31 Aralık 2007 Pazartesi

MADENLER

Türkiye madenler bakımından zengin bir ülkedir. Ayrıca bazı madenler bakımından dünyanın önemli ülkeleri arasındadır. Türkiye'nin madenlerinin tamamı henüz belirlenmemiştir. Her yıl yeni maden yataklarının bulunması bunun kanıtıdır. Ülkemizin madenciliğinin şu andaki üretimi, tümüyle kendi endüstri kuruluşlarımızın gereksinimine yönelik değildir. Bir kısmı ham olarak ya da yarı işlenmiş halde dışarı satılmaktadır.Bir madenin işletilmesinin karlı olabilmesi için; "cevher oranı" Yedekleriyle birlikte belirtilen miktarı fazla olmalıdır.Anadolu, madenciliğin eskilere dayandığı bir yerdir. Ancak cumhuriyetin ilanından sonra kurulan maden teknik ve arama (M.T.A) enstitüsü, madenciliğimizi ciddi biçimde ele alınmasına yönelik olan bir kuruluştur. Bu kuruluş, arama çalışmaları gerçekleştirirken yine cumhuriyet döneminde kurulan ETİBANK, işletme ve pazarlama işlerini yürütmeye başlamıştır. Bu devlet kuruluşlarından başka, özel sektör kuruluşları da bulunmaktadır. DEMİR Türkiye'nin birçok yerinde çıkarılan bir madendir. Demir çıkarımının %80'ini Doğu Anadolu bölgesi içerisinde kalan Divriği sağlar. Balıkesir'de Eymir ve Çarmık, Ege Bölgesinde Ayazmand ve Torbalı, Kahramanmaraş ile Kayseri arasında Faraşa ve Karamadazı, Sivas Hekimhan arasında Hasan çelebi ve Doğu Marmara'da Çamdağı, önemli demir alanlarıdır. Demir, endüstride en çok kullanılan maden cevheridir. Bu nedenle demir-çelik endüstrisinde ana maddedir. KROM Sert, paslanmaz ve iyi parlatılan bir madendir. Kaplamacılık ve çelik yapımında yaygın olarak kullanılır. Türkiye'de yaygın olarak çıkarılan madenlerden biride kromdur. En zengin krom yatakları; Elazığ'da Guleman, Batı akdenizde (fethiye, marmaris arasında) Dalaman havzası, Kütahya ile Bursa arası ve Eskişehir'in doğusundaki Seyitgazi'de yer alır. Adana'nın kuzeyindeki Akdağ yöresinde de yeni krom yatakları bulunmuştur. Akdağ krom yatakları, Dünyanın en zengin yataklarıdır. Türkiye, krom çıkarımında dünyada 3. sıradadır. Türkiye, çıkardığı kromu büyük ölçüde cevher olarak satmaktadır. Bu nedenle çıkarımını dış taleplere bağlı olarak ayarlamaktadır. BAKIRKolay işenen bir madendir. Elazığ'da maden (Ergani bakır işletmeleri), Artvin'de Murgul (Göktaş) ve Kastamonu'da Küre bakır çıkartılan yerlerdir. Rize Çayeli'de yeni bakır yatakları bulunmuştur. BORKullanım alanı yaygın olan bu maden,boraks ve asitborik elde edilmesi bakımından da önemlidir. Balıkesir'de Sultançayırı ve Bigadiç Eskişehir'de Seyitgazi ve Kütahya çevresi önemli çıkarım alanlarıdır. Türkiye, bor minarellerinde dünyanın en zengin ülkesidir. BOKSİTKonya'nın Seydişehir ilçesi ile Antalya'nın Akseki ilçesinde çıkarılır. Bu iki çıkarım alanı da Antalya bölümünde yer alır. Alüminyumun hammaddesidir. KÜKÜRTIsparta'nın Keçiborlu ilçesi ile Denizli'nin Sarayköy ilçesinde bulunmaktadır. MANGANEZZonguldak'ın Ereğli ve Artvin'in Borkça (Göktaş) çevrelerinde çıkartılır. Denizli Tavas'ta yeni yatakları bulunmuştur CİVAİzmir'in Ödemiş ve Karaburun, Konya'nın Sarayönü çevresinde ve ayrıca Niğde civarlarında çıkartılır. TUZÇeşitli yollarla elde edilen bir doğal kaynaktır. Kayatuzu olarak çıkartıldığı gibi, deniz suyundan ve açık işletme olarak Tuz gölünden de elde edilir. En fazla tuz üretimi İzmir'deki Çamaltı tuzlasında, deniz suyundan elde edilir. Çankırı, Erzurum, Kars, Nevşehir, Kırşehir, Yozgat ve Konya'da işletilmektedir.Türkiye, birçok madende zengin bir ülkedir. Bu madenlerden bazıları turistlik eşya yapımında önem taşır. Lületaşı (Eskişehir'de) ve oltutaşı (Erzurum'da) bu özellikte olanların en önemlileridir. TAŞ KÖMÜRÜ (Maden kömürü):Yurdumuzda tüketilen enerji kaynakları arasında taş kömürünün önemli bir yeri vardır. Ayrıca demir-çelik ve kimya sanayiilerinin önemli ham maddesidir. Başlıca taş kömürü yataklarımız; Zonguldak ve çevresindedir. Burası Türkiye'nin tek maden kömürü havzasıdır. Bir milyon tonu aşan rezervi vardır. LİNYİTYaygın olarak hemen her bölgemizde çıkarılır. Ege bölgesi linyitleri oldukça kalitelidir. Manisa'da Soma, Kütahya'da Tavşanlı, Tunçbilek ve Değirmisaz, Amasya'da Çeltek ve Erzurum en önemli çıkarım yerleridir. Kahramanmaraş'ın Elbistan, Muğla'nın Yatağan linyitlerinin kalori değeri düşüktür. Bu nedenle termik santrallerde kullanılır. PETROLGünümüzde önemli bir enerji kaynağı olan petrol, aynı zamanda kimya sanayiinin de ham maddesidir. Yurdumuzdaki petrol yatakları fazla zengin değildir. Mevcut petrol yataklarımız daha çok Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde Batman, Siirt ve Diyarbakır'dadır. Adıyaman, Şanlı Urfa ve Mardin'de de petrol yatakları vardır. Üretilen petrol, ihtiyacımızın çok az bir kısmını (1/7) karşılamaktadır. Geri kalan kısmını dışardan karşılamaktayız.Yurdumuzda ham petrolün arıtılması için rafineriler kurulmuştur. Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde üretilen ham petrolün bir kısmı Batman Rafinerisine, bir kısmı da Batman-İskenderun boru hattı ile Dörtyol'a gönderilmektedir. Buradan da tankerlerle Ataş, İzmir ve İzmit rafinerilerine taşınmaktadır. İskenderun Körfezi ile Kırıkkale arasındaki petrol boru hattı ile de Kırıkkale Rafinerisine ham petrol aktarılmaktadır. Ayrıca Türkiye-Irak boru hattı ile Irak petrollerinin bir kısmı Yumurtalık Limanı'na taşınmaktadır. Bu taşımacılıktan Ülkemiz önemli bir gelir sağlamaktadır. Azerbaycan petrolünün de yapılacak boru hattı ile İskenderun Körfezi'ne getirilmesi planlanmaktadır. Yurdumuzda petrol aramalarına hızla devam edilmektedir. Türkiye'de su gücünden elde edilen elektrik enerjisi üretimi her geçen gün artmaktadır. Barajlara dayalı elektrik üreten pek çok hidroelektrik santralimiz vardır. Bunların başlıcaları; Atatürk, Karakaya, Keban, Hasan Uğurlu, Demirköprü, Hasan Polatkan, Oymapınar ve Hirfanh hidroelektrik santralleridir. Bunların yanında yapımı devam eden hidroelektrik santrallerimiz de vardır. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ile Fırat ve Dicle üzerinde 21 baraj, 17 hidroelektrik santrali yapımı öngörülmektedir. Bu proje ile elde edilecek hidroelektrik enerji, Türkiye'deki mevcut hidroelektrik enerjiden çok daha fazla olacaktır. Ayrıca, Denizli yakınlarında Sarayköy'de yüksek sıcaklıktaki su buharından enerji elde edilmektedir. Bu tür enerjiye "Jeotermal enerji" denir. Birçok yerinde çeşitli sıcaklıkta termal kaynaklar bulunan yurdumuz, bu enerji kaynağı açısından da şanslı görülmektedir. Yine yurdumuzun çeşitli yerlerinde güneş enerjisinden ısı enerjisi olarak yararlanılmaktadır. Yurdumuzda doğal gazdan da faydalanılmaktadır. Bir miktar yerli üretimin yanı sıra Rusya Federasyonu'ndan borularla, Cezayir'den de deniz yolu ile doğal gaz getirilmektedir. Özellikle büyük kentlerimizde daha çok kışın ısınmada kullanılan doğal gaz, hava kirliliğini de büyük ölçüde önlemektedir.

28 Aralık 2007 Cuma

Karadenizde Petrol Bulundu.

