10 Haziran 2010 Perşembe

'Krize giren savaşlara sarılır'

Milliyet Gazetesi Yazarı Devrim Sevimay Prof. Yeldan ile görüştü: Dünya’nın en iyi 500 iktisatçısından Prof. Yeldan: “Bir iktisadi kriz konjonktürü çoğunlukla sosyal ve siyasi krizleri de beraberinde getirir. İnsanlar sistemi sorgulamak yerine, bağlı

bulundukları kökenler üzerinden durumlarını açıklamaya çalışır. Çoğu zaman işbaşında olan siyasiler gerekirse hayali bir düşman dahi yaratırlar.” Prof. Yeldan: “Hayali gerginlikler birden gerçek haline gelebilir ve siz dahi bir birey olarak birden bire tek bayrak, tek ideoloji, tek inanç altında toplanıp, krizin yapısal nedenlerini göz ardı etmek pahasına ulusunu, bayrağını, inancını korumak gibi sloganlar etrafında canını vermeye hazır bir vatandaş haline gelebilirsiniz.” Amerika’da ekonomik krizin zirve yaptığı Ekim 2008’de yine sizinle bir söyleşi yapmıştık. Söyleşinin başlığı, “Bu krizden sonra savaş gelebilir” idi. Çok ilgi çekmişti o söyledikleriniz ve hatta yanılmıyorsam London School of Economics* bir atıfta bulunmuştu. Evet, link vermek istemişlerdi, biz de söyleşiyi çevirtmiştik... Peki, önce okura o söyleşimizde ne dediğinizi bir hatırlatır mısınız... 2008 krizine baktığımızda genel olarak gözlemlerimiz bu krizin bir yönetim hatasından, bir bankanın batıp kurtarılması gibi sıradan bir vakadan ibaret olmadığı, mevcut ekonomik sistemin bir krizi olduğu şeklindeydi. Sistemin bu krizlerinin de 80-90 yıllık evreler halinde gerçekleştiğini ve kolay kolay aşılmasının da mümkün olmadığını biliyorduk. Daha önemlisi, iktisadi tarihteki bu tip son dört-beş dalga hep militarize olmuş bir küresel ortam, artan askeri harcamalar ve ne yazık ki çoğunlukla da açık savaşla geçirilmiş durumda. Eğer bu hakikaten bizim gözlediğimiz gibi sistemin derin bir krizi ise bugün yaşadığımız küresel krizin ardından bir savaş konjonktürü oluşabilir. Bu savaş da öyle hemen bir James Bond filmlerindeki gibi topyekûn nükleer üçüncü dünya savaşı şeklinde değil, bölgesel, yerel savaşlar, etnik huzursuzluklar, aşırı gerginlikler şeklinde de yaşanabilir. Önemli olan bu krizin, ileride yaşayacağımız günlerde Türkiye’yi ve bölgemizi etkilemesi muhtemel iktisadi sosyal sonuçları arasında “düzeltici savaş” (corrective war) olarak nitelendirilen bir konjonktürün de olma olasılığıdır, demiştik. ‘Düzeltici savaş’ gerginliği Demiştiniz, ancak bu sefer ki söyleşi önerimizi kabul etmek konusunda da çok tereddüt ettiniz... Haklısınız, zaten şu anda konuşurken da pek rahat değilim ve kelimeleri özenle seçmeye çalışıyorum. Sonuçta bölgede olmasından en endişe ettiğimiz türde bir gerginlik yaşanmış ve insan kaybı olmuş durumda. Bunun rakamsal büyüklüğü hiç önemli değil, bir tek cana zarar gelmiş olması bile içimizi yakmaya yeter. Hâl böyleyken bizler burada ofisimizde oturup, “Bakın ileriye dönük şunlar olacak” diyerek fütürist, soyut çıkarsamalarda bulunup, sonra da büyük bir gönül rahatlığıyla “Bakın, ben haklı çıktım” demenin keyfini sürecek konumda insanlar değiliz. “Düzeltici savaş” terimini soyut olarak tespit etmek başka, bir de birden bire onun gerginliğini yaşamak çok başka bir şey. Dolayısıyla, bırakın çok ciddi bir noktanın eşiğinde