kırdılar; ikisi hemen kaçtı, üçüncüsü kaçmadı/kaçamadı, olayı üstlendi. Alışılagelmiş baba tavrı şudur: Baba bakkala camın parasını öder, eve gelir, oğlana olayın nasıl olduğunu sormaz ve bir tokat atıp “Bir daha cam kırdığını görmeyeyim” der. Evlerimizde yaygın olarak sergilenen bu senaryoda ne var? Dayak var, yanlış bir ahlâk eğitimi anlayışı var; zulüm var. Baba hak etmediği halde para ödeyerek, bakkal zahmete girerek, çocuk da tokat yiyerek zarara uğradılar.

Baba, “Şimdi bu tokadı yedi, dersini aldı; artık dikkatli olur” diye düşünür. Bence bu çocuk alması gereken dersi almadı. Çocuk, “Ben bu tokadı niçin yedim?” diye düşündü diyelim. Niçin yemiş olabilir? ‘Camı kırdığı için’, ‘Babası masrafa girdiği için’, bir de şunun için yemiş olabilir: Yakalandığı için. “Biz bu camı üç çocuk kırdık; diğer ikisi akıllı davrandı, - çağdaş (!) davrandı – hemen kaçtı. Ben dürüst davrandım, kaçmadım, bakkala kırdığımı söyledim, sonuçta da tokadı yedim. Bir daha ben de arkadaşlarım gibi davranırsam, tokat filan yemem.”

Bu örnekte, çocukta vicdan gelişmedi, ahlâk gelişmedi, bakkalla empati kurmadı. Bütün bunların yanı sıra çocuk, gelecekte cam kırdığında, olayın sorumluluğunu üstlenmek yerine üçkâğıtçılığı tercih edecektir.

Yaşamı yeterince ellemeden ona yerleşemeyiz; yaşamı ezbere öğrenmeye çalışanlar yaşama eğreti yerleşirler.

İnsan İlişkilerinde Zenginlik: İlişkiyi İnşa Etmek

İnsan insanla iki tür ilişkide bulunabilir:

1. Bir, sevebilir, özveride bulunabilir, işbirliği yapabilir. 2. İki, saldırabilir, kavga edebilir.

Bir kavganın, adı konmasa da muhtemel sonuçlarından biri ölmek veya öldürmektir. Dostlar birlikte yaşarlar, düşmanlar ise birlikte ölürler.

Bugün psikolojide çoğunluğun kabul ettiği görüş, insanın doğuştan tamamen ‘iyi’ veya tamamen ‘kötü’ bir varlık olmadığıdır. İnsan doğduğunda, hem işbirliğine hem de saldırganlığa eğilimlidir; diğer insanlarla işbirliği mi yapacağını, yoksa saldırganlık mı sergileyeceğini veya ne zaman dost, ne zaman saldırgan olacağını yaşayarak öğrenir, kendisi kararlaştırır.

İnsanın doğuştan sahip olduğu eğilimler/potansiyel, öğrenme süreci içinde, kişinin kişisel seçimleriyle dostluğa veya düşmanlığa dönüşür. İnsanın davranış örüntüsünde genetik yapının, öğrenme sürecinin etkisi vardır, ancak insan, genlerinin veya çevre şartlarının basit bir kuklası değildir. Kişiliğin, davranış örüntülerinin oluşumunda kişisel seçimlerin de önemli rolü vardır. Sonuçta insan, kendisini büyük ölçüde kendisi inşa eder.

Bazen de zayıf temellere oturtulmuş ilişkileri, daha sonra depreme dayanıklı hale getirir gibi sonradan güçlendiririz. Bu arada aşkı da biz inşa ederiz.

Aşkı İnşa Etmek

Genelde ‘âşık olmaktan’ söz ederiz. Bu bence tek yanlı bir eylemdir. Hiç iletişim kurmadan, sadece pencerede bir kez görüp komşunun kızına bir anda âşık olabilirsiniz. Bu tek yanlı bir yaşantıdır.

Oysa aşk, tek yanlı olunan bir şey değil, iki tarafça oluşturulan bir şey olmalıdır. Kısacası aşk inşa edilmelidir, oluşturulmalıdır.

Çiftler, “Âşık olup evlendik, şimdi çocuk büyütmeye, zengin olmaya çalışalım” diye düşündüklerinde bir şeyler eksik kalıyor. Eğer iki kişi, aralarındaki aşkın kalıcı olmasını istiyorlarsa, onu inşa etmeye, geliştirmeye gayret etmeliler. Bu nasıl olacak?

Pek çok çelişkimizden birisi de, sevdiklerimize mantıklı mı yoksa duygusal mı davranacağımız konusudur. Pek çok erkek, eşiyle ilişkisinde mantıklı olmaya çalışır, fazla mantıkla da zaman zaman eşini bunaltır. Bence âşık olup da evlenen bir erkeğin, daha sonra evinde sürekli mantıklı davranmaya çalışması bir çelişkidir. Her yerde, iş yerinde olsun evde olsun, mantığı ve duyguyu birlikte kullanmak gerekir.

İnsanı Dört Şey Yerine Koyabilirsiniz

Kişiler arası ilişkileri inşa etmeden önce, karar vermemiz gereken bir konu var. Kimler insandır veya insan nedir? Bu soru şimdi bize çok tuhaf gelebilir ama tarih boyunca çok sorulmuştur; ve verilmiş cevaplar pek de iç açıcı değildir. Tarih boyunca kimi insanlar, kendilerine benzemeyenleri, mesela köleleri, zencileri, suçluları, akıl hastalarını tam insan saymadılar.

Biz bugün, ayırım gözetmeden, özelliklerine bakmadan tüm insanları ‘insan’ saymak istiyoruz. Bunu henüz tam beceremedik ama istiyoruz.

Bir insanı ne yerine koyabilirsiniz? Bence dört şey yerine koymak mümkün. Bunlar eşya, rakam, hayvan ve insandır.

1. İnsanı Eşya Yerine Koymak

Eskiden çocuklarını mahalle mektebine götüren babalar hocaya, “Hocam eti senin kemiği benim” derlermiş. Yarı şaka yarı ciddi – bence ciddi yanı daha ağır basıyor – söylenen bu söz acaba ne anlama geliyordu? Bu sözü söylediğimizde çocuğumuzu ne yerine koyarız? Bence çocuğumuzu eşya/nesne yerine koymuş oluruz.

Yukarıdaki soruyu yönelttiğimde öğrencilerim genelde, “Hayvan yerine koymuş oluruz”diye cevaplarlar. Bence değil. Koyun bir hayvandır; ancak kestikten sonra budunu çengele astığınızda, artık o but hayvan sayılmaz, bir nesnedir.

2. İnsanı Rakam Yerine Koymak (Rakamdan Saymak)

Bazen, - bunu belki hepimiz yapıyoruz - “Şu kadar insan öldü, şu kadar kadın, şu kadar erkek öldü” demek yerine, sadece sayı bildiriyoruz. “Zayiat şu kadar” diyoruz.

3. İnsanı Hayvan Yerine Koymak

İnsanları dövenler, insanları hayvan yerine koyarlar. Aslında insanların hayvanları dövmeye hakları yoktur; ama bazıları, hayvanları da insanları da dövmeye hakları olduğunu düşünürler ve konuda hayvanlarla insanları eşdeğer gördüklerini gösteren bir söz söylerler, bir insanı kastederek, “Eşek sudan gelinceye kadar dövdüm” derler. Bence bu söz insanı hayvan yerine koymanın, insana da hayvana da saygısızlığın ifadesidir.

Bazen saldırgan olmadan da insanı hayvan yerine koyarız. Bazen bir babanın çocuğunu kastederek, “Yahu bu çocuğun yediği önünde, yemediği arkasında, harçlığı bol, odası sıcak, peki niçin ders çalışmıyor” dediğini duyarsınız? Bu baba da çocuğunu hayvan yerine, daha iyimser bir ifadeyle robot yerine koymaktadır. Niçin?

Eşya veya hayvan pazarları olabilir ama insan pazarları olmamalıdır. Fakat ne yazık ki olmuştur. Bu pazarlarda insanlar hayvanlar gibi alınıp satılmışlardır.

4. İnsanı İnsan Yerine Koymak

Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin, teorik olarak herkes tarafından kabul edilen, ancak pratikte dünyanın birçok yerinde uygulanmayan maddelerini düşünün, işte bunları yaşama geçirirseniz insanı insan yerine koymuş olursunuz.