Karadeniz'de büyük petrol damarı bulundu.Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Karadeniz'de yürüttüğü operasyonlarda Türkiye'nin kaderini değiştirecek büyüklükte petrol rezervinin bulunduğu sonucuna ulaştı. Büyük bir gizlilik içinde devam eden çalışmalar kapsamında TPAO, rezervle ilgili kesin sonuca ulaşmak üzere yapılacak ayrıntılı inceleme için 70-75 milyon dolara tam donanımlı bir gemi kiralama kararı aldı. Dünyanın değişik ülkelerinde yabancı şirketlerle operasyonlar yürüten TPAO, Türkiye'de çalışmalarını iki bölgede yoğunlaştırdı: Karadeniz ve Suriye sınırındaki mayınlı bölge. TPAO'nun, Karadeniz'de Türk karasularında bir baştan bir başa yürüttüğü petrol arama çalışmaları, deyim yerindeyse 'sır' gibi saklanıyor. Uzmanlar, rezerv kadar petrolün kalitesinin ve ekonomik olup olmadığının da önemli olduğuna dikkat çekiyor. HOPA'DA SON VİRAJ TPAO-British Petroleum (BP) Karadeniz'de ilk petrol arama operasyonunu, Hopa açıklarında 45 kilometrelik alanda deniz seviyesinden 4 bin 650 metre derinlikte gerçekleştirdi. Hopa'da yürütülen sondaj son aşamada. Enerji Bakanlığı yetkililerinden edinilen bilgiye göre, TPAO-BP ortaklığı, sondaj için bugüne kadar 150-200 milyon dolar harcadı. Yetkililer, kuyudan ilk verilerin alındığını belirterek, "Bu konuda umutluyuz. Değerlendiriyoruz. Açıklama için erken" diyor. Hopa'da petrol arama çalışmaları, TPAO ve BP ortak girişimiyle başladı. BP, daha sonra sahip olduğu yüzde 50 hissesinin yüzde 25'ini Shevron Texaco'ya sattı.

23 Aralık 2007 Pazar

DERSE KARŞI VERİMİNİZİ ARTIRABİLMEK İÇİN KONSANTRASYON YÖNTEMLERİ

İster tarih veya biyoloji çalışın, ister satranç veya tenis oynayın; yaptığınız işe konsantre olabilmek ve dikkat dağıtan şeylerden uzak durabilmek bir sanattır. Hepimizin farklı farklı konsantre olabildiği durumlar vardır. Şöyle zamanın nasıl geçtiğini anlamadığınız ve kendinizi kaybettiğiniz hoşlandığınız olayları bir düşünün; bir sportif faaliyette bulunmak, bir müzik aleti çalmak, sevdiğiniz bir oyunu oynamak gibi faaliyetler veya TAM BİR KONSANTRASYON içinde olduğunuzu düşündüğünüz diğer durumlar. Peki diğer zamanlarda ne oluyor? Zihniniz bir şeyden diğerine kayıyor Endişeler zihninizi dağıtıyor Dış etkenler farkında olmadan sizi ilgilendiğiniz olaydan kopartıyor İlgilendiğiniz olay veya konu size sıkıcı ve zor gelmeye başlıyor. Unutmayın, KONSANTRASYON SİZİN kontrolünüz altındadır ve bu bölüm konsantrasyonunuzu geliştirebilmeniz için gerekli olan bilgileri içermektedir. EN ÖNEMLİ FAKTÖR MOTİVASYON Konsantrasyonunuzu etkileyen hayati ve en önemli faktör motivasyondur. Motivasyon bir şeyi yapmak için iyi ve gerçekçi bir nedeniniz olduğuna inanmanızla ilgilidir. Örneğin ertesi günü sabah saat 08:30’da önemli bir iş görüşmesine veya mülakata gitmek için akşam erken yatabilirsiniz. Ancak ertesi gün bir tatil günüyse, gece geç saate kadar tıka basa atıştırabilir, televizyon izleyebilir ve erken yatmayabilirsiniz. Tabi şüphesiz bunun sonucu olarak ertesi günü maksimum performansta bir zihne de sahip olmazsınız. Bu sonuç tamamen motivasyonla ilgilidir. KONSANTRASYON ile ilgili bu makaleyi NEDEN okuduğunuzu bir kağıda yazmanız tam bu etapta sizin için iyi bir konsantrasyon egzersizi olabilir. SİZİN motivasyonunuzun kaynağı nedir? Daha iyi konsantre olmanın size sağlayacağı olası avantajlar nelerdir? Sağlam bir nedeniniz veya amacınız yoksa konsantrasyona neden ihtiyacınız olsun ki? KONSANTRASYON ETKİLEYEN ÖNEMLİ FAKTÖRLER Su Kaybı Vücuttaki diğer organlardan farklı olarak, beynin büyük bir kısmını (yaklaşık tahminen % 90’ını) su oluşturmaktadır. Vücuttaki su eksikliği kişide baş ağrısı, yorgunluk ve çabuk sinirlenme gibi sonuçlara neden olmaktadır. Bu sonuçlardan her biri sizden konsantrasyonunuzu çalan, alıp götüren olaylardır. Toksinler (vücudunuzdaki zararlı maddeler) Herhangi bir işle uğraşırken neler atıştırdığınız konsantrasyonunuzu etkileyen en önemli faktördür. Yediğimiz hafif hazır yemek ve çerezlerde en çok kullanılan 12 tehlikeli katkı maddesini içeren “kirli düzine” diye bir liste vardır. Bunlardan iki tanesi en çok dikkat etmemiz gereken maddelerdir. Çünkü bu iki tehlikeli madde her türlü gevrekte, gazlı içecekte, sakızda ve yediğimiz birçok şekerlemede mevcuttur. 1-) Mono Sodyum Glutamate (MSG) çeşni ve tat artırıcı dünyada 1950’lerde kullanılmaya başlamıştır. Bu madde hemen hemen her türlü tuzlandırılmış çerezde, hazır yemeklerde, hazır çorbalarda, bisküvilerde, soslarda, et suyu veya et suyu bulyonlarında, konserve ton balıklarında, donmuş hazır yiyeceklerde mevcuttur. Şeker pekmezi fermantasyonundan elde edilmesinden dolayı bu katkı maddesi migren, astım, egzema, barsak rahatsızlığı, kalp çarpıntısı, dalgınlık, unutkanlık, çabuk sinirlenme, rahatsızlık ve dikkatsizlik gibi durumlara sebep olur. 2-) Aspartame suni tatlandırıcı şekerden yaklaşık 200 kat daha tatlıdır. Aspartame diyet içecekler, kalorisi düşük yiyecek veya diyet tatlılar, sakızlar, pasta ve şekerlemeler dahil tam 9000 yiyecek ürününde kullanılmaktadır. Bu madde de baş ağrısı, heyecan, çabuk sinirlenme, depresyon, uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, hazımsızlık ve çeşitli alerjik reaksiyonlar gibi çeşitli şikayetlere sebep olmaktadır. Ayrıca bu maddenin beyin tümörü oluşmasına etkisiyle ilgili ön bulgular mevcuttur. KONSANTRASYONU ARTIRAN YİYECEKLER Konsantrasyonu artırmanın bir yolu da probleme daha geniş bir açıyla yaklaşmaktır. Hastalık kaynaklı nedenleri yok tamamen yok ettikten sonra diğer fiziksel boyutlara da göz atmak gerekir. Dinlenin ve Enerji Şarj Edin – uykusuzluk ve açlık konsantrasyonu yok eder; problem az beslenme ve az uyku ise, iyice dinlenin ve bir kase salata yiyin. Karbonhidratları Azaltın - bazı insanlar çok fazla rafine edilmiş karbonhidrat tükettiği zaman uykulu bir duruma girer. Eğer karbonhidratlara karşı hassassanız, öğle yemeğinde ekmeği azaltın ve biraz fazla protein ve sebze tüketin. Doğal Tatlıları Kullanın – rafine şeker başlangıçta size enerji verse de, bir süre sonra çoğu insanı zihinsel ve fiziksel olarak uyuşuk bir duruma sokar. Gün içinde enerjiye ihtiyacınız varsa, çikolatalı bir gofret yerine bir portakal, elma veya muz yemenizi tavsiye ederiz. B Vitaminleri Alın – thiamine (bir B vitamini) seviyenizi artırarak konsantrasyonunuzu sağlamak istiyorsanız, buğday ekmeği, fındık, ceviz, fındık, fasulye, bezelye, süt, yağsız et, yeşil yapraklı sebzeler, avakado, karnabahar ve ıspanak gibi yiyecekler yemelisiniz. Demir Oranına Dikkat – demir eksikliğinin sebep olduğu anemi, beyne kanın dolayısıyla oksijenin az gelmesi nedeniyle hafıza ve konsantrasyonu etkilemektedir. Demir kaplarda pişirilmiş et, deniz ürünleri, brokoli gibi yiyecekler yiyin. Doktor tavsiyesi ile demir içeren vitaminler de kullanabilirsiniz. OMEGA 3 + E – Bebek ve çocuk uzmanı Profesör Robert Winston’un yaptığı bir araştırma, balıkyağının özellikle disleksi (öğrenme bozukluğu), egzama ve iletişim zorluğu çeken çocuklar üzerinde olağanüstü etkileri olduğunu ortaya çıkardı. BBC’de yayınlanan “Günümüzün Çocuğu” adlı belgeselde, Profesör Robert