olmamızı, haberlerde geçen sözcüklerin son derece şiddet unsurları içermesi, açık savaş konjonktürünü çağrıştırması bile her şeyden önce bir insan, bir yurtsever olarak hepimizi derinden acıtıyor. Son derece haklısınız ve zaten ben de İsrail saldırısını ya da İran’la ilgili gerginlikleri direkt bir “düzeltici savaş alâmeti mi” diye sormak istemiyorum; ancak geçen hafta yüreğimiz ağzımıza geldiğinden beri de şunu merak ediyorum: Aşırı gerginliklerin savaşa dönüştüğü dönemlerle ekonomik krizlerin bir bağlantısı var mı? Ve eğer varsa şu an ki zemin ne; sistem bu itiş kakışları kaldıracak sağlamlıkta mı, değil mi? Önce ilk sorunuzdan başlarsak, evet, salt pür iktisadi gelişmelerle bunların uluslararası siyasete yansıması konusunda elbette bir bağlantı var. Hemen size çok kabaca iki yönlü bir bağlantı da kurabileceğimi düşünüyorum: Birincisi, eğer gerginliklerle aynı dönemde dünyada bir ekonomik kriz varsa, o krizin niteliği ve nedenleriyle ilgili. Bu ayrım çok önemli, çünkü eğer krize giren sistemin kendisi ise, bu nitelikteki krizlerin içindeki ana unsur artık mal üretilmesi, yani üretilmiş malların satın alınamaması ve eksik tüketim kıskacına takılınmasıdır. 2008’deki kriz bu mu? İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan 1929 iktisadi bunalımındaki kriz de buydu ve ne yazık ki şimdi de bu. Peki bağlantısı? Bağlantısı şöyle: Krize neden olan bu üretim fazlasının deyim yerindeyse bir şekilde “yakılması” gerekiyor. O zaman da işte iktisadi yatırıma dönüştürülemeyen, satın alınamayan mal fazlasının savaş konjonktürü içinde yakılması gündeme gelebiliyor. Çünkü bu sayede sermayenin yeni teknolojilere kavuşturulması, askeri silah teknolojisinden yeni üretim tekniklerine ulaşılması, atıl sermayenin, atıl kurumların, modası geçmiş üretim tekniklerinin yakılıp, yerine modern teknolojilerin, modern kurumların, modern toplumların inşası sağlanabiliyor. İktisadi kriz siyasi kriz getirir Böylece de bir anlamda eski sayfa yırtılıp, yenisi açılıyor... Çok doğru, yani sosyologların “düzeltici savaş” diye tanımladıkları olgu. Bu birinci bağlantı. İkinci bağlantı: Bir iktisadi kriz konjonktürü çoğunlukla sosyal ve

siyasi krizleri de beraberinde getirir. İnsanlar işsiz kalır, işsiz kaldığında komşusuna kızgınlık duyar, “Benim işimi o aldı” kıskançlığına bürünür. Bu türlü gerginliklere de zamanla hemşerilik bazında, etnik kimlik, mezhep veya diğer sosyal kategoriler bazında meşruiyet kazandırılır. İnsanlar sistemi sorgulamak yerine, bağlı bulundukları kökenler üzerinden durumlarını açıklamaya çalışarak, yeni birtakım kavramlar, ideolojiler üretirler ve sonunda da meşruiyet sorunu ortaya çıkar. Geçen haftaki Soru-Cevap’ta Ali Çarkoğlu’yla Ersin Kalaycıoğlu hoca da tam bu dediğinizi anlatmışlardı; bizim toplum artık piyasayı da “başkası”nı da meşru görmüyor, demişlerdi. Evet, çoğu zaman işbaşında olan siyasiler de bu meşruiyet zeminini aslında sistemin sorunlarını gözden kaçırmak ve aynı zamanda da bu tip gerginliklerin yurt içinde bir açık çatışmaya dönüşmesini engellemek amacıyla ulusal birlik, cemaat veya bir mezhep bayrağı altında bir “birlik ideolojisi” yaratmaya çalışırlar. Bunun için gerekirse hayali bir düşman dahi