Üç İletişim Tarzı

Eski Evde Oturmak

Evlerimizde, iş yerlerimizde bazen iletişim tarzımızı değiştirmeden aynen sürdürmeye çalışırız. Bu durum, eski bir evde herhangi bir değişiklik yapmadan oturmaya benzer. Eski evler değerlidir, ancak eğer korunmazlarsa, restore edilmezlerse çürüyüp gidebilirler.

Eğer bir evliliği ilk yıllardaki şekliyle kırk yıl sürdürmeye çalışırsanız, eşinizle aranızdaki ilişkide, değişen yaşlara ve şartlara uygun yenilikler gerçekleştiremezsiniz, evliliğinizin eskidiğini, köhne bir yapıya dönüştüğünü görebilirsiniz.

Oda Eklemek

Bazen çevremizle olan iletişimimizin niteliğini değil de miktarını artırabiliriz. İş yerlerimizde veya aile içinde daha fazla iletişim kurarız, daha fazla selam veririz, yakınlarımızla oturup çay içecek, sohbet edecek zamanlar yaratırız. İletişim miktarını artırmaya yönelik bu tür davranışlar, evlerimize oda eklemeye benzer.

Restorasyon, Renovasyon

Bu iki kavram mimariye ait. Eski bir yapıyı, yapıldığı günkü haline getirecek şekilde tamir etmeye, ona ilk günkü görünümünü kazandırmaya ‘restore etmek’ deniyor. Eski bir yapıya yeni bir işlev kazandırarak ve bu yeni işleve uygun olacak şekilde ilk halinde birtakım değişiklikler yaparak tamir etmeye ise ‘renovasyon’ adı veriliyor.

Eski bir konağı, söz gelişi Cemil Molla Köşkü’nü veya Bizans surlarını yapıldığı yıllardaki haline getirecek şekilde tamir edersek, bu restorasyon olur. Eğer tarihi bir hapishaneyi, birtakım değişiklikler, ilaveler yaparak tamir edip bir otele çevirirsek, bu durumda bir renovasyon söz konusudur. Yine eskimiş, yer yer yıkılmak üzere olan bir fabrikayı üniversiteye çevirirsek, renovasyon yapmış sayılırız.

Bu tür tanımlama zorluklarına rağmen, basitçe, restorasyonun bir yenileme, renovasyonun ise yeni bir işlev ve görünüm kazandırarak yenileme olduğunu söyleyebiliriz.

Moda Tasarımında ve Müzikte Restorasyon-Renovasyon

Eski bir elbiseyi, eski bir halıyı veya benzeri bir şeyi aslına uygun bir şekilde tamir edersek bu restorasyon olur; ancak annenizin gelinliğini bir miktar değiştirip bir gece elbisesi yaparsanız bu da renovasyon sayılabilir.

Eğer Türk Beşleri olarak anılan besteciler gibi (söz gelişi Adnan Ahmet Saygun gibi) halk müziğini çok sesli hale getirirseniz bu durumu da bir tür renovasyon sayabiliriz.

İnsan İlişkilerinde Restorasyon

Aile dostlarımızla, iş arkadaşlarımızla zaman zaman bir araya gelir, yemek yeriz, sohbet ederiz. Bu tür etkinlikler, farkında olmadan gerçekleştirdiğimiz ilişkiye ilişkin restorasyonlardır; dostluklar pekişir, eski anılar tazelenir. Dostlarımızla çay, kahve içip sohbet ederiz de, aile içinde bu tür yenileştirmeler, tazelemeler zaman içinde azalır, sıklıkla da kaybolur.

Ailenin bir yemek masasında bir araya gelip yemek odaklı bir yaşantı geçirmesi, her zaman ilişkilerin tazelendiği, ilişkilerin restore edildiği anlamına gelmiyor. Bazen ilişkilerin restorasyonu için özel bir zamana ve enerjiye ihtiyaç vardır. Örneğin eşler zaman zaman ilişkilerinin nasıl gittiği, sorunların neler olduğu konusunda özel bir zaman yaratıp evde ya da bir pastanede oturup konuşabilirler.

Genellikle evlerimizde bir sorun çıktığı zaman ayaküstü konuştuğumuz için, bu konuşmalar da sıklıkla tartışmaya dönüştüğü için, ilişkiler üzerinde konuşmak için ayrı bir zaman ve özel, mümkünse güzel bir mekân bulmakta yarar vardır. ‘Güzel mekân’ şüphesiz ki lüks bir yer anlamında değil, çiftlerin birlikte olmaktan hoşlanacakları bir ortam anlamındadır.

Zaman içinde her şeye alışılır, insanlar galiba evliliklerine de alışıyorlar. Bu durum, evliliğin eskimesi anlamına gelebilir. Eskimeye başlayan bir evliliği/ilişkiyi, yeni mekânlarda, yeni sohbetlerle, yaratıcı davranışlarla restore etmekte yarar vardır.

Birisinde bir şeyler bulup da onunla evlenirsiniz; aradan yıllar geçtiğinde ilişkiniz çok kötü olabilir; ama bir zamanlar tamamen yanılmış olamazsınız. Külleri karıştırmakta, halâ var olan ‘iyiyi’ araştırmakta yarar vardır.

Bazen de küllerin altında hiçbir şey yoktur. Eğer böyleyse, bir şeyler bulacağım diye yıllarca ısrar etmek anlamlı değildir; şüphesiz ki bazı durumlarda evlilikler, dostluklar bitirilebilir. Ancak bitirmeden önce, halâ mevcut olan kıvılcımları aramakta, ilişkiyi restore etmekte yarar vardır.

Eğer eviniz eskiyse, akan çatlayan bir yerleri olmasa bile, arada bir elden geçirilmesinde yarar vardır. Evliliklerin de öyle.

İnsan İlişkilerinde Renovasyon

Renovasyon, eski bir mimari yapıya yeni bir işlev kazandırılarak tamir edilmesidir. Eski yapıların renove edilmesi bazen bir lükstür, bazen de varlıklarını sürdürebilmeleri için bir zorunluluktur.

İşe yeni giren genç bir elemana müdürü ‘Sen” der. Bu durum herkese doğal gelir. Ancak gün gelir o eleman da müdür olur, eski müdürü ise, diyelim ki genel müdür olur. Genel müdür, yanında yetişmiş olan bu müdüre eski alışkanlıkla “Sen” demeye devam eder. Eleman bunu bazen doğal kabul eder, bazen de rahatsız olur. Her ihtimale karşı genel müdürün, elinde yetişmiş de olsa eski elemanına “Siz” demesinde yarar vardır. Eski iletişim tarzı geride kalmıştır, tarafların yeni duruma uyum sağlamalarında, bir anlamda iletişim tarzlarını renove etmelerinde yarar vardır.

Genç elemanları zaman içinde yükseldiğinde amirlerin buna uyum sağlayamaması durumu “Buzağı kendi kapısında dana olmaz” sözüyle ifade edilir.

Aile içindeki ilişkilerde de değişen durumlara uyum sağlayamama sıklıkla görülen bir sorundur. Küçük çocuklarına “yemeğini ye, terleme” türünde uyarılarda bulunan anneler, onlar otuz yaşlarına geldiğinde, hatta evlendiklerinde eski üslupla ilgilerini sürdürüyorlarsa, bu ilişkide renova edilmesi gereken bir durum olduğunu düşünürüm.

Bekâr bir erkek vardır; arabaya bindiklerinde erkek direksiyona oturur, annesi de yanına. Doğal. Delikanlı evlenir, artık eşi vardır. Arabaya bindiklerinde annesi, o ailede hiçbir şey değişmemiş gibi, geline herhangi bir teklifte bulunmadan geçip eskisi gibi öne oturur. Gelinler genellikle buna içerlerler.

Bu örnekteki sıkıntı, kayınvalidenin yeni duruma uyum sağlayamamasıdır. Kayınvalidenin gelinin öne oturtmasını, en azından öne oturması için teklifte bulunmasını bekleriz. Kayınvalide bu durumu bir statü kaybı olarak görmemelidir, karı kocanın gerektiğinde daha rahat konuşabilmesi için bir fırsat tanıma olarak algılamalıdır.

Özveri (Diğerkâmlık)

Kimi kuramcılara göre, canlılar, bu arada insan, doğuştan saldırganlık eğilimine sahip olabilir, ancak özveriye, fedakârlığa da eğilimli bir genetik donanımla dünyaya gelir. Bu görüşe katılıyorum. Bu evrende, kara ile beyaz (cisimlerin yansıttığı ışıkların dalga boylarını dikkate aldığınızda da böyledir), iyilik ve kötülük, saldırganlık ile dostluk, ying-yang motifinde olduğu gibi iç içedir, birbirlerini tamamlarlar, birinin varlığı ötekinin tanımlanmasını kolaylaştırır.