Winston davranış bozuklukları gösteren iki çocuğa günlük olarak belli dozlarda Omega 3 yağ asidi içeren balıkyağı tabletleri vermiştir. Üç ay sonra her iki çocukta da önemli gelişmeler gözlenmiştir. Saldırgan davranışlı olan çocuğun bu durumu olumlu yönde değişirken, çekingen ve içine kapanık olan diğer çocuğun da dışa dönük bir hale geldiği görülmüştür. Bu çalışma balıkyağının birçok probleme çözüm olduğunu ortaya koymuştur. KONSANTRASYON VE MÜZİK Şimdi gelelim enteresan bir konuya. TV’de, CD veya kaset çalarınızda dinlediğiniz sözlü bir müzik SÖZ içerdiği için daha çok beynin SOL LOP’unu uyarmaktadır. Konuşma, kelimeler ve sözlerle ilgilenen ve hoşlanan beynin bu kısmıdır. Ancak sözler beynin renkli ve eğlenceli SAĞ LOP’unu uyarmamaktadır. Sağ lop ritmi ve müziği (özellikle de bazı özel sözsüz müzik ve ritimleri) seven taraftır. Bahsedeceğim, beynin her iki lopunu birlikte ve dengeli kullanmayı sağlayan, özel müzikleri ve ritimleri sevmeseniz de, bundan böyle müziğe, konsantrasyonu sağlayan bir araç olarak bakmanızı istiyorum. Bu konuyla ilgili daha fazla bilgi için aşağıdaki “KONSANTRASYONU ARTIRAN ÖZEL MÜZİKLER ve RİTİMLER” yazısına tıklayınız. KONSANTRASYONU ARTIRAN ÖZEL MÜZİKLER ve RİTİMLER HAREKET VE ENERJİ İnsan vücudu dinamik bir enerji akımıyla doludur. Özellikle öğrenme tarzları kinestetik olan kişilerin konsantre olmakta zorlandıkları görülmektedir. Bu tip insanların öğrenme sırasında hareket etmeleri ve öğrendiklerini hareketlerle uygulamaları gerekmektedir. Beynin Enerji Noktalarına Dokunmak Nasıl Yapacaksınız: Baş parmağınızla ve işaret parmağınızla bir ‘C” harfi oluşturun ve her iki parmağınızı hemen köprücük kemiğinin altındaki göğüs kemiklerinizin iki tarafının üzerine koyun. Parmaklarınızla nazikçe göğsünüzün her iki kısmını yavaş yavaş 20 veya 30 saniye ovun. Bu ovma sırasında diğer eliniz göbeğinizin üzerinde dursun. Daha sonra ellerinizin yerini değiştirerek aynı hareketi iki veya üç kere tekrarlayın. Neye Yarar: sakin düşünme, okuduğunuz satırları takip edebilme, göz hareketlerini kontrol edebilme yeteneklerinizi geliştirir ve enerji seviyenizi yükseltir. Yatay 8’ler Yapmak Nasıl Yapacaksınız: Bir elinizi yüzünüzün önünde ileriye doğru tam karşıya uzatın ve baş parmağınız yukarıyı gösterecek şekilde açık tutarak elinizi yumruk yapın. Gözleriniz baş parmağınızı dikkatle takip ederken, yavaş yavaş her bir yuvarlağı elinizin başlangıç noktasına göre iki ayrı tarafta olacak şekilde yavaş yavaş yatay bir sekiz oluşturun. Bu hareketi iki veya üç kere tekrarlayın. Daha sonra aynı hareketi diğer kolunuzla ve elinizle yapın. Neye Yarar: okuma, hızlı okuma, yazma, el ve göz koordinasyonu yeteneklerinizi geliştirir. Düşünme Noktalarını Hareketlendirmek Nasıl Yapacaksınız: baş ve işaret parmağınızla nazikçe dairler çizerek başınızı ovunuz. Bu ovma işine kulaklarınızın dış kısmından başlayarak başınızın tepe noktasına kadar yavaş yavaş ilerleyiniz. Daha sonra ovma işine alnınızın iki tarafından tepeye doğru da yapınız. Bu uygulamayı iki veya üç kere tekrarlayınız. Neye Yarar: heceleme, kendi kendinin farkında olma, kısa-süreli hafıza gelişimi, dikkatli dinleyebilme ve soyut düşünebilme yeteneklerinizi geliştirir. Çapraz Eğilme Nasıl Yapacaksınız: Ayakta durun. Önce yavaşça eğilerek sol elinizle sağ dizinize dokunun ve doğrulun, sonra sağ elinizle sol dizinize dokunun ve doğrulun. Bu hareketi 10 veya 15 kere tekrarlayın. Neye Yarar: okuma, yazma, dinleme, hafıza ve koordinasyon yeteneklerinizi geliştirir. Bu egzersiz beyninizin her iki lopunu aynı anda aktif hale getirir. KONSANTRASYON İÇİN ZİHİNSEL STRATEJİLER “Gitme, Buraya Gel” Stratejisi Bu stratejiyi mutlaka uygulamalısınız. Düşüncelerinizin ilgilendiğiniz konudan başka bir noktaya kaydığını hissettiğiniz anda, “Bir dakika, hiçbir yere gitme, buraya gel” deyin kendi kendinize. Örneğin tam ders çalışırken aklınıza aldığınız başka bir not veya bir ödev, kız veya erkek arkadaşınız, veya karnınızın biraz aç olduğu veya bir şeyler atıştırma gibi düşünceler gelebilir. Böyle bir durumda hemen kendi kendinize, “hiçbir yere gitme, buraya gel” deyin. Ve hemen ilgilenmeniz gereken konuyu düşünerek, konuyla ilgili kendi kendinize birkaç soru sorun ve bunları cevaplamaya çalışın. Konuyla ilgili en son bölümün kısa bir özetini düşünün. Veya konunun ana başlıklarını şöyle bir hatırlamaya çalışın ve elinizden geldiğince dikkatinizi ilgilendiğiniz konuya toplamaya çalışın. Dikkatinizi dağıtan konudan uzaklaşmak için kesinlikle o konuyu düşünmemeyi düşünmeyin. Çünkü bu durum gittikçe daha çok dikkatinizin dağılmasına sebep olur. Bir şeyi düşünmemeye çalışmak, onun daha çok düşünülmesine sebep olur. “Şimdi fil düşünmeyeceğim” diye bir düşünün bakalım ne olacak. Şüphesiz hemen aklınıza bir fil gelecektir. Unutmayın, “fil düşünmemeliyim” diye düşünmek aklınıza filin gelmesini sağlamaktan başka bir işe yaramaz. Problemleri ve Dikkat Dağıtan Şeyleri Düşünme Zamanı Araştırmalar, endişeleri ve problemleri için özel bir zaman ayıran insanların dört hafta içinde daha önceki durumlarına göre endişeleri için yüzde 35 daha az düşündüklerini göstermektedir. 1. Konsantrasyonunuzu bozan ve sık sık aklınıza gelen konuları düşünmek için kendinize özel bir zaman ayırın. 2. Dikkatinizi dağıtan bir konunun farkına vardığınızda, bu konuyu düşünmek için özel bir zamanınız olduğunu kendinize hatırlatın. 3. Dikkatiniz dağıldığında ayrıca “bir dakika, hiçbir yere gitme, buraya gel” deme stratejinizi de kullanın. 4. Konsantrasyonunuzu bozan ve sık sık aklınıza gelen konuları düşünmek için ayırdığınız özel zamanı mutlaka bu iş için kullanın. Ayrıca özel olarak ayırdığınız zamanda düşünmek üzere, zihninizi dağıtan şeyleri not alın. Bu amaç için özel bir not defteri tutun. Not aldığınız konuları bu amaçla ayırdığınız özel zamanda mutlaka düşünün. Giderek zaman içinde bu konuların azaldığını fark edeceksiniz. ENERJİ SEVİYENİZİ YÜKSELTİN Enerji seviyenizin ne zaman zirvede, ne zaman en aşağılarda olduğunu tespit edin. Deneme yanılma yoluyla günün hangi zamanlarında enerji seviyenizin yüksek olduğunu ve kolayca konsantre olduğunuzu, ne zamanlar enerji seviyenizin düşük olduğunu ve konsantre olmakta zorlandığınızı belirlemeye çalışın. Zorlandığınız konuları enerji seviyenizin yüksek olduğu anlara kaydırmak iyi bir stratejidir. Bunun yanında kolayınıza gelen konuları düşük enerji seviyeli zamanlarınıza kaydırın. Çoğu öğrenci zorlandığı konuları genellikle en sona bırakmaktadır. Günün geç saatlerine kalan bu konular doğal olarak yorulmuş olan öğrencinin enerji seviyesinin en düşük olduğu anlara rastlamaktadır. Bu uygulama yanlış bir stratejidir. Zor konular yüksek enerjili zamanlarda çalışılmalıdır. Sadece bu strateji bile konsantrasyonunuzun artması için yeterlidir. KONSANTRASYON İÇİN NEFES ALMAK Yoğunlaşmanız gereken bir konuya başlayacağınız zaman, daha önceden konsantre olmakta zorlanmadığınız bir anı aklınıza getirin. Kendinizin yine böyle bir anda olduğunu düşünün. Ayrıca başlangıçta nefes almaya odaklanmak ve derin derin nefes almak bedenin dinlenmesini, zihnin ise enerji dolmasını sağlar. Derin derin nefes almak zihin ve beden senkronizasyonunu sağlar ve sizi stresten uzak tutar. 