yaratırlar. Geçen haftadan başlayarak Güney Kore ve Kuzey Kore’nin yaşadığı denizaltı krizini bu noktada hatırlayabiliriz mesela. Fakat, bu hayali gerginlikler birden gerçek haline gelebilir ve siz dahi bir birey olarak birden bire tek bayrak, tek ideoloji, tek inanç altında toplanıp, krizin yapısal nedenlerini göz ardı etmek pahasına ulusunu, bayrağını, inancını korumak gibi sloganlar etrafında canını vermeye hazır bir vatandaş haline gelirsiniz. Fakat bu arada da ne olur? Krizin maliyeti, borçlar, batan şirketlerin ödenmemiş ücretleri, Yunanistan’da olduğu gibi çok yüksek kamu borçlarının maliyetleri, emekçi sınıflara veya ileriki nesillerin sırtına borç olarak bindirilir ve bu kesimler de bu fedakarlığa katlanır. Niye? Çünkü söz konusu olan etnik kimlik, bayrak, mezheptir ve bu da işte kriz dalgasının siyasi meşruiyetinin sürdürülebilmesi için yarattığı bir konjonktürdür. Burada herhalde bir ara not vermemize gerek yoktur; kesinlikle biz “İsrail’le yaşadığımız kriz baştan aşağıya bir komplodur, yüzde 14 işsizliği göz ardı etmek içindir” vs. gibi bir algı içinde değiliz; böyle bir şeyi kesinlikle demiyoruz. Ama ne yazık ki dünyadaki sistemin kendi doğal işleyişi sonucunda “düzeltici savaş” diye adlandırılan böyle bir olguyu da yine sistem kendi kendine üretiyor. Biraz bunun farkında olmamız lazım. Yoksa İsrail’in bir insanlık suçu işlediği konusunda hemfikiriz, tartıştığımız şey asla bu değil! Kaldı ki, madem bu bir üst sistem krizi, o halde sebeplerini de zaten hükümetlere indirgeyerek değil, sistemin tamamında aramak gerekiyor. Çok doğru, çünkü gerçekten de mesele İsrail-Türkiye, İran-Amerika, Kuzey-Güney Kore aktörleri meselesi değil, bu aktörlerin üstünde bir üst yapı olarak sistemin gelip böyle bir konjonktürü dayatması olgusu. Çünkü bunun ardında hep özenle vurgulamaya çalıştığımız üzere, kapitalizmin 2007’de başlayıp 2008’de dünyayı saran son krizinin bir “sistem krizi” olması yatıyor. 2008’de bu çok tartışıldı; sizin de içinde bulunduğunuz bir grup, “Bu bir kapitalizm, yani sistem sorunudur” dedi; karşınızdaki grup ise, “Hayır bu bir yönetişim sorunudur, hatalar yapılmasaydı, sistemde bir sorun yoktu” görüşünü savundu. Şimdi, öncelikle mevcut krizi bundan öncekilerden ayırt etmemiz gerekli. “Birinci nesil” dediğimiz krizler bizim 70-80’lerde yaşadığımız, kabaca “Kurtar bizi baba” diye adlandırılan krizlerdi. Popülist hükümet yüksek taban fiyatı verir, bütçe açığı büyür ve ülke krize girerdi. 90’larda “ikinci nesil” çıktı. Asya krizi, 2001’deki Türkiye krizi ikinci nesildi ve onlarda “Ahlaki tehlike” diye adlandırılan, yönetişim hataları vardı. Aşırı risk alan birtakım şirketler ve bankalar oluk oluk borçlanıyorlardı, çünkü nasılsa kurtarılacaklarını biliyorlardı. Şimdi bu 2008’de dünyayı saran son kriz ise ne birinci nesle ne de ikinci nesle benziyor, yeni bir nesil kriz. Bu krizde yapılan bir hata yok. Her şey kendi mantığı içinde doğru ve bu bir finansal kriz değil; bu bir reel ekonomi krizi. Tehditler hâlâ karşımızda “Düzeltici savaş” teorisi açısından tehlike sinyali veren de krizin işte bu niteliği diyorsunuz. Peki, 2008 krizi hâlâ aynı şiddette sürüyor mu sizce? Bu kriz, öyle bir iki tane finansal regülasyon, bir