Ateş karıncaları bir saldırıya uğradıklarında, sağlamlar geride durur, yaralılar ise grubu korumak için ileriye atılırmış. İnanılmaz bir kâr-zarar hesabının sonucu olan bu davranışın genetik kodlamanın ürünü olduğunu düşünebiliriz. Benzer şekilde insanlar da yakınları için, ülkeleri için özveride bulunurlar, örneğin yakınlarına vücutlarının bir parçasını isteyerek verirler.

İşbirliği

İşbirliği, işi daha kolay, bazen daha kaliteli yapmayı sağlayan, ekip olmayı kolaylaştıran, kişiler arası ilişkileri zenginleştiren, ilişkileri tekrar tekrar yeniden inşa etmeyi sağlayan bir yaşantıdır. Her işbirliğinde, bir işin yapılmasının yanı sıra bir de iletişim, dostluk vardır.

Kültürümüzde imece vardır. İmecede ise sinerji vardır. Geleneksel kültürümüzde, özellikle kadınlar, kış hazırlıklarını imeceyle gerçekleştirdiklerinde, hem tek başlarına kısa sürede yapamayacakları bir işi yaparlar, hem de bunu keyifle yaparlar.

İmecenin iki boyutu vardır: İşin görülmesi ve iyi insan ilişkileri.

Bu noktada bir şeyin altını çizmek isterim: Kültürümüzde iş birliğine, imeceye eğilim vardır ama iş birliği yapmama, tek başına davranma eğilimi de vardır.

Günümüz Türkiye’sinin siyaset dünyasına baktığınızda da, hem iş birliğini/imeceyi hem de bir araya gelemeyenlerin küçük ve müstakil partilerini görürsünüz.

Benzer şekilde iş yerlerinde de iki zıt eğilimi birlikte gözlemek mümkündür. Bir yandan, “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” anlayışı vardır, işbirliğinin gereğine inanılır. Ancak aynı anda “Aman ele uşaklık mı edeceğim, kendi işimi kendim kurarım” diyerek, bırakınız bir iş ortamında işbirliği yapmayı, bir işe girmeye bile pek sıcak bakmayan bir anlayış vardır.

Göçmen Kuşların ‘V’ Düzeni

İnsanlar dünyasındakine benzer şekilde, nesneler ve hayvanlar dünyasında da sinerji bulunduğunu düşünebiliriz. Bir sandalyenin dört bacağı, özel bir kompozisyon içinde bir araya geldiklerinde, tek başlarına taşıyamayacakları bir ağırlığı taşırlar. Aslanlar işbirliğiyle avlanır, arılar. Karıncalar muhteşem ekipler oluştururlar. İlgimizi çeker. Ama galiba, bizlerde en fazla hayranlık uyandıran – veya beni en fazla heyecanlandıran- göçmen kuşların ekip oluşturarak uçmalarıdır.

Hiçbir kuş Kuzey Avrupa’dan Güney Afrika’ya tek başına uçamaz; ama göçmen kuşlar V düzeniyle uçarak bu mesafeyi kat edebilirler. Bir kuş, V düzeni içinde uçarken önündeki kuşun hava boşluğundan yararlandığı için, tek başına olduğu zamana oranla % 30 civarında enerji tasarrufu sağlıyormuş. En öndeki kuş, tek başına uçuyor gibi olduğu için daha fazla yoruluyormuş, bu yüzden bir süre uçtuktan sonra grubun arkasına geçiyormuş. Liderin sürekli değişmesiyle zorluğun paylaşılması ve sinerji yaratılması, sürünün o uzun mesafeyi kat etmesini sağlıyormuş.

İnsanlar, göçmen kuşların gökyüzündeki V düzenini, yeryüzünde kendilerinin de işbirliği yapmaları gerektiği konusunda bir işaret olarak görmeliler.

V İşareti: Dürüstlük, Dostluk, İşbirliği

Bazılarına göre iki parmakla yapılan V işareti zafer (victory) anlamına gelir. Bana göre ‘V’ işareti, evrenin her yanına sinmiş gizli bir ‘dostluk, dürüstlük, işbirliği’ işaretidir. Niçin?

Ladeste iki rakip birbirini kandırıp ödülü almaya çalışır; lades rekabet ve kandırma oyunudur. Ladese tavuğun V şeklindeki kemiğini kırarak başlarız. V bozulur, dostluk, işbirliği de bozulur, artık kandırmak serbesttir.

El sıkışan iki insanın kolları V şeklindedir. V dostluğun, işbirliğinin işaretidir. Dostluk bozulduğunda, eller ayrılır, V işareti de kaybolur.

Göçmen kuşlar V şeklinde uçar, kuşların göğsünde de V şeklinde lades kemiği vardır, el sıkışan dostların kolları da V oluşturur. Doğayı tahrip edersek, doğayı bozarsak, kuşları mevsimsiz avlar, birbirimizi avlamaya, kandırmaya çalışırsak, gökyüzündeki ve yeryüzündeki V’ler bozulacaktır. Eğer yeterince önlem almazsak, torunlarımız gökyüzünde V şeklinde uçan göçmen kuşları göremezler.

İnsan ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde inşa edilebilmesi için, insanın dürüst olması, hem hemcinsleriyle hem de doğayla işbirliği yapması gereklidir.

Don Kişotvâri Bir İşbirliği: Kurumlarda Solak İhtiyacı

Bir haberci gönderileceği zaman bir solak ve bir sağak birlikte yola çıkarılıyormuş. Bu iki kişi birbirlerini küçük küçük sola ve sağa ittikleri için doğru yolu bulup ileriye gidebiliyorlarmış.

Osmanlı ordusunda solaklardan oluşan bir ok atma bölüğü vardı. Sollarını kullanan bu okçular savaşta padişahın sağına, sağlarını kullanan okçular ise soluna yerleştirilirdi. Böylece her iki yönü rahatlıkla hedef almak mümkün olurdu.

Bu örneklerde solak ile sağakın işbirliği görülmektedir. Bu örneklerden hisse çıkarıp, iş yerlerinde, farklı özellikleri olan kişileri birbirlerini tamamlayacak şekilde ekiplere yerleştirebiliriz.

Zıt özelliklere sahip kişilerin gerektiğinde iyi ekip oluşturabilecekleri görüşüne en güzel örnek Don Kişot’tur. (Don Quijote). Şöyle: Cervantes’in ünlü romanındaki Don Kişot, görünürde uçtum akıllıdır, yüksek idealleri vardır, yaratıcı sayılır ama gerçekçi değildir. Don Kişot’un yardımcısı Sanço Panza (Sancho Panza) ise akılcıdır, gerçekçidir, âdeta bir tür hesap kitap adamıdır, patronunu sürekli olarak mantıklı davranması konusunda uyarır.

Bence tüm şirketlerin bu ikiliye benzer elemanlara ihtiyaçları vardır. Her yönetim kurulunda en az bir Don Kişot’a, en az bir de Sanço Panza’ya ihtiyaç vardır. Bu iki zıt karakterin işbirliği yapması halinde, şirket çölde yolunu kaybetmiş gibi dönüp dolaşıp aynı noktaya varmaktan kurtulur; solak ile sağakın birbirlerini itekleyerek doğru yolu bulmalarına benzer şekilde zıt karakterdeki elemanlarının işbirliği yapmaları sonucunda şirketler de doğru yolu bulabilirler.

İlişkiyi İnşa Etmek Bilgi İşidir, İnşaat Eğitim Gerektirir

Bazı konularda eğitime önem veriyoruz, bazı konularda bu dünyada eğitim yokmuş gibi davranıyoruz. Hiç kimse, “Ben arabayı alır kullanırım” demiyor; iyi kötü araba kullanmayı öğrenmek gerektiğini biliyoruz. Hiç kimse “Param var, fabrikayı kurar, çalıştırırım” demiyor; ya çalıştırmayı öğreniyor ya da çalıştırmayı bilen birini getiriyor fabrikanın başına.

Buraya kadar iyi. Ancak pek çoğumuz “Ben bir çocuk doğurur, onu büyütürüm” diye düşünüyoruz; çocuk büyütmenin de bir uzmanlık işi olduğunu – hiç değilse artık bir uzmanlık olduğunu - yeterince düşünmüyoruz. Benzer şekilde “Ben evlenir, evliliği sürdürürüm” diye düşünüyoruz, evlilik konusunda, cinsellik konusunda sistematik bilgi almak gerektiğini aklımıza getirmiyoruz.