1. Rahat bir konumda olun. 2. Yavaş yavaş (mümkünse burnunuzla) nefes alın. Sırayla önce göğsünüzün alt kısmını, sonra orta ve üst kısmını aldığınız nefesle doldurun. Yavaş yavaş nefes aldığınızdan emin olun. Bu süreç yaklaşık 8 – 10 saniye olsun. 3. Konsantre olduğunuz bir anınızı düşünerek nefesinizi içinizde bir veya iki saniye tutun. 4. Sonra rahat ve sakin bir şekilde nefesinizi verin. 5. Birkaç saniye durun ve aynı derin nefes alıp verme işlemini tekrar edin. 6. Bu işlemi yaparken başınızın döndüğünü hissederseniz nefes alıp vermeyi çok yoğun yapıyorsunuz demektir. Bu gibi durumlarda yavaşlayın. 7. Aynı zamanda kendinizin ılık ve sakin bir deniz kenarında olduğunu düşünün. Veya dalgaların üzerinde batmadığınızı ve nefes alıp, verdiğinizde dalgaların üzerinde nazik bir şekilde yükselip indiğinizi hayal edin. Bu egzersizin amacı sizi stresten uzak tutmaktır. Stresli olduğumuz durumlarda beynin bazı kısımları aktif olmadığı için daha az zeki oluruz. Bu egzersizi her çalışma öncesi yapın. http://www.konsantrasyonungucu.com/

22 Aralık 2007 Cumartesi

HAYAT VE ENERJİSİ

Kitabın Adı Enerji ve Hayat Yazarı Prof. Dr. Ayhan Songar Bundan tam 1017 saniye önce bu kainat, bir elektron bulutundan ibaretti. Sonra “olmazlar” “oldu”, bugün bildiğimiz bütün termodinamik prensipler tersine işledi, bu zerreler yer yer toplanıp bir araya geldi, yıldızlar, onların etrafında gezegenler teşekkül etti. Bunlardan yalnız bir tanesi, milyarlarca milyar adet uzay cismi içinde toz zerresi kadar bile yer işgal etmeyen bir teki, bütün yaratılmışların en şereflisi olan misafirini barındırmaya yeterli şartları, gene milyarlarca sene içinde, hazırladı. Etrafı, o misafiri için en uygun özellikleri taşıyan ve atmosfer denen bir gaz tabakası ile çevrildi. Böylece bir yandan da insanoğlunu uzaydan gelen tehlikeli ışınlara karşı koruyacak bir kılıf meydana geldi. Dünya güneşten 149 milyon kilometre uzaklıktaki yörüngesine, gene bütün fizik prensiplerini alt üst edercesine, 23 derecelik bir eğiklikle oturdu. Bu yörüngede saniyede 30 kilometre hızla yol alırken misafiri için en uygun ve mevsimler şeklinde değişen iklim şartlarını sağladı. Gelecek misafirini ağırlamak için çeşitli nebatlar, hayvanlarla bezendi. Ve, her şey tamam olunca insan, Yaradanın kendisine bahşettiği akıl, zeka ve irade ile bu tabiatı hükmü altına almak üzere dünyaya ayak bastı. ENERJİ BİRİMLERİ TERMODİNAMİK KANUNLARI Termodinamiğin birinci kanunu enerjinin korunması prensibini getirmekte ve “Enerji bir şekilden diğerine dönebilir fakat ne tahrib edilebilir ve ne de yeniden yaratılabilir” şeklinde ifade edilmektedir. O halde, kainatta yaratıldığı anda mevcut olan toplam enerji miktarı değişmemekte, sadece bir enerji şeklinin diğerine dönmesi söz konusu olmaktadır. Hararet, mekanik enerji, elektrik enerjisi, v.s. hep birer enerji şeklidir ve birbirine dönüştürülebilir. Bu dönüşme sırasında toplam enerji daima sabit kalır. Termodinamiğin ikinci kanununun iki şıkkı vardır: a) Bütün ısı makinelerinde kullanılan cisim bir sıcaklık düşmesine maruz kalır ve ancak bir sıcak kaynaktan bir soğuk kaynağa geçmek suretiyle cismin ısı kaybetmesi sonucu iş husule gelir. Her ısı makinesinde sarf edilen ısının bir kısmı işe dönüştüğü halde bir kısmı gene ısı enerjisi halinde etraftan yutulmakta, dağılmaktadır. Bu suretle yutulan, kullanılmayan enerji, yukarıda belirttiğimiz gibi, hiçbir zaman sıfır olmadığından ısı makinelerinin verimi daima 1’den küçük olur. b) Sabit iki sıcaklık arasında işleyen her ısı makinesinde elde edilebilecek maksimum verim, değişmeye maruz kalan cismin tabiatine tabi değil, sadece soğuk ve sıcak kaynakların hararetine bağlıdır. Görülüyor ki enerji, iş veya ısıya dönüştürülebilen bir fizik “büyüklük”, bir ölçülebilen “miktar”dır. Enerjinin ölçülebilir olması onun rakamla ifade edilebilir olmasını da mümkün kılar. Enerjinin genel olarak iki şekli vardır: a) Maddeye bağlı enerji, b) Işın halinde enerji (ışık, elektromanyetik enerji gibi herhangi bir maddi taşıyıcısı olmayan enerji). Maddeye bağlı enerjinin daima bir maddi taşıyıcısı gösterilebilir ve bu çeşit enerji sonunda mekanik enerji haline gelir. Bu da ikiye ayrılır: a) Hareketin mekanik enerjisi veya kinetik enerji. Kinetik enerji, hareket halindeki cismin kütlesine ve hızına tabidir (akan su, atılan mermi, düşen taş, atom partiküllerinin hareketi gibi). b) Pozisyonun mekanik enerjisi, durum enerjisi veya potansiyel enerji. Bir cisim, kendi üzerine tesir yapması muhtemel bir kuvvet alanı içinde bulunuyorsa bir potansiyel enerjiden bahsedilir Bu enerji, maddenin kuvvet alanı içindeki durumuna, pozisyonuna bağlı değildir (bir barajdaki su, gerilmiş yay veya elimize alıp yerden yüksekte tuttuğumuz taş parçası gibi). Elimizde tuttuğumuz bir taş, yer çekimi sahası içinde bulunduğu için bir potansiyel enerji taşımaktadır. o taşı bıraktığımız anda yere doğru düşmeye başlar ve potansiyel enerjisi kinetik enerjiye dönüşür. Yer yüzüne yaklaştıkça daha az potansiyel enerji ve daha çok kinetik enerjiye sahip bulunur. Bu suretle kinetik ve potansiyel enerjilerin toplamı daima sabit kalır. Yere düştüğü anda gene bir potansiyel enerjiye sahiptir, zira arzın merkezine doğru çekilmektedir ve altında bir çukur açılsa düşmesine devam eder. Böylece, her cisim hem kinetik ve hem de potansiyel enerji taşımaktadır. Hararet, termik enerji de molekül hareketlerine bağlı bir enerji şeklidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, mekanik enerji ile ısı arasında titreşimin genişliği, dalga boyu ve frekansı yani tekrarı dışında bir fark yoktur. Bütün bu özelliklerini gördükten sonra enerjiyi, “bütün şekil değiştirmeler sırasında bütünlüğünü koruyan ve her şekli prensip olarak hararete dönüştürülebilen bir fizik büyüklük” diye tarif edebiliriz. Enerji ölçülebilen bir büyüklük olduğuna göre bunun bir ünitesi, birimi olmalıdır. Enerjinin bu ölçülmesinde eşdeğerlik (equivalence) prensibi mevcut olup, bu şekilde enerjinin bütün cinsleri aynı birimle ifade edilebilmektedir. İki ölçme sistemi mevcuttur: “Milletlerarası Sistem” (Systeme Internationale - SI) ve “Santimetre-Gram-Saniye Sistemi” (CGS). Bu sistemlere göre ayrı ayrı enerji birimleri mevcut olup bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz: 1. Milletlerarası Sistem (SI)’de enerji birimi joule’dür. Bir Joule, tatbik yerine kuvvet istikametinde bir metre yer değiştirten, 1 Newton’luk bir kuvvetin yaptığı iş’dir. O halde, 1 joule = 1 Newton x 1 metre olur. (1 Newton, 1 kg.lık bir kütleye 1 m/s2 lik bir akselerasyon-hızlanma kazandıran kuvvettir.) 