iki tane bankanın devletleştirilmesi, işsizlikle mücadele için sağda solda yaratılan bir iki politikayla unutulup gidilecek, palyatif tedbirlerle aşılabilecek türden bir kriz değil. Evet, özel borçlar kurtarıldı, finansal sistem bir yerde kendi içinde dengelerine kavuşmak üzere ve rakamsal olarak bir toparlanma olgusu yaşanıyor. Fakat, bu sağlıklı, sürdürülebilir bir toparlanma, bir krizden çıkış olgusu değil. Bunun da en önemli nedeni, krizin maliyetlerinin devletler tarafından üstlenilmiş olması. Yani krizin semptomları bir taraftan öbür tarafa, sağ koldan sol kola, başınızdan midenize indi, ama bu müdahaleler problemi ortadan kaldırmadı. Problem şu anda devletlerin problemi, bütçe açıkları, kamu açıkları problemi... Bunun yarattığı belirsizliklerin nasıl şekilleneceğini öngörmek ise çok güç. Yeni bir enflasyon tehlikesi, kamu açıklarını kapatmak için ihraç edilen kağıtların değerlerinin düşmesi, dolayısıyla yüksek faiz ve durgunluğun devam etmesi gibi tehditler hâlâ karşımızda duruyor. Artık devletler iflas ediyor Büyük tehditler mi bunlar?

Hem de çok büyük tehditler, çünkü artık devletler iflas ediyor. Bugün Yunanistan’ı konuşuyoruz, fakat geçen sene de Dubai çöktü, Bahreyn iflas etti. İspanya ekonomisi büyük bir çöküşün eşiğinde; Macaristan’ın da bu listeye eklendiği anlaşılıyor. Ve biz A bankası, B şirketinin iflasından konuşmuyoruz, devletlerin iflasını konuşuyoruz. Avrupa ekonomisinin eksi yüzde 1’lerde büyüyeceği anlaşılıyor. Yakın zamanda yaşadığımız Asya, Meksika, Türkiye, Arjantin gibi krizleri düşünürsek 1930’lardan bu yana ilk defa topyekûn olarak dünya ekonomisi 2009’da eksi büyüme kaydetti, yani küçüldü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir ilk bu. Diyelim ki 2020’den 2010’a bakıyoruz; “O yıllarda uluslararası gerilimlerin korkutacağı küresel bir iktisadi zemin vardı” der miyiz yani? Diyebiliriz, ben o görüşteyim. Komşumuz Yunanistan’ın yaşadığı şu sokak çatışmalarını düşünün, bu daha tedbirlerin ilan edildiği günler. Daha Yunan halkı bir şey yaşamadı. 13, 14’üncü maaş denen ek ikramiyeler yatmadığında, sosyal hizmetler paralı hale geldiğinde ne olacak? Yine, mesela Avrupa para birliği devam edecek mi, etmeyecek mi? Yunanistan’ın yanına İspanya ve Portekiz’in de eklenip, “Biz kendi paralarımızı basacağız. Batan batacak, çıkan çıkacak” deyip, AB para birliğinden çıkma ihtimalleri çok yüksek. Bu da AB’nin çok büyük darbe alması anlamına gelir, ki o zaman bugüne kadar Avrupa coğrafyasında örtbas edilmeye çalışılan her türlü etnik, ideolojik ve mezhepsel çatışmaya zemin doğmuş olur. Militarize olmuş ortam... Düşünün, İspanya’da işsizlik oranı yüzde 20’ye ulaşmış durumda. Daha iki gün önce Macar hükümetinin de iflasın eşiğinde olduğu haberleri, hem de Avrupa Merkez Bankası’nca dile getirildi. O bakımdan böyle bir zemin var, fakat bu zeminin tezahür ediş biçimi bambaşka kaynaklarla, ara çözümlerle ötelenip, uyuşturulabilir de... Bunu bilemeyiz, ama bildiğimiz sorunun temeli orada duruyor: Batının kağıt pazarlayan, tasarım merkezi, Doğu’nun da dünyanın atölye merkezi haline gelmesi. Doğu tarafındaki işgücü koşulları son derece kötü; bu taraftaki koşullar da tamamen borçlanmaya, tüketime, çok