İnsan İlişkilerinde Fakirlik: İlişkiyi Tahrip Etmek / Saldırmak

Kavga, Taciz, Zorbalık, Yıldırma

Karşıdaki insana zarar vermek amacıyla sergilenen tüm davranışlar, genelde ayırım gözetmeden “saldırganlık” olarak adlandırılır. Saldırganlık konusuna psikolojide, özellikle sosyal psikolojide önemli bir yer ayrılmıştır. Ancak saldırganlığın, birbirlerinden küçük farklarla ayrılan türleri vardır; bunlardan dördü, anlık öfkeleri izleyen kavgalar, tacizler, zorbalıklar ve yıldırmadır (mobbing). Bunlar, ortak paydaları aynı ama görünümleri farklı birer saldırganlık türüdür.

Saldırganlık

Saldırganlık sonucunda kurbanda fiziksel ve ruhsal tahribat ortaya çıkar.

İnsanın saldırganlığının iki boyutu vardır.

· Birincisi doğuştan genlerle gelen kalıtımsal boyut, · İkincisi ise öğrenme boyutudur.

Saldırganlık eğilimi doğuştan gelebilir, ancak insanlar, içinde yaşadıkları kültürün ve kişisel yaşantılarının zihinlerinde oluşturduğu şemaların etkisiyle saldırganlık sergilerler. Çevrenin etkisiyle saldırganlığımız törpülenip azaltılabilir ya da daha keskin hale getirilebilir. Neye, ne zaman, nasıl saldıracağımızı yaşayarak öğreniriz.

Saldırganlığı fiziksel ve sözel (küfür, alay) olmak üzere iki ana grupta toplarız. Genelde, fiziksel saldırganlığın kurbanda fiziksel tahribat, sözel saldırganlığınsa psikolojik tahribat yaptığı düşünülürse de, bu doğru değildir. İki tür saldırganlık, iki tür tahribata da yol açar.

Fiziksel saldırganlık, fiziksel zararın yanı sıra kurbanın uzun süre, bazen ömür boyu düşüncelerini, duygularını ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyebilir.

Sözel saldırganlık, bazen sadece kurbanı psikolojik olarak etkiler; ancak bazen de kurbanda, sözel saldırıların yol açtığı stres sonucunda birtakım psikosomatik rahatsızlıklar ortaya çıkarır; örneğin sedef, zona, on iki parmak ülseri, kalp hastalıkları, - kimi uzmanlara göre uzun süreli sözel saldırıların yol açtığı stresten ötürü – kanser, vb. Sonuçta gerek fiziksel, gerekse sözel saldırganlık, hem biyolojik hem psikolojik yapıyı olumsuz yönde etkiler.

Ülkemizde kadınlarda sıkça rastlanan saldırganlık türüyse pasif saldırganlıktır.

‘Susarak karşısındakini çıldırtmak’ diye özetlenebilecek pasif saldırganlık, kendilerine fiziksel saldırganlığın, hatta konuşmanın yasaklandığı kadınlarımızın, içlerindeki öfkeyi boşaltabilmek için başvurdukları son saldırı türüdür.

Araştırmalara göre ülkemizde evlerde(başka ülkelerin, Batı ülkelerinin de bu konuda sicilleri temiz değil) daha çok erkekler tarafından fiziksel ve sözel saldırganlık sergileniyor. “Kocam değil mi, sever de döver de” şeklindeki kölelik dönemi kalıntısı şablonlara sahip – psikoanalitik kurama göre – sado-mazoşist kadıncağız dayağa ve hakaretlere maruz kalır.

Erkekse, “Onun iyiliği için dövüyorum” şeklinde olayı mantığa bürüyerek, bazen mantığa bile bürümeden, keyfince keyiflice, yine sado-mazoşist duygular içinde, tadını çıkara çıkara, evre karısını, sokakta başkalarını döver.

Bu iş nasıl bitecek? Bu iş biraz eğitimle, görgüyle, biraz da psikolojik tedaviyle biter.

Saldırganlığın sık rastlanan dört şeklini şöyle sıralayabiliriz:

1. Kavga

Ani öfke patlamalarıyla ortaya çıkan kavgalar, sık rastlanan bir saldırganlık türüdür. ‘Kavga’ ile kastedilen önceden planlanmamış karşılıklı veya tek taraflı saldırıdır. Tek taraflı kavgalara az rastlanır, çünkü bize saldıranları yalnız bırakmak istemeyiz, onlara yardımcı oluruz. Çok az sayıdaki olgun insan, kendisiyle kavga etmek isteyene karşılık vermez.

Eğer bir kişide öfke patlamaları sık sık görülüyorsa, bu kişide muhtemelen ‘öfke sorunu’ vardır.

Altmışlı, yetmişli yıllarda liseli gençler, bazen teneffüs sırasında bir şekilde tartışıp,eski düello davetlerine benzer şekilde birbirlerine kavgaya davet ederlerdi. Okul çıkışında da izleyici arkadaş grubu önünde kavga ederlerdi. Bu kavgalarda taraflardan birisinin herhangi bir yeri kanadığında kavgaya son verilirdi. Bu bir tür centilmenlik anlaşması, bir tür sözsüz mutabakattı. Amaç ötekine zarar vermek değil, kavga etmiş olmaktı.

Ancak şimdilerde gördüğümüz kavgalarda amaç kavga etmek değil, zarar vermek. Artık iki taraftan birinin bir yeri kanadığında kavgalar sona ermiyor; iyice zarar vermeye, bıçaklamaya dönüşmüş kavgalar görülüyor.

Bu durumun birçok nedeni olabilir; nedenlerden biri de acaba şu mu? Günümüzde çocuklar, gençler, bilgisayar oyunlarında, çizgi filmlerde, aslında bir spordan çok danışıklı dövüş olan pankreas güreşlerinde, bir kahramanın ötekine pek çok defa vurduğunu ve dayak yiyene bir şey olmadığını görüyorlar. Çizgi filmlerde kedinin üstünden silindir geçer ama kedi tekrar ayağa kalkar; pankreasta çok şiddetli darbeler almış gözüken kişi az sonra ayaktadır, bu sefer o rakibini yerden yere vurur. Bilgisayar oyunlarında sanal kahramanımız ölürse ölsün, aynı kıyafette bir adamınız daha ortaya çıkar. Acaba bütün bunlar, dövülen kişiye aslında bir şey olmadığı yolunda gençlerimizin bilinçaltlarına – aslında gerçekle ilişkisi olmayan – birer mesaj mı yerleştiriyor? Eğer böyleyse, ‘çizgi film ahlâkı’ diyebileceğimiz bir anlayışın okul kavgalarındaki eski nezaketi ortadan kaldırdığını düşünebiliriz.

2. Taciz ( Harassment)

Taciz, karşıdaki kişiyi, üzmek, korkutmak, yıpratmak, kaçırmak (iş yerinden veya mahalleden gitmesini sağlamak), ona eziyet etmek için tekrar tekrar sergilenen, süreklilik arz eden fiziksel ev/veya psikolojik saldırılardır.

Bir elemana yöneltilen ardı arkası kesilmeyen eleştiriler, açık ya da üstü kapalı sürgünler, sudan sebeplerle maaş kesmeler, amirlerin elemanlarını sık sık, önemli önemsiz konular için azarlamaları taciz davranışına birer örnek sayılabilir.

Taciz etme davranışı bazen umulmadık biçimlerde çıkar karşımıza. Örneğin bir amirin elemanına kapasitenin üzerinde iş yüklemesi de yine bir tür taciz sayılabilir.

Bazen bir kişi kendi bahçesinin içine görünür bir işlevi olmayan bir duvar örer. Eğer bu duvar komşunun manzarasını kapatma amacıyla yapılmışsa, hukukta buna “haset duvarı” adı verilir. Haset duvarı çekmenin de bir tür taciz olduğunu düşünebiliriz.

3. Cinsel Taciz

Karşı cinsin bulunduğu ortamlarda açık saçık espriler yapmak, yerli yersiz cinsel içerikli fıkralar anlatmak, cinsel ilişkileri çağrıştıran imalarda bulunmak, sokakta laf atmak hafif cinsel tacizlere örnek verilebilir.

Sokaklarda, toplu taşıma araçlarında, iş yerlerinde karşı cinse elle sarkıntılık etmek, bir zorunluluk yokken dokunmak, dayanmak, sözlü cinsel tacizin bir basamak üstü sayılır. Bu tür tacizler ülkemizde, genelde toplumsal bir kınamayla hafif bir ceza alıyor. Oysa bunlar Batı ülkelerinde, özellikle iş yerlerinde çalışanların haklarını korumak adına ciddi davalara konu olmaktadır.