2. CGS sisteminde enerji birimi Erg’dir. 1 Erg, 1 santimetrelik yer değiştirme hasıl eden 1 dyne’lik bir kuvvetin yaptığı işe denir. Yani, 1 erg= dyne x 1 cm olup bu da 10-7 Joule eder. (1 dyne, 1 gramlık bir kütleye 1 m/s2 lik akselerasyon veren kuvvettir.) ENERJİNİN DEĞERSİZLENMESİ ENTROPİ Bundan evvelki bölümde termodinamiğin getirdiği “ısının sıcak bir kaynaktan soğuk bir kaynağa geçmesi” prensibini görmüştük. Birisi daha sıcak iki cisim yanyana dursa, belli bir zaman geçtikten sonra sıcak olandan daha az sıcak olana doğru bir ısı geçişi olur ve her iki cismin harareti eşit hale gelir. Odamızda yanmakta olan bir soba ısı neşreder ve odayı ısıtır. Bu durumlarda ısının tek yönlü geçişi “geri döndürülmez” bir hadisedir. Hiçbir zaman soğuk bir cisimden ısının daha sıcak bir cisme geçmesi, bu suretle birinin daha fazla soğuyup ötekinin de daha fazla ısınması beklenemez. Sobadan odaya yayılan hararetin tekrar sobanın içine dönmesi gibi hadiseler tabiatta imkansızdır. İzole bir sistem içindeki “düzensizlik” derecesine termodinamik biliminde Entropi adı verilir. Mutlak düzen halinde her atomun yeri kesin olarak belli bulunduğundan “sıfır entropi”den bahsedilir. Mutlak sıfır derece dediğimiz -273 santigrad derecede bütün ısı hareketleri ortadan kalkmıştır. Fakat bir müddet sonra sistem “ısınmaya” başlar, moleküller gittikçe daha fazla hareket ederler, bu şekilde entropi de giderek artar. İzole sistemlerinin entropisi artmak mecburiyetindedir. İçinde bulunduğumuz odanın bir köşesine bir sprey püskürtülse, püskürtülen zerreler toplu bir halde o köşede kalamazlar. Molekül hareketleri sebebiyle bütün odanın içine, oradan atmosfere dağılmak mecburiyetindedirler. Görülüyor ki, entropinin artması bir “geriye döndürülemez olay”dır. Bundan sonraki bahiste inceleyeceğimiz gibi, canlı organizmalar dış dünyadan serbest enerji almak suretiyle geçici olarak entropilerinin artmasını durdurabilmekte veya hiç değilse yavaşlatabilmektedirler. Ancak mukadder olan akıbet değişmemekte, ölüm anında entropi artmaya başlamakta, organizma çürüyüp dağılarak adeta zerrelerine ayrılmaktadır. Bir sistemin entropisi arttıkça kullanılabilir enerji verme kabiliyeti de azalır. Bir arada toplu bulunan insanlar beraberce çok iş yaparlar ama dağıldıkları, birbirinden uzaklaştıkları nisbette, (toplam güçleri gene ayni olmakla beraber) hiç bir iş yapamaz hale gelirler. Görülüyor ki, entropinin artması ile sistemin düzensizliği artmakta ve kullanılabilir enerji verme kabiliyeti, yani “işe yararlığı” azalmaktadır. Bütün kendi kendini düzenleyen sistemlerin, canlılarda olduğu gibi, entropilerinin artmasına karşı direnmeye gayret ettiklerini görürüz. Bu sistemin, “düzenini bozucu” tesirlerden haberdar olması ve buna karşılık gerekli “düzeltici ayarlamaları” yapması ile mümkün olabilmektedir. “Geritepme” (feed-back) dediğimiz bu düzenleme sistemlerinden ilerde söz edilecektir. Bu hadiseyi atom içinde de görmek kabildir. Çekirdek etrafında dönen elektronu merkeze doğru çeken kuvvetle dönüşün verdiği santrifüj kuvvet arasındaki denge, onu yörüngede tutmakta, fırlayıp gitmesine mani olmaktadır. Kainatı teşkil eden elementlerin entropisi de artmaktadır. Evvela dev bir atom şeklinde yaratıldığı tasavvur edilen kainat, gittikçe genişlemekte, birbiri etrafında dönen cisimlerin merkezden olan uzaklıkları mütemadiyen artmaktadır. Odamızın bir köşesine püskürtülen kokunun her tarafa yayılması gibi kainatta da “geri döndürülemeyen” bir olay mevcuttur. CANLI HÜCRELER ve ENERJİ Canlılarda entropi’nin artmasına, dağılmaya, çözülmeye karşı direnme, canlıyı teşkil eden kapalı sisteme dışardan serbest enerji vermekle mümkün olabilmektedir. Böyle izole sistemlere dışardan enerji verilmek suretiyle bu sistemlerin entropileri azaltılabilir, hiç değilse artması durdurulabilir, yani sistemin organizasyonu, düzeni korunur. Canlı hücrelerin en önemli özelliği, kimyasal potansiyel enerjiyi kendi organize yapılarını korumak için gerekli diğer enerji şekillerine çevirebilmesidir. Kimya diliyle canlı hücreyi tarif etmek istersek, bunlar, dayanıklı olmayan ve kendi organize sistemlerini devam ettirebilmek için lüzumlu çeşitli kimyevi maddeleri, son derecede kontrollü miktarlarda ve çevrenin derecesinden daha yüksek bir ısı derecesi ortamında, bir tuz çözeltisi içinde erimiş veya onunla çevrelenmiş olarak bulunduran yapılardır diyebiliriz. Görülüyor ki, her hücre, entropisinin artmasını, dağılmayı önleyebilmek için enerji sarfetmek, sarfettiği enerjiyi de dış ortamdan sağlamak mecburiyetindedir. Dışardan enerji sağlayarak hayatiyetlerini devam ettiren, heterotrof dediğimiz cinsten canlılar, tek hücrelilerden insana kadar geniş bir gelişim skalası içinde sıralanırlar. Bu canlıların tek tek hücrelerini ele aldığımız zaman aralarında büyük benzerliklerin bulunduğunu görürüz. Bu hücreler, ancak gördükleri vazifeye, fonksiyona göre birtakım farklılaşmalar arzetmektedirler; bunun dışında, temel hayati faaliyetler ve enerji alış-verişi bakımından hepsi aynı kurala uyarlar. Hücreyi, içinde bulunduğu ortamdan, çevresinden, bir zar ayırır. Bu zarın dışında bulunan bazı moleküller zardan içeriye girebilmekte ve bunlardan gene bir kısmı, hücreye enerji sağlarken diğer bir kısmı da hücrenin büyüyüp çoğalabilmesi için gerekli yapıtaşı vazifesini görmektedir. Tek hücreli sistemlerden çok hücrelilere yükseldikçe, tekamül kanunu uyarınca, bir sistemleşme, bir organizasyon dikkati çekmektedir. Kendisi için gerekli besini kolayca temin edebileceği bir sıvı ortamı içinde serbestçe hareket eden tek hücreli bir amip ile, organizasyonun en yüksek derecesini temsil eden insanı mukayese edersek, enerji ihtiyacı bakımından aradaki farkı açıkça görürüz. Canlı, organizasyonunu koruyabilmek ve sürdürebilmek için enerjiye muhtaçtır. Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, yaşayan bir hücre, (1) büyük ve kompleks molekülleri yapabilmek, (2) bu molekülleri kendi yapısına has bir düzen içinde organize edebilmek, (3) organizasyonu muhafaza edebilmek, ve (4) yeni bir hücre ve canlı için aynı organizasyonun bir benzerini meydana getirebilmek için sürekli bir enerji kaynağına muhtaçtır. Canlılar için en önemli organik enerji kaynağı karbonhidrat dediğimiz ve şekerin esasını teşkil eden moleküllerdir. (Karbonhidrat terimi bu molekülün karbon (C), yani kömür ve hydra (H20), yani su birleşmesi ile meydana geldiğini, dolayısiyle, karbon atomundan başka, suyun içinde bulunduğu nisbette (yani 1/2 oranında) hidrojen (H) ve oksijen (O) ihtiva ettiğini gösterir.) Karbonhidrat moleküllerine bütün canlı hücrelerde tesadüf edilmektedir. En basit karbonhidratlar şekerlerdir. Şekerlerin içinde de en önemli yeri tutan glükoz birçok organizma ve sistemler için enerji kaynağını teşkil eder. Bir glükoz molekülünde altı karbon atomu bulunur. Glükozda altı karbon atomu bulunmasına mukabil bazı başka şeker molekülleri, dört, beş veya on karbon atomu ihtiva etmektedirler. Basit şeker molekülleri bir araya gelerek birleşik karbonhidratları meydana getirirler. Mesela nebatlarda bulunan nişasta ve sellüloz böyle birer birleşik karbonhidrat örneğidir. Nişasta bitkilerin en önemli enerji deposunu teşkil ettiği gibi, unlu besinlerle elde ettiğimiz büyük bir enerji kaynağını da bize sağlamaktadır. İnsan karaciğeri ve kasları karbonhidratı glükojen şeklinde depo eder. Böylece çok hayati glükoz depoları olan nişasta, sellüloz ve glükojen, 10.000 üniteye kadar değişebilen çeşitli sayılarda glükoz moleküllerinden