düşük tasarrufa dayalı. Ve bu sayfanın er ya da geç bir şekilde yırtılması gerekiyor? Yırtılması gerekiyor. Şimdilik devletler bu yırtık sayfayı kendi borç hanelerine yazarak ötelediler. Ama bunun yaratacağı kemer sıkma politikaları daha şimdi başlıyor. Sosyal hizmetlerin devletler tarafından karşılanamayacağı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu dünyanın yarattığı huzursuzluklar ise başka gerginlikleri tohumlayabilir ya da ancak militarize olmuş bir gerginlikler ortamında hazmedilmesine zemin oluşturulabilir. Kapitalist sistemde her baharın bir de kışı vardır 2010’u kış mevsimi gösteren Kondratieff dalga nedir? Nikolai Dmitrievich Kondratieff, Stalin döneminde idama mahkum edilen önemli bir Rus iktisatçı. Kondratieff’in “K dalgası” adı verilen bu analizine göre uluslararası piyasalar yaklaşık 54 yıllık zaman dilimleri sonunda yükselme ve durağanlaşma dönemlerine giriyor. Baharda çiçekler açıyor, yeni teknolojiler, kurumlar oluşturuluyor. Yazın bunlar meyvelerini vermeye başlıyor. Sonbahar dediğimiz dönemde finansal gelirler, üretim doyum noktasına ulaşıyor ve bundan sonra artık kârlar düşmeye, finansal değerler erimeye başlıyor, teknolojiler olgunlaşıyor ve kış dönemine giriliyor. Yani durgunluk başlıyor ve rekabet kızışıyor. Kış döneminin sonunda da ekonomik krizler siyasi krizlerle beraber savaşlar konjonktürünü izliyor. Ama gösterdiğiniz grafik 2002’de çizilmiş? Evet, K dalgası hesabı kullanılarak muazzam bir öngörüde bulunulmuş. Büyüme hızının çok yüksek olduğu 2002 gibi bir konjonktüre girerken, 2010’un kış olacağı görülmüş. Çünkü, sistem bu; bu sistemin baharları olduğu gibi kışları da var ve iktisat bilimi bu mevsimleri öngörebiliyor. “Düzeltici savaş” terimi kime aitti? Daha çok Marksist iktisat terminolojisinde kullanılan, Rosa Luxemburg ve öğrencilerinden günümüze gelen teknik bir terim. “Düzeltici savaş” neyi düzeltir peki? Kapitalizm, düzgün bir çizgi olarak ilerleyen bir sistem değildir. Genişleyen, krize giren, yıkan, yıktıktan sonra yeniden yapan, Joseph Schumpeter’in “yaratıcı yıkımlar” diye adlandırdığı bir büyüme modeli içinde, dalgalar halinde büyük değişimlerin seyrettiği bir sistem. Büyük değişimlerin olması için illa büyük savaşlar mı gerekiyor? İlle de küresel boyutta milyonlarca insanın hayatını kaybettiği bir felaket olması gerekli değil. 1990-91’deki Körfez savaşında Pentagon elindeki büyük oyuncakları denedi. Ne Scud füzeleri kaldı ne Cruise’lar... Coğrafi olarak çok sınırlı bir bölgedeydi, ama milyarca dolarlık silah ve cephane kullanıldı, testler yapıldı. Dünya ekonomisine nefes aldırdı mı? Elbette. Her şeyden önce o silah harcamasının yarattığı bir talep unsuru var. Ayrıca bu da acı bir gözlem, fakat sivil dünyadaki teknik ilerlemelerin birçoğu aslında askeri teknolojilerin öncülük ettiği üretim teknikleri. Örneğin, denizatlıların sessiz çalışması dönüyor dolaşıyor, karşınıza sessiz buzdolapları olarak çıkıyor. Bu kaba bir örnek, ama düzeltici savaşlar sadece yakıp yıkmıyor, yaratıyor da. Çünkü yeni sermaye birikimi hep eskiyi yok ederek, onun üzerinde yükseliyor. Eskilerin yıkılması lazım ki inovasyona geçilsin. Bu da benim yorumum değil, Schumpeter’in kavramı