Tecavüzleri önlemek, en azından azaltmak için, erkeklerin iletişim becerilerini, özellikle karşı cinsle iletişimlerini geliştirmek gerekir. Tecavüz de bir iletişim şeklidir, toplumun onaylamadığı, işin doğasına aykırı bir iletişim şeklidir. Kadınla erkek arasında sağlıklı iletişimi sağlamak, en azından erkekleri kadınlarla konuşabilir hale getirmek tecavüz ihtimalini azaltacaktır. Ben çocukken kız ve erkek liseleri ayrıydı. Bu durum sağlıklı iletişimi engeller. Erkek lisesinde okuyan erkekler tecavüzcü olacaklar diye bir kural elbette yok. Ancak karma liselerin, gelecekteki sağlıklı kadın-erkek iletişimi için iyi bir basamak olduğunu düşünebiliriz.

Genelde cinsel tacizden söz edildiğinde, erkeklerin kadınlara yönelik davranışları anlaşılıyor. Oysa erkeklerin erkeklere ve kadınların erkeklere veya hemcinslerine yönelik tacizleri de söz konusu olabilecek ve olan davranış şekilleridir.

4. Zorbalık / Okul Zorbalığı

Zorbalık, bir saldırganlık türü olarak da sınıflandırılabilir bir taciz türü olarak da. Her alanda zorbalık söz konusudur; ancak bilimsel yayınlarda ‘zorbalık’ terimi daha çok ‘okul zorbalığı’ anlamında kullanılmaktadır.

Öğrencilerin birbirlerine yönelttikleri, vurma, itme, hakaret etme, rahatsız edici şekilde isim takma, eşyalarına zarar verme, tehdit etme, haraç alma, vb. şeklindeki tüm davranışlar ‘okul zorbalığı’ olarak tanımlanır. Zorbalığa maruz kalanlarda okul fobisi ortaya çıkabilir.

Okul zorbalığı, bir tek kişi veya birkaç kişi, yani bir çete tarafından sergilenir. Kurbanlarsa çoğunlukla tek kişi, bazen de birkaç kişi olabilir. Okul zorbalığında önemli iki nokta var.

Birincisi, zorbalık eyleminin bir sefere mahsus olmaması, kısmen de olsa süreklilik arz etmesi, bir anlamda sistematik bir saldırı olmasıdır.

İkincisi ise, zorbalık eyleminde saldırganların, sıklıkla, yaptıkları zorbalıkları otoritelere ve ana babalarına iletmemeleri konusunda kurbanlara baskı yapmalarıdır. Gammazlığın çok adice bir davranış olduğu yolunda bir inanç gelişmiştir, bu da kurban üzerinde bir toplumsal baskı oluşturur.

Zorbalığa maruz kalan gençlerin bu durumdan kendi gayretleriyle kurtulmaları gerektiği gibi yanlış bir görüş vardır. Çünkü her türlü zorbalık, özellikle de okul zorbalığı, ahlâk dışı bir saldırıdır ve bireyin tek başına üstesinden gelemeyeceği boyutlara ulaşmış olabilir. Nasıl ki sokakta saldırıya uğrayanların emniyet güçlerine bildirmeden kendi başlarının çaresine bakmalarını tavsiye etmiyoruz, okul zorbalığına uğrayanlar karşısında da ‘kendin hallet’ mantığını kullanamayız.

Okul zorbalığı toplumdaki genel zorbalığın bir parçasıdır. Apartman toplantılarının çoğu kavgayla sonuçlanırsa, millet vekillerimizin meclisteki grup gruba kavgaları ve mahkeme önlerindeki saç saça, baş başa kavgalar televizyonlarda gösterilirse, televizyonlardaki realite şovlarına, bir adamın eski eşi, yeni eşi ve sevgilisi birlikte çağrılıp da kavga ettirilirse, o ülkede gençler de okullarda zorbalık yaparlar.

Toplumdaki genel saldırganlığın üzerine eğilmenin yanı sıra okullarda da önlem almak gereklidir.

Yıldırma (Mobbing) Nedir?

60′ lı yıllarda Lorenz, doğada bir kazın bir tilkiye saldırmadığını, ancak birden fazla kazın bir araya gelip güç birliği yapmaları durumunda bir tilkiyi kaçırabildiklerini, hatta sakatlayabildiklerini gözlemiş. (Bu olayı, güç birliği yapan zayıfların güçlüyü yenebilecekleri, ancak bu zaferin güçlüyü zarara uğratmaya, bazen de yok etmeye dönüşebileceği şeklinde yorumlayabiliriz.) Lorenz, kazların ve başka hayvanların ortaya koydukları, rakibi bertaraf etmeye, kaçırmaya yönelik bu davranış biçimine ‘mobbing’ adını vermiş.

Ülkemizde mobbing Türkçeye önce ‘iş yerinde duygusal taciz’ olarak tercüme edildi. Bu doğru, ama uzun bir karşılıktı. Ben bir dönem mobbing’e ‘iş yeri zorbalığı’ karşılığını verdim; bu da doğru ama yine uzun bir karşılıktı. Daha sonra bu alanda çalışan bazı arkadaşlarımın ‘yıldırma’ terimini tercih ettiklerini gördüm; ben de mobbing’e ‘yıldırma’ demeye karar verdim.

Bir veya birkaç kişinin bir kişiye yönelik olarak sergilediği organize ve süreklilik arz eden nitelikte, fiziksel ve/veya psikolojik zarara yol açan tacizci davranışlara – saldırganlığa – yıldırma (mobbing) adı verilir.

Âdil olmak gerekmez, güçlü olmak yeterlidir; filozofun dediği gibi, bu dünyada yalnızca zayıflar adalet ister.

Tarihe baktığınızda hep şunu görürsünüz, imparatorlar, padişahlar, krallar hep ‘kötü insanların ülkelerine’ sefer açmışlardır; tarihte ‘iyi insanlar’ ülkesine savaş açan bir tane imparator yoktur. Ancak işin ilginç yanı, üzerlerine sefer düzenlenen kötü ülkeler, ne hikmetse hep zengin ama zayıf (mağlup edilebilir) niteliktedir.

Doğu’da, Batı’da bu böyle olmuştur. Bunun en güzel örneği Cengiz Han’dır. Bu büyük cihangir – rivayete göre – “Tanrı beni kötü insanları cezalandırmakla görevlendirdi” dermiş. Bu durumda Çinliler, Harzemşahlılar, Orta Asya’da, Doğu Avrupa’da ve Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan topluluklar ‘kötü’ insanlardır. Ama bu kötü insanlar aynı zamanda zengin ve zayıftır.

Yıldırmaya uğratılan kişiler de zengin, zayıf ve saldırganın gözünde kötü insanlardır. Zengindirler, çünkü iyi yetişmişlerdir, çalışkandırlar, istikballeri parlaktır. Zayıftırlar, çünkü kendilerini destekleyecek güçlü bir yakınları yoktur, kibardırlar, dişleri yoktur.

Yıldırma olayı iş yerleri için tanımlanmıştır; ancak tarihte veya sanat eserlerinde de ‘bir tür yıldırma’ sayılabilecek olaylarla karşılaştığımızı düşünebiliriz.

Yıldırmayı ortaya çıkaran şartlardan bir tanesi de, çalışana göreviyle bağdaşmayan işler verilmesidir. Söz gelişi belli bir alanda uzman olarak işe alınan bir kişiden temizlik yapmasını isterseniz, bu yıldırma sayılır. Bir zamanlar bir büyük şehirde, kavşaklarda ellerindeki evraklara bir şeyler yazan hanımlar görmüştük. Meğer belediye bunları işten çıkarmak istemiş, yasal olarak çıkaramıyormuş, bunun üzerin bu çalışanlarına gün boyu kavşakta ayakta dikilip yoldan geçen araçları saymaları görevini vermiş. Bazen de basında izlediğimiz kadarıyla belediyeler, çeşitli kadrolarla işe alınmış kadın elemanları işten atmak isteyip de atamadıkları zaman mezarlığa gece bekçisi olarak tayin ediyorlarmış. Bu tür davranışların, kurumdan elemana yönelmiş yıldırma faaliyeti olduğunu düşünebiliriz.

Yıldırma, ilişkilerin bir iyi bir kötü olduğu bir ilişkiler atmosferinde ağır ağır gelişir. Yıldırmayı gerçekleştiren grup kurbana net bir şekilde birdenbire kötü davranmaz; bazen itici, bazen doğal davranırlar. Yıldırma, âdeta insan yutan bataklıklar gibi kurbanını derinlere doğru ağır ağır çeker. Kişi, bir girdaba kapılmışcasına, önceleri ağır ağır, daha sonra belki hızlanarak bir girdaba doğru çekilir. Bir açıdan baktığımızda ise yıldırmayı kurbağa pişirme taktiğine benzetebiliriz.

Kontrolü çok zor olacağı için kurbağaları sıcak suya atarak pişirmezlermiş. Ilık suya koyarlarmış; sonra suyu yavaş yavaş ısıtmaya başlarlarmış. Sıcaklıktaki tedricî değişmeyi fark edemeyen hayvancağız, su kaynamaya başladığında artık istese de zıplayamaz, ortama teslim olur, ölüp gidermiş. Yıldırmada da buna benzer bir durum var galiba. Hani bazen, özellikle iş yerlerinde birinin suyunun ısındığını söyleriz, “Filancanın suyu ısındı” deriz. İşte yıldırmada da bazılarının suyu böylesine ısınır; yavaş ama etkili biçimde.

Yıldırmaya maruz kalanlar, zaman içinde başlangıçtaki başarılı, çalışkan, kibar hallerini kaybederler. Performansları düşer, sinirli, öfkeli olurlar; zaman zaman saldırganlık, özellikle sözel saldırganlık sergileyebilir. Onların bu hallerini gören iş arkadaşları, “Bu işe girdiği zaman böyle değildi” derler. Bu ifadeyi yıldırma olaylarında sık duyarız; gerçekten işe girdiklerinde böyle değillerdir, arkadaşları el birliğiyle onları böyle yapmışlardır.

Yıldırma süreci içinde, bazı kurbanlar erken emekli olur, bazıları işi bırakır, bazıları kalp krizi geçirir.

Yıldırma konusunu ilk kez bir seminerimde işiten bazı kişiler, hemen el kaldırıp veya seminer bitiminde yanıma gelip “Ben bunları yaşadım, adının yıldırma/mobbing olduğunu bilmiyordum ama bu anlattığınız bana aynen uygulandı” derler.

Ülkemizde ve başka ülkelerde şunu söyleyenler vardır: “Bundan bir süre önce iş yerimizde bir arkadaş resmen delirdi; bunun üzerine biz de onu dışladık. Şimdi yıldırmayla ilgili bu bilgileri alınca tereddüte düştüm: Delirdiği için mi onu dışladık, yoksa biz dışlayarak mı delirttik onu?”

Bazen sebeplerle sonuçları karıştırırız. Örneğin anne babaların “Bu çocuk yemiyor; o yüzden mecburen ben yediriyorum” dediklerini duyarsınız. Acaba bazı ana babalar, çocukları yemediği için mi yediriyorlar, yoksa tâ başından beri zorla yedirdikleri için mi çocuklarını yemez etmişlerdir? Muhtemelen ikincisi doğrudur. Benzeri bir karıştırma yıldırma konusunda da geçerli. İnsanlar iş yerlerinde çoğunlukla delirdikleri için dışlanmazlar, dışlanarak âdeta delirtilirler.

Bu konuda beni çok etkileyen bir atasözü buldum. Şöyle: Sen adamı deli eder dama çıkarırsın, ondan sonra da damda “deli var” diye milleti başına toplarsın.

Yıldırma Kimlerin Başına Gelir?

Herkesin başına gelebilir. Genç elemanların, tecrübeli yöneticilerin, genel müdürlerin, kızağa çekilen üst düzey yöneticilerin, rektörlerin başına yıldırma gelebilir. Muhtemelen Van’da Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörü ve hapiste intihar eden üniversite çalışanı yıldırma kurbanı oldular.

İçimizdeki Sinirli Gerçekten Sinirli mi?

Kimi uzmana göre her evin de bir sinirlisi vardır; bence de. Evin sinirlisi nasıl ortaya çıkar, nasıl oluşur? Bir senaryo:

Diyelim ki babanız öfkesi, siniri orta düzeyde bir insan; ama anneniz babanızı olduğundan biraz daha sinirli algılıyor. Evin çocuğu olan sizleri zaman zaman “Aman çocuklar, babanız bugün sinirli, gürültü yapmayın” diye uyarıyor. Babanız birkaç defa annenizden gelen mesajları şöyle kulak ucuyla duyuyor, “Hanım diyorsa bir bildiği vardır” diye düşünüyor, sinir katsayısı biraz artıyor. Babanız biraz sinirli olunca, anneniz onu daha daha sinirli algılar, sizi daha bir vurgulayarak babanızı sinirlendirmeyin diye uyarır. Sonuçta ne olur?

Sonuçta babanız, annenizin hiç farkında olmadan verdiği mesajlar yüzünden giderek sinirli bir insan olur; öfke küpüne döner. Anneniz dövünmeye başlar, etrafa “Benim bey sinirli” der. Bu görüşe babanız da katılır, arada komşulara “Ben sinirliyim” der. Bu arada anneniz, babanızı, bir şekilde becerip bir aile terapistine – bir psikiyatra veya psikoloğa – götürür (bu olay tarihte ender vuku bulur), “Doktor Hanım/Bey, benim bey pek sinirli, bir şeyler yapın” der.

Bir aile terapisti, kendisine ‘evin sinirlisi’ diye takdim edilen kişinin gerçekte bu işten tek sorumlu olmadığını, evde perde arkasında onu farkında olmadan sinirlendiren birilerinin bulunduğunu bilir ve erkeği tek başına görmek yerine karı-kocayı birlikte görmek ister. Bunun üzerine anneniz samimiyetle “Geleyim ama Doktor Bey, bende bir şey yok, benim bey sinirli” der. (Bazen de erkekler eşleri için bunu söylerler.)

Yıldırmanın İşlevi, Yıldıranların Kazançları

İşlevi olmayan şeyler yaşamaz; yıldırma da birtakım işlevleri olduğu için günümüze kadar ulaşmış bir davranış tarzıdır.

Yıldırma kurbanları genelde çalışkan, yükselme şansı yüksek kişilerdir. Yıldıran grup, açıkça bilinçli bir şekilde olmasa da, bu başarılı kişiyi yok ederek iş ortamında kendi geleceklerini garantiye almaya çalışıyor olabilirler. Ayrıca yıldıranlar grubunda olmak bir takım avantajlar sağlar; örneğin grup üyeleri aralarında ittifak kurdukları için korunmuş olurlar; yanı sıra bir başkasını karalayarak, kendilerine ve çevrelerine öyle olmadıklarını göstermiş olurlar. Yani, birisine “Deli” dediğinizde sizin akıllı olduğunuz anlaşılır. Akıllı olduğunuz anlaşılır ama aynı zamanda ahlâksız olduğunuz da anlaşılır.

Yıldırma bir kişiye yönelik, ahlâki olmayan bir saldırıdır; saldırganları koruyucu işlevi olabilir ama ahlâki değildir.

Yıldırmanın Topluma Zararı

Yıldırma, bazı araştırmacılara göre bir tür ‘psikolojik terördür’, bireye çok zarar verir. Ancak yıldırma, bunun yanı sıra, kurumlara, toplumlara da zarar verir. En azından yıldırmayı gerçekleştiren grup, bir araya gelip hedef kişinin arkasından dedikodu yaptıklarında enerjilerini israf etmiş olurlar.

Bence yıldırmanın toplumsal boyuttaki temel sakıncası, ahlâki değerlerde zayıflama yaratmasıdır. Yıldırma bence hırsızlık gibidir. Hırsızlık, çalan kişiye kısa vadede kâr getirmiş gözükebilir ancak uzun vadede, çalan kişinin de mensup olduğu toplumda yozlaşmaya yol açacaktır.

Yıldırma bir tür hırsızlıktır. Çalarak zengin olamazsınız; çalarak hırsızlığın yaygınlaşmasına katkıda bulunursunuz. Yeteri kadar çalarsınız, bir gün birisi de sizin çaldıklarınızı çalar. Yıldırma da aynen böyledir.

Kurbanı Suçlama

Kurbanı suçlamanın en güzel – ve galiba en acı – örneği sanırım şu: Kadıncağızın birine tecavüz ederler. Kamuoyu, elinde yeterli veri olmamasına rağmen öncelikle kimi suçlar? Sakın “Tecavüzcüleri suçlar” demeyin. Kamuoyu, kamu vicdanı, onları suçlamaz; çoğunluk – ya da hatırı sayılır azınlık – kadını suçlar, “O bir şey yapmıştır, kuyruk sallamıştır” der. İşte kurbanı suçlamaya nefis bir örnek.

Kurbanı suçlama konusunda günlük yaşamda pek çok örnek görebilirsiniz. Yıllar önce tanık olduğum bir olayı aktarmak istiyorum.

Gazetede bir haber gördük. İzmit Körfezi’nde adamcağızın biri yeni aldığı sürat teknesiyle karısını ve iki çocuğunu alıp gezmeye çıkmış. Beş yaşındaki oğlu Körfez’in ortasında denize düşmüş. Adam hemen atlayıp çocuğu su üstünde tutmuş ama motoru durdurmadan atladığı için tekne alıp başını gitmiş. Karısı da motoru durduramamış. Adamcağız bir süre oğluyla su üstünde kalabilmiş, sonra baba oğul boğulmuşlar. Tekneyi çok uzakta durdurmuşlar. Aydın kişilerden oluşan bir grup içinde gazetedeki bu olay okundu. Herkes üzüldü ve rahatsız oldu; olay gerçekten çok tatsız ve rahatsız ediciydi. Orada bulunan kırk yaşlarındaki bir beyin yaklaşık olarak şunları söylediğini hatırlıyorum: “Adamın mutlaka bir şeyi vardır, bir şey yapmıştır; bir günah işlemiştir, mesela tekneyi haram parayla almıştır. Yoksa mümkün değil başına böyle bir şey gelmezdi.”

O adamın bir günah işlediği konusunda elimizde hiçbir veri yoktu. Ama galiba şunlar gerçekti: Adamcağız, muhtemelen karısına motoru nasıl durduracağını öğretmemişti. Ailece can yelekleri giymemişlerdi ve adamcağız oğlu düşünce paniğe kapılıp motordan atlamıştı. Bu görünür eksikliklerin dışında, adamcağızın büyük bir günahı olduğu konusunda elimizde hiçbir veri yoktu.

Bireylerin Alabilecekleri Önlemler

Yıldırma, bir kriz ve travma durumudur. Bir insan genelde ne tür bir yaşam tarzına sahipse, krizlere ve travmalara da bu yaşam tarzına uygun tepkiler verir.

Eğer bir kişi yaşama büyük ölçüde yerleşmişse, bir yıldırma sürecine uyum sağlaması ve yıldırma sonrasında toparlanması nispeten daha kolay olacaktır. Eğer yaşama yeterince yerleşmemişse, büyük ihtimalle yıldırma karşısında da önemli sıkıntılar yaşayacaktır.

Bir yıldırma ortamında kurban konumundaki kişilerin yaşama yerleşmelerine katkısı olabilecek bazı öneriler sıralamak istiyorum:

* Bir kişi, iş yerindeki birkaç kişinin kendisine karşı cephe oluşturmaya başladıklarını fark ettiğinde, içlerinden birisiyle veya birkaçıyla dostluk kurabilir. Böylelikle olası bir yıldırmacılar ittifakını baştan bozabilir.

* Bir çalışan, arkadaşları tarafından belirli belirsiz yıldırmaya maruz bırakıldığını düşünüyorsa, “Siz bana yıldırma uyguluyorsunuz” diye açıkça konuşabilir. Bunu söylemenin iki faydası vardır. Birincisi, yıldırmanın açıkça telaffuz edildiği bir ortamda, sıfıra inmese de yıldırma düzeyinde azalma görülebilir. İkincisi ise şudur: Her yıldırma olayında bir kurban, bir grup yıldırmacı, bir de kalabalık sessiz kitle vardır. Sessiz kitle olup bitenleri görür ama çoğunlukla sesini çıkarmaz. Kurban, yıldırmaya maruz bırakıldığını iş yerinde yüksek sesle söylediğinde sessiz kitlenin en azından bir kısmı kurbana yardım etmek isteyebilir.

* Yıldırmaya uğrayan kişiler, genelde iş arkadaşları tarafından, yeteneksizlikle ve asosyal olmakla suçlanırlar. Bu yüzden giderek, yetenekleri ve kişilik özellikleri konusunda kendilerini değerlendirebilecekleri ölçütler (referanslar) azalmaya başlar. Bu durumun doğuracağı sakıncayı gidermek için kurbanın iş yeri dışındaki bazı dostlarına iş yerindeki sıkıntısını anlatması gerekir. Dostları kurbanın kendisini objektif değerlendirmesinde katkıda bulunabilirler. Böylece kurbanın, iş yerindeki yalnızlığı ve referanssızlığı azalabilir.

Bütün bunlar işe yaramazsa, yıldırma halâ sürüyorsa, Amerika’da önerilen şey, kişinin yasal yollara başvurmasıdır. Orada hemen bütün eyaletlerin yasalarına ‘yıldırma (mobbing)’ kavramı girmiştir.

Ülkemizdeki yasalarda henüz ‘yıldırma’ kavramı yer almıyor. Ancak iş hukukumuzun, çalışanları kollayan birtakım hükümler içerdiğini görüyoruz. Adı açıkça konmamış bile olsa mevcut yasalarımızla yıldırmaların önlenmesi mümkün gözükmektedir.

Kavgaların Sonu Gelir mi; Dünyaya Barış Gelir mi?

Gelmez. Buna rağmen, dünyaya bir gün kesin barış gelmeyeceğini bile bile dünya barışı için çabalamak, insana özgü ahlâki bir seçimdir.

Gönlümüz, güzel olandan, ütopyadan yanadır. Ancak gerçekçi olalım; kaynakların sınırlı, güçlerinse eşit olmadığı bir dünyada önce akıl kalbi yener, sonra kalpleri akıllarına yenilmiş olanlar başkalarını yenmeye başlarlar.

Ahlâklı olanın gücü olmuyor çoğu kez, güçlü olansa ahlâklı olmaya ihtiyaç duymuyor. Hem ahlâklı olmak hem güçlü olmak, ender bir şeydir ama erdemdir. Bir şiirimde şöyle demiştim:

Bu evrende en büyük erdem, hem güçlü olmaktır hem iyi; kuvvet ve bilgi gerek yüceltmek için sevgiyi.İlişkilerde Nezaket

Nezaket, kibarlık şart mıdır? Eğer bu soruya “Şart değildir” diye cevap verirseniz, ben de “Yemeklerde de tuz şart değildir” derim. Evet yemekte tuz şart değildir ama yemeklerde tuz isteriz. İşte nezaket de öyle; nezaket, yaşamın tuzu biberidir, belki ondan da öte.

Zaman zaman belki de her insan şu ya da bu şekilde saldırganlık sergiliyor. Fakat buna rağmen hepimiz her zaman, bize nazik davranılsın istiyoruz. Çok saldırgan davrananlarımız bile kendilerine kibar davranılsın istiyorlar. (Bazı ana babalar ve öğretmenler bu işi abartıp, “Ben çocuğu döveyim ama o gelip elimi öpsün, darılmasın, bana hep saygılı davransın” istiyorlar.)

İş Yerlerinde Nezaket

İş yerlerinde ne yapıldığı önemlidir ama nasıl yapıldığı da önemlidir; hedeflere ulaşmak önemlidir ama hedeflere nasıl ulaşıldığı da önemlidir. Ekipler içinde hedeflere ulaşmaya çalışırken aynı zamanda nezaket de isteriz. Hedefler önemlidir ama amirlerin nazik olmaları da önemlidir.

Bir hekimin sizi iyileştirmesi önemlidir ama bu arada size nazik davranması, çemkirmemesi de önemlidir. Hekim en azından size “Siz” diye hitap etmelidir. Hekimlerimiz, hemşirelerimiz, genelde devlet hastanelerinde, üniversite hastanelerinde, yaşı kaç olursa olsun hastalara ‘Sen’ diye hitap ederler.

Oysa ’sen’ ve ’siz’ kelimeleri eşit uzunluktadır; ’sen’ kelimesi kullanana zaman kazandırmaz, olsa olsa bir üstünlük hissi verir. Üstünlüğü kelimede değil, keyfiyette (nitelikte, bilgide) aramak gerekir. Hekim şifa dağıtırken, hâkim adalet dağıtırken, öğretmen bilgi dağıtırken nazik olmalıdır. Ne yaptığımız önemlidir, nasıl yaptığımız da önemlidir.

Kahveyi Nasıl Teklif Ediyorsunuz?

Bazıları size, “Kahve almaz mıydınız?” diye sorar. Açıkça olmasa da bu soruş şeklinde bir iticilik vardır, böylesine bir teklifle karşılaşanların “Evet” deme ihtimalleri düşüktür. Bu soruş şeklinden daha iyisi, “Kahve alır mısınız?” tarzındadır. Daha da iyisi, “Kahvenizi nasıl alırsınız?” şeklindedir. Şimdi insan, ‘Bu üç cümle arasında ne fark var?’ diye düşünebilir; bence fark vardır. Bu cümleleri alt alta yazıp bir daha bakalım:

“Bir kahve almaz mıydınız?”“Kahve alır mısınız?”“Kahvenizi nasıl alırsınız?”

İlk cümlede soğuk bir hava var; en azından satır arasında esinti var. ikinci cümle soğuk da değil sıcak da değil, nötr. Üçüncü cümlede ise, bana göre bir sıcaklık var. üçüncü cümlede ‘Size kahve yapmaya niyetliyim, sadece şekerli mi şekersiz mi sevdiğinizi öğrenmek istiyorum’ deniyor.

Görgü Kuralları (Âdâb-ı Muaşeret)

Eskiden ‘âdâb-ı muaşeret’, şimdilerde ise ‘görgü kuralları’ adını taşıyan kitaplar var. bu kitaplardaki bilgiler, şüphesiz ki yere ve zamana göre görecelidir ve bazıları tartışmaya açıktır. Ancak bunların içerdiği bazı bilgiler günümüzde de akla yakın gözükmektedir.

Aşağıda son yıllarda eskiye oranla ortaya çıkan nezaketle ilgili birkaç yozlaşmayı sıralayacağız. Günümüzdeki insan ilişkilerinde eskiye oranla nezakette belirgin azalma olduğu görüşündeyim. Ancak bunu söylerken günümüzde geleneklerin tamamen yok olduğunu, eski günlerdeki insan ilişkilerinin çok iyi olduğunu da düşünmüyorum.

Şimdi nezaketteki birkaç yozlaşmaya örnek:

Baş sağlığı Dilemede Gerileme

Şimdilerde bakıyorum insanlar altı ay, bir yıl sonra baş sağlığı diliyorlar; yollarda, dükkânlarda gördüklerinde baş sağlığı diliyorlar. Uzun süre geçtikten sonra dilemek de uygun değil, ayaküstü dilemek de uygun değil. Özellikle yazlıklarda, bir komşularının bir yakınını kaybettiğini bir yıl gecikmeyle işitenler, plajda veya bakkalda, ilk günün üzüntüsüyle baş sağlığı diliyorlar. Oysa geleneksel kültürümüzde taziyenin, baş sağlığı dilemenin de bir adabı, bir rutini vardır.

Komşu köyde birisi ölmüşse bir grup köylü bir büyüğün ardına düşüp ölü evine giderdi. Eğer bu ziyaret olayın hemen ardından yapılıyorsa hemen baş sağlığı dilenirdi. Eğer aradan üç dört gün geçmişse, taziyeye gelen grubun büyüğü, selamlaştıktan kısa bir süre sonra, “Yahu biz bir şey duyduk, yakıştıramadık, acaba doğru mu?” derdi; ev sahibi ise “Maalesef doğru…” diye cevaplardı.

Beylerbeyi’nin Teşrifatı

Bir zamanlar İstanbul Şehir Hatları vapurları Anadolu iskelelerinden vaktinde hareket edemiyormuş; rivayete göre kaptana soruşturma açmışlar. Kaptanın savunması ise kısa ve öz olmuş; kaptan “Gecikme sebebi Çengelköy’ün zerzevatı, Beylerbeyi’nin teşrifatıdır” diye yazmış.

Bu savunma şu anlama geliyormuş: Çengelköy’de, başta salatalık olmak üzere çok miktarda sebze yetiştirildiği için bunların gemiye yüklenmesi zaman alıyormuş. Beylerbeyi’nde ise insanlar birbirlerine saygılı oldukları için geç kalıyorlarmış. Nasıl mı? Bakınız şöyle:

Günümüzde, iri yarı olan hızlı koşan gemiye, otobüse erken biniyor. (Halâ saygılı olan az sayıda genç var.) O zamanki Beylerbeyi sakinlerinin tümü farklı davranırmış. Gemi iskeleye yanaşınca yaşlılar gemiye doğru yürümeye başlarlarmış. Ancak yaşlılar yavaş yürüdükleri için orta yaşlılar, yaşlıları geçmeme çabasıyla, o günkü ifadeyle adımlarını ayarlı atıp daha yavaş yürürlermiş. Gençlerse orta yaşlıları geçmemek için geriden daha da yavaş gelirlermiş. Böylece bütün yolcular, en yaşlılar önde olmak üzere yavaş adımlarla yürüdükleri için gemi iskeleden gecikmeli kalkarmış. Ne günlermiş.

Kültürde Yozlaşma

Dil ve düşünce birbirlerini karşılıklı etkiler; kültürel yozlaşmada bunların ikisi birden bozulmaya başlar.

Yine geçen yüzyılın ilk yarısında ‘yapmak’ fiili yerli yersiz bolca kullanılmaya başlandı ve giderek yabani otlar gibi dilimizi sardı. Artık ‘Çıkış yapmayın, bekleme yapmayın, park yapmayın’ diyoruz. (Oysa ‘Çıkılmaz, beklemeyin. Park etmeyin’ demek gerekli.)

Dilimizi yanlış kullanmanın yanı sıra başka dillerden kurallar da alıyoruz. ‘Heybeliada vapurunu aldım; Kızılay otobüsünü aldım’ diyoruz. Türkçede taşıt araçları alınmaz, binilir. Bazen de “Kendine iyi bak” diyoruz; bu da Türkçe değildir; biz Türkler kendimize bakmayız, Allah’a emanet ederiz. ‘Kendine iyi bak‘ın Türkçe karşılığı ‘Allah’a emanet ol’ şeklindedir.

Gelecekte görüşler değişebilir, fakat yukarıda sıralanan örnekler bugün bizlere dilde, estetik tercihlerde ve dolayısıyla kültürde yozlaşma olarak gözüküyor. Bu görüşümüz hatalı, aceleci olabilir; ancak günümüzdeki ve geçmişteki birtakım çelişkilerimize baktığımızda, yozlaşma konusunda pek de hatalı düşünmediğimizi görebiliriz.

Örnek: Geçen yüzyılın başlarında dilimize ‘pardon’ kelimesi girmiş. Olabilir. Tramvaylarda birisi ötekinin ayağına bassa, rahatsız etse, rahatsız edilenlerin en azından bir bölümü, pardon diyene dönüp “Pardon çıktığından beri sizin eşekler çoğaldı” demeye başlamışlar. Karşıdakini nezakete davet ederken kullanılan bu nezaketsiz cümle bir çelişki sergilemekte ve bize bir yozlaşma sinyali vermektedir.

Bir dönem Avrupa’da tuz pahalıymış, tuzu, özellikle de işlenmiş tuzu herkes yiyemiyormuş. Asiller ziyafet verdiklerinde, ince uzun ziyafet masalarının bir bölümünde tuz bulunuyor, bir bölümünde bulunmuyormuş. Önemli konuklar ‘Tuzluktan yukarı’ adı verilen tuzun bulunduğu bölüme, önemsiz konuklar ise aynı masada ‘Tuzluktan aşağı’ adı verilen, tuzun bulunmadığı bölüme oturtuluyormuş. Bir zamanların bu görgü kuralı, bugün ne kadar tuhaf gözüküyor!

Günümüzde, aynı ortamda tuzluktan aşağıda oturma âdeti var mı? Bence var. Günümüz uçaklarında öndeki üç dört sıraya ‘İş sınıfı (business class)’ adı veriliyor. Basit bir perdeyle ayrılan bu bölümde, bir anlamda, birinci sınıf yolcular, perdenin arkasındaki ‘Ekonomik sınıf (ekonomic class)’ adlı bölümde ise ikinci sınıf yolcular oturur. Birinci sınıfın koltukları bazı uçaklarda biraz daha kalitelidir ve bu bölüme biraz farklı yiyecek verilir. Birinci sınıfa verilen yiyecekleri, diğerleri görmesin diye hostesler her geçtiklerinde, onların yüzlerine baka baka perdeyi çekerler. İnişlerde ve kalkışlarda herkes aynı kaderi paylaştığı için olsa gerek, perde açık bırakılır.

Bir nezaketsizlik gösterisi olan bu durum, aristokrasi döneminden kalmış bir alışkanlık olsa gerek. Genellikle birinci sınıftaki yolculara, ikinci sınıftaki yolculardan farklı olarak kalkış sonrasında fıstık ve içki verilir. Bir zamanların ‘tuzluktan yukarı-aşağı’ şeklindeki uygulamasına benzeyen bu uygulamaya ‘fıstıktan yukarı ve fıstıktan aşağı’ adını vermek nasıl olur acaba?

Bazı davranışlarımızın nazik olup olmadığı tartışmaya açık olabilir. Ancak şurası bir gerçek ki, bazı davranışlar insanları rahatsız ediyor – en azından bugün rahatsız ediyor. Ve bizi rahatsız eden davranışları genelde ‘nezaketsiz’ veya ‘kaba’ olarak adlandırıyoruz.

Bu kitabın da sonuna geldik. Bitirirken bir şiirimi paylaşmak istiyorum:

İnsanların yüzlerinin ve gözlerinin rengi başka başka da olsa, gözyaşlarının rengi hep aynıdır.