meydana gelmiştir. Diğer mühim bir enerji kaynağı yağlardır. Yağlar, gliserin ile yağ asitlerinin birleşmesinden meydana gelir. Eğer organizmada enerji kaynağı olarak karbonhidrat ve yağ yetersizliği başgösterirse hücreler enerjilerini proteinlerin aminoasidlerinden sağlama yoluna başvururlar. Aslında yeni hücrelerin imalinde yapı malzemesi olarak kullanılan protein, enerji temini için sarfedilmeye başlar. Hücreler, karbonhidratlarda, yağlarda ve diğer organik moleküllerde saklanmakta olan enerjiyi serbest hale getirip kullanabilmek için özel birtakım mekanizmalara sahiptirler. Serbest hale getirilen bu enerji, mesela aminoasidlerin protein molekülü halinde bir araya getirilip bağlanarak yeni molekül kombinasyonları kurulabilmesi için kullanılır. Böylece, bazı organik moleküller enerji temin ederken, diğer bir kısım organik moleküller de yeni moleküllerin yapılması için malzeme verirler. Görülüyor ki, yaşayan, canlı hücreler, devamlı surette ve enerji sarfederek yeni yeni büyük organik moleküller inşa etmektedirler. Kimyasal reaksiyonlar, moleküllerin birbirine çarpması ile başlar. Böyle bir çarpışmayı başlatmaya yeterli enerjiye aktivasyon enerjisi adı verilir. Aktivasyon enerjisi ekseriya dışardan temin edilir. Mesela, hidrojen ve oksijen molekülleri normal halde herhangi bir kimyasal reaksiyon vermeden bir arada bulunabilirler. Bu durumda bir kıvılcım, bir kibritin çakılması gibi dışardan verilen bir aktivasyon enerjisi oksijen ve hidrojenin patlayarak birbiri ile çarpışmasına, kimyasal reaksiyona girmesine sebep olur. Sonuçta su meydana gelecektir. Su molekülü oksijen ve hidrojen moleküllerinden daha az enerji ihtiva eder. Dolayısiyle, bu reaksiyon sırasında bir miktar serbest enerji açığa çıkar. Bu enerji yeni yeni hidrojen ve oksijen moleküllerinin çarpışması için aktivasyon enerjisi vazifesini görür. Ve, böylece ortamda reaksiyona girecek hidrojen ve oksijen bulunduğu sürece reaksiyon devam eder. Katalizörler reaksiyona girecek molekülleri çekip bir araya getirerek birbiri ile birleşecek bir yakınlık içinde tutmaktadırlar. Katalizör denen madde, kendisi reaksiyona girmediği için bu arada tabiatını değiştirmemekte ve tekrar tekrar kullanılabilmektedir. Su dahil, birçok maddeler canlı organizmalarda katalizör rolü oynamaktadırlar. Bununla beraber, son zamanlardaki araştırmalar göstermiştir ki, belli başlı katalizör maddelerin hemen hepsi protein tabiatındadır. Katalizör vazifesi yapan protein moleküllerine enzim adı verilir. Enzimler, tesir edecekleri moleküllere, tıpkı bir anahtarın kilide uyması gibi uyarlar; kimyasal reaksiyon tamamlanıncaya kadar o moleküllerle bağlantılarını devam ettirirler ve sonra ayrılırlar. Ayrıldıkları zaman enzimlerde herhangi bir değişiklik meydana gelmemiştir. Bu suretle tekrar tekrar kullanılabilirler. Enzimler iki molekülü birleştirebildikleri gibi bir kompleks molekülü iki küçük molekülü parçalama işine de yararlar. Canlı hücreler, insan tarafından meydana getirilen makineler gibi, belli enerji şekillerine ihtiyaç göstermektedirler. Nasıl bir buhar makinesine buhar, elektrik motoruna elektrik akımı tarzında enerji gerekirse, hücreler de kendilerine has enerji türleri ile işleyebilmektedirler. Besinlerle alınan çeşitli organik maddelerin ihtiva ettiği enerji bir çeşit kimyasal enerjiye çevrilmekte ve bu enerji de adenozin trifosfat (ATP) molekülleri ile taşınmaktadır. Bir memlekete gelen yabancı turistlerin o memlekette alışveriş yapabilmek için kendi paralarını oranın yerli parası ile değiştirmek zorunda olmaları gibi, organizmaya giren çeşitli organik maddelerden açığa çıkan enerji şekilleri de hücreler tarafından belli enerji şekline çevrilerek ATP moleküllerine bağlanır. ATP molekülü azot ihtiva eden adenin ve şeker tabiatındaki riboz isimli organik moleküllerle üç fosfat grubunun birbirine bağlanmasından teşekkül eder. Her fosfat grubu bir fosfor atomu ile bir hidrojen ve üç oksijen atomu ihtiva etmektedir. ATP molekülünün taşıdığı enerjinin büyük kısmı son iki fosfatın bağlarındadır. Bir ATP molekülü su ile reaksiyona girdiği vakit ikinci ve üçüncü fosfat bağları kopar. Enerjiden zengin fosfat bağı dediğimiz bu bağların çözülmesi ile ısı enerjisi şeklinde ölçülebilen bir enerji açığa çıkar. Hücre içinde ise bu açığa çıkan enerji ısı enerjisi şeklinde sarfedilmemekte, başka moleküllere transfer edilerek o moleküllerin girişecekleri kimyasal reaksiyonlarda enerji kaynağı olarak kullanılmaktadır. Bu suretle ATP molekülünden ayrılan enerjiden zengin fosfat grupları başka moleküllerle birleşerek onların reaksiyonlarında aktivasyon enerjisi rolünü oynarlar. Böylelikle, özellikle büyüme ve yeni hücrelerin meydana getirilmesi için gerekli aktivasyon enerjisi azaltılmış olmaktadır. Bir fosfat grubunu kaybeden ATP, “adenozin difosfat” (ADP) adını alır. Bu da bir fosfat grubunu daha kaybederse sonunda tek fosfat bağlı “adenozin monofosfat” (AMP) kalmaktadır. Hücre içinde parçalanan organik maddelerden açığa çıkan, mesela glükozun parçalanması ile elde edilen enerji muhafaza edilerek AMP ve ADP moleküllerine enerjiden zengin bağların sağlanması ve ATP molekülünün yapılması için kullanılır. Zengin bir enerji taşıyıcı olan ATP gerekli yerlere giderek bu bağlarının ihtiva ettiği enerjiyi boşaltacak ve tekrar ADP ve AMP haline gelecektir. IŞIK ENERJİSİ ve HAYAT Dünya yüzünde hayatın zuhurundan önce, ilk organik maddelerin teşekkülünde belli başlı enerji kaynağını güneşin ültraviyole ışınlarının teşkil ettiği muhakkaktır. Bununla beraber, ilk iptidai canlıların ültraviyole ışınlarını organik maddeler imali için kullanmaya muktedir olmadıkları tahmin edilmektedir. O devrelerde ültraviyole radyasyonları o derecede kuvvetli idi ki, buna maruz kalan bütün canlılar mahvoluyorlardı; bu şualardan ancak su altına gizlenmek suretiyle korunmak mümkündü. Bu sebeple hayat evvela suda başlamıştır. Canlıları, gereken besini kendi imal eden (ototrof) ve başka canlıları yemek suretiyle organik maddeleri sağlayan heterotrof) canlılar diye iki grupta mütalaa edebiliriz. Bazı ilkel heterotrof canlılar evvela enerji kaynağı olarak güneşin ültraviyole ışınlarını değil, gözle görünen ışıklarını kullanmışlardır. Güneş, diğer yıldızların çoğu gibi hidrojen ve helium gazlarından yapılmış, orta büyüklükte bir yıldızdır. Güneşin harareti merkezine doğru artar ve 16 milyon santigrad dereceyi bulur. Bu hararetin ne demek olduğunu iyice anlatabilmek için bir misal verelim: bir toplu iğne başı büyüklüğünde güneş maddesi 150 kilometre mesafeden bir insanı kavurup öldürmeye yeterli ısı neşretmektedir. Güneşin merkezindeki bu azim hararet sebebiyle elektronlar atom çekirdeklerinden ayrılırlar. Böylece, güneşin içinde atom ve molekül değil serbest elektronlar ve atom çekirdekleri bulunur. Bu karışıma plazma adı verilir. Bu hararet derecesinde hafif elementlerin atom çekirdekleri bir araya gelerek daha ağır elementlerin çekirdeklerini, meydana getirirler. Mesela 4 hidrojen çekirdeği birleşerek bir helium çekirdeği yapar. Çekirdekler pozitif elektrik yükü taşıdıklarından birbirlerini itmeleri gerekir. Bu birleşmenin meydana gelmesi için güneşin içindeki gibi çok yüksek hararet derecelerine ihtiyaç vardır. Fusion adı verilen bu olay, yüksek ısı derecesinde ve atom çekirdeği seviyesinde meydana geldiği için “termonükleer reaksiyon” adını taşımaktadır. Böylece, güneşin içi, yakıtı hidrojen ve mahsulü helium olan muazzam bir atom fırını olarak telakki edilebilir. Güneşte meydana gelen helium miktarı, sarfedilen hidrojen miktarından biraz azdır. Aradaki bu fark güneşten ışın halinde çıkan enerjiyi verir. Bu enerji, yukarıda sıraladığımız çeşitli dalga boylarında ışınlar halinde dünyamıza ulaşmaktadır. Dünyamızın yüzünü kaplayan yeşil örtü, bitkiler, devamlı olarak güneş enerjisini kullanmak suretiyle havanın karbondioksit ve suyunu birleştirip bir organik besin maddesi olan karbonhidratları ve oksijeni yapmaktadırlar. Bunu bir kimyevi formülle göstermek istersek: Karbondioksit + Su ışık Karbonhidrat + Oksijen bitki CO2 + H2 O ışık (CH2O) + O2 bitki şeklinde bir denklem kurabiliriz. Biraz ilerdeki bahislerde göreceğimiz gibi, karbonhidratlar arasında en önemli yeri glükoz ihtiva eder. Glükoz’da CH2 O birleşimi altı defa mevcut olduğundan glükoz C6H1206 şeklinde yazılır. O halde denklemimiz şöyle olacaktır: 6 C02 + 6 H2O 􀃆 C6H1206 + 6 02 Bitkiler fotosentezle meydana getirdikleri glükozu hammadde olarak alır, bunu da işleyerek diğer organik maddeleri, başka karbonhidratları, amino asidlerini, yağları, vitaminleri, v.s. imal ederler. Tabiatta fotosentez yolu ile besin maddelerini imal eden bitkiler ve onları yiyerek bu besini sarfeden hayvanlar arasında devamlı bir “besin zinciri” mevcuttur. Bu arada bitkilerin de kendi imal ettikleri, fotosentezle meydana getirdikleri besinleri kendileri için kullandıklarını, bunlarla enerji sağladıklarını, büyüyüp çoğaldıklarını belirtmek gerekiyor. OKSİJEN ve HAYAT İnsanın dünyada zuhurundan milyonlarca sene evvel yaratılmış olması mümkün bu evimiz, bizleri barındıracak hale gelinceye kadar büyük evrimlerden geçmiş, evvela bütün ihtiyaçlarımızı karşılayacak duruma gelmiş, kainatın en şerefli mahlûkuna layık ve -pek mümkün ki- kainatta bir eşi daha bulunmayan bir barınak olmuştur. Dünyamızın etrafı atmosfer dediğimiz hava tabakası ile çevrilidir. Bu atmosferde, hayat için en lüzumlu gazlardan biri olan oksijenin teşekkülünün bundan 2000 milyon sene evvel başladığı tahmin ediliyor.Oksijenin önemli özelliklerinden biri ültraviyole ışınlarını emmesi ve bunun tesiriyle iki oksijen atomundan teşekkül eden bir oksijen molekülünün (bunu kimyevi formülü ile O2 şeklinde gösteririz) iki oksijen atomuna ayrılmasıdır. Bu şekilde ayrılan oksijen atomları bu defa üçü bir araya gelmek suretiyle ozon dediğimiz gazı teşkil etmek üzere birleşirler (O3). Şimşekli, yıldırımlı havalardan sonra etrafa yayılan kokuyu hatırlar mısınız? İşte yıldırım veya şimşek dediğimiz elektrik şeraresinin tesiriyle havadaki oksijen moleküllerinin atomlarına ayrılması ve tekrar birleşerek ozonu meydana getirmesi sonucunda çıkar bu koku. “Taze hava” kokusu dediğimiz bu koku, ozon’a hastır. Ozon, mavimtrak renkli ve keskin kokulu bir gazdır, atmosferimizin üst tabakalarında bulunur ve hayatımız için tehlikeli olacak ültraviyole ışınlarını emerek zararlı seviyede bize ulaşmasını önler. Ozonu, bu koruyucu kılıfı aşabilen az miktarda ültraviyolenin bile açık havada, plajlarda nasıl güneş yanığına sebep olduğunu bir düşünürsek ozonsuz bir atmosferde hayatın mümkün olamayacağını hemen anlarız. Dünyamızı koruyan ozon tabakası arz yüzeyinden 48 kilometre yüksekte yer almıştır. Nihayet, muhtemelen 400 milyon sene önce dünyamızı çevreleyen ozon tabakası bütün tehlikeli ültraviyole ışınlarını önleyecek kalınlığa erişmiştir. Dünyamız hazırlandıkça yeni yeni canlı cinsleri yaratılmış, her gelen nesil, her yaratılan tür, kendinden sonrakilerin yaşaması için gerekli ortamı hazırlamış, işi bitince de bu dünyadan kaybolup gitmiştir... Ta insana kadar. Bugün artık ozon tabakasını aşabilen güneş ışınlarının büyük kısmı gözle görülebilen ışınlardır ve bu ışınlar pek az enerji taşırlar. Bu enerji tabiattaki birtakım canlıların fotosentez yolu ile organik birleşikleri meydana getirmesine ve bizlere gerekli besin kaynağını hazırlamalarına yeterlidir. Bitkiler su ve karbondioksidi ışık tesiriyle birleştirerek (fotosentez yolu ile) karbonhidrat ve oksijen yapmakta, hayvanlar da solunum yolu ile aldıkları oksijen vasıtasiyle glükozu yakarak su ve karbondiokside çevirmektedirler. 6 CO2 + 6 H2O 􀃆 C6H12O6 + 6 O2 (fotosentez) C6H12O6 + 6 2 􀃆 6 CO2 + 6 H2O (solunum) veya 6 Karbondioksit + 6 Su 􀃆 Glükoz + 6 Oksijen (fotosentez) Glükoz + 6 Oksijen 􀃆 6 Karbondioksit + 6 Su (solunum) Böylece, bitkilerle hayvanların nasıl bir kader ve işbirliği içinde olduğunu görüyoruz. Bitki, bizim solunum mahsulümüz olan karbondioksidi su ile birleştirip glükoz ve oksijen yapmakta, biz de bu glükozu yediğimiz bitkilerle, oksijeni de teneffüs ettiğimiz hava ile alıp su ve karbondioksit yapmaktayız. Bu su ve karbondioksit gene bitkiler tarafından kullanılıp bize enerji kaynağı hazırlanmaktadır. İnsan-bitki arasında dönüp dolaşan karbon ve oksijen atomları esasında hiç kaybolmamakta. Yukarıdaki formüllere bakarsanız, eşitliğin iki tarafındaki O ve C atomlarının sayısı daima aynı kalmaktadır. Enerji akımındaki tek yönlülük onun tekrar sobanın içine girmesini önler. Bu suretle bitip tükenmek bilmez bir enerji kıymetsizlendirilmesi (entropi’nin artması) söz konusudur. Solunum ile enerjinin serbest hale gelmesi, organik maddelerin karbondioksit ve suya kadar yıkılması ile mümkün olabilmektedir. Biraz önce bunun bir örneğini gördük. Fakat, besinlerimiz, dolayısiyle enerji kaynağımız sadece karbonhidratlar ve özellikle, misalimizde olduğu gibi, glükozdan ibaret değildir. Enerji sağlanması ile ilgili kimyasal reaksiyonları iki grupta toplayabiliriz: 1. Glükozdan karbon atomlarının serbest hale getirilip karbondioksit yapılması: karbon yolu. 2. Glükozun hidrojen atomlarının oksijene geçirilmesi ile su meydana getirilmesi: hidrojen yolu. Karbonhidratların dışında yağlar ve proteinler de enerji kaynağı olarak kullanılırlar. Yağlar enerji için kullanıldıkları zaman karbonhidratlar gibi 2C ihtiva eden aktivasetik aside yıkılır ve sonra Krebs devresi üzerinden su ve karbondiokside parçalanırlar. Proteinler ise evvela aminoasidlere ayrılır ve bunlardan 3C, 2C ve 5C ihtiva eden muhtelif birleşikler meydana getirilir. Bunlar da gene Krebs devresi üzerinden su ve karbondiokside yıkılacaktır. Burada hemen bir parantez açarak bazı bilgilerimizi tekrarlayalım: (1) Evvela, en üstün yapı olan, son derece farklılaşmış bir strüktüre sahip sinir hücreleri proteinleri ve yağları enerji kaynağı olarak kullanamaz. Sinir sistemimizin enerji kaynağı, yakıtı, sadece saf ve taze glükozdur ve ancak gene taze oksijen vasıtasiyle bu glükoz yakılarak enerji elde edilir. (2) Vücudumuzda, dışardan verilen glükoz kısıtlandığı zaman enerji elde etmek için depolanmış yağlar yakılmaktadır. Bu suretle gıda eksikliğinde yağ depolarının erimesi, yani zayıflama açıklanmış oluyor. Şimdiye kadar anlattığımız “solunum” faaliyeti hücrelerde vuku bulmaktadır. Diğer bir deyimle, hücrelerin hepsi teker teker solunum yapmakta, bunların ihtiyacı olan oksijen ise akciğerlerin solunumu ile temin edilip kan yolu ile hücrelere götürülmektedir. Gene sindirim kanalından aldığımız karbonhidrat, yağ ve protein gibi besinler de hücreye kan vasıtasiyle nakledilmekte, böylece bir taraftan enerji istihsali, diğer taraftan gerekli yapı malzemesinin imali için iptidai maddeler temin edilmektedir. Her hücrenin içine mitokondrium adı verilen bir bölüm vardır. Bu bölüm hücrenin bir çeşit “enerji santrali”ni meydana getirir. Mitokondriumlarda Krebs devresi, solunum zinciri ve ATP teşekkülü için gerekli bütün enzim “cihazları” mevcuttur. Mitokondriumların içinde bu enzimler, tıpkı büyük fabrikalardaki montaj şeritleri gibi sıralanmışlardır. Nasıl komplike bir makinenin montajı yürüyen bir şerit üzerinde başlar ve makine her işçinin önüne, bu şerit üzerinde, geldiğinde yeni bir yeri monte edilirse, tıpkı onun gibi sıralanmış enzimlerin peşpeşe faaliyetleri sonunda nihai mahsûl olarak ATP molekülü imal edilmektedir. Bu imalatın hammaddesi besinler ve oksijen, yan mahsûlleri, artıkları da karbondioksit ve su’dur. Hücrenin içindeki mitokondrium sayısı hücrenin cinsine göre değişir. Bazı hücrelerde 10- 20 mitokondrium varken mesela karaciğer hücrelerinin herbirinde ortalama 1000 mitokondrium bulunur. Ortalama büyüklükteki bir mitokondrium, bir sosis şeklinde olup uzunluğu 2-3 mikronu, kalınlığı da 1 mikronu ancak bulur. GERİTEPME (FEED-BACK) ve DENGE DURUMU KONTROL MEKANİZMALARI Schroedinger isimli fizik bilgini bir konferansında şu soruyu soruyordu: “Atomlar neden küçüktürler?” Bu sorunun cevabını da gene kendisi vermişti: “Atomlar küçük değillerdir; aksine, biz büyüğüz. Bizim yapımızda çok sayıda atom vardır, bu sebeple bize küçük gelmektedirler. Yaşamak, istatistik bakımdan geçerli kanunlar meydana getirebilmek için çok sayı da atoma ihtiyaç vardır...” Gerçekten, tek hücreli canlılardan insana doğru gittikçe daha mütekamil varlıklara bakarsak, hücre sayısının tekamül seviyesi ile orantılı olarak arttığını, kendi aralarında bu hücrelerin birtakım gruplar teşkil ederek farklılaştıklarını görüyoruz. Bu farklılaşma içinde sinir sistemine ayrılan bölüm de diğer parçalara nisbetle gittikçe daha fazla bir yer kaplamaya başlar. Bu nisbet sinir sistemi lehine geliştiği derecede, canlı çevresine karşı kompleks reaksiyonlar verebilmektedir. Tek hücreli bir canlının basitçe zararlı ortamdan kaçıp besinin olduğu yere doğru gitmesi yanında insanın gündelik davranışlarının farkı işte bu “sinir sisteminin mevcudiyetinden” doğmaktadır. Sinir sistemi, çevreye uyumumuzu “en az enerji sarfedecek şekilde” ve kontrollü bir surette sağlamaktadır. Sinir sisteminin vazifelerini şu üç basit prensipte toplayabiliriz: (1) Dışarıdan gerekli bilgilerin alınması, (2) Bunların merkezde toplanması, işlenmesi, değerlendirilmesi, (3) Uygun cevapların verilmesi. Davranışı teşkil eden bütün reaksiyon zincirlerinin ve bizzat davranışın bütününün bir tek gayesi vardır: çevreye uyum, çevrenin mütemadiyen değişen şartları karşısında canlının kendi iç vasatını sabit tutması, kısacası, canlılığın sürdürülmesi. Canlılık, hayat, bir bakıma termodinamik kanunlarına aykırı bir durumdur. Canlılık süresince, ölüm anına kadar, entropi’nin artması önlenmeye, hiç değilse, bu artış hızı yavaşlatılmaya çalışılır. YETERSİZ ve GECİKMİŞ GERİTEPME MESAJLARI DÜZENLEME BOZUKLUKLARI Canlı organizmalarda faaliyeti düzenleyen, enerji sarfını engelleyen ve hayatiyetin devamını sağlayan negatif geritepme bağlantılarında, detektör ve reaktör arasındaki mesaj intikalinde yetersizlik veya gecikme bazı hastalık hallerinde, sakatlıklarda ve çeşitli anormal durumlarda ortaya çıkabilir. EI topu oynayan bir oyuncu düşünün. Karşısından gelen topa en kısa yoldan ulaşabilmesi için iki türlü geritepme bağlantısına ihtiyacı vardır: (1) gözü ile topun geldiği istikametin kontrolü, (2) kaslarımızdan ve eklemlerimizden gelen bilgilerle gövdemizin ve kollarımızın “nerede” ve “ne durumda” olduğunun bilinmesi. Bu şekilde, birtakım lüzumsuz hareketlerden kurtularak “en az enerji sarfı ile” topa ulaşılabilmektedir. Şimdi, kolları olmayan ve takma kollarla el topu oynamaya çalışan bir oyuncu düşünün. Bu oyuncu kollarının vaziyetinden, nerede olduğundan, ancak gözleriyle bakarak haberdar olabilmekte, el ve kol hareketlerini gözleriyle kontrol ederek bu mekanik kollarını hareket ettirebilmektedir. Bu kollarla da el topu oynanır, ancak top yerine yavaş hareket eden balon kullanmak suretiyle. Böylece, yavaş yavaş gelen balonu takma kolla yakalamak mümkündür. Görülüyor ki, burada “yetersiz” bir geritepme söz konusudur ve bu yetersizlik, dışardan sağlanan geritepme bağlantıları ile, mesela görme yolu ile telafi edilmeye çalışılmaktadır. POZİTİF GERİTEPME Bundan önceki bölümde gözden geçirdiğimiz geritepme bağlantıları hep sonucun sebebe ters yönde tesir etmesi ile işliyordu. Bunun aksi de mümkün ve varittir. Mesela, bir buhar makinesinde hızı düzenleyici sistemi, makine hızlandıkça silindire daha fazla buhar sevkedecek, yavaşladıkça buharı daha da kısacak şekilde bağlayalım. Bu durumda makine hızlandıkça daha hızlanarak sonunda kazanı patlayacak, parçalanacak veya yavaşladıkça daha yavaşlayarak sonunda duracaktır. Bu çeşit, yani sonucun sebebe ayni yönde tesir etmesi ile ortaya çıkan geritepme bağlantılarına “pozitif geritepme” adını veriyoruz. Pozitif geritepme sistemin dengeden çıkması halidir. Sonunda ya sistemin tahribine (yani maksimum’a kaçışına) veya durmasına (sıfıra kaçışına) sebep olur. Pozitif geritepme bir tehlikeye işaret eder. Kontroldan çıktığı zaman maksimuma veya sıfıra kaçışa sebep olur ki bu da sistemin (mesela canlı organizmanın) ya parçalanıp mahvolması veya sıfır noktasında ölmesi demektir. Pozitif geritepme ile kaçış durumuna girmiş olan bir sistem negatif geritepmenin düzenleyici tesirinden kurtulmuş demektir. Bu sisteme dışardan bir müdahale olmadan bu kaçışı durdurmak kabil değildir. Şeker hastalığının insülin verilerek, tansiyon yüksekliğinin tansiyon düşürücü ilaçlarla düzeltilmesi, ateşin aspirinle düşürülmesi gibi... Ancak bu müdahaleden sonra tabii olarak mevcut olan negatif geritepme bağlantıları kontrolü tekrar ele alırlar. Kaçış durumuna girmiş bir sistemin enerji kaynaklarının kesilmesi ile de bu kaçış durabilir. Bütün organizmalar enerji kaynakları tarafından beslenme ihtiyacındadırlar. Bu ya canlının doğrudan doğruya enerjiden zengin maddeleri fotosentez yoluyla imal etmesi (bitkilerde olduğu gibi) veya başka organizmalar tarafından imal edilmiş maddeleri kendi organizmasına alması, onları “yemesi” suretiyle olmaktadır. Böylece kazanılan enerji canlının dengesini devam ettirebilmesi, kendine benzer canlı hücreleri meydana getirebilmesi gibi maksatlarla kullanılır. Bu enerjinin ekonomik, yeterli ve faydalı bir şekilde kullanılabilmesi için canlı çevresinde önemli bir bilgi ve haberalma sisteminin kurulması gerekmektedir. Bütün bu haberler sinir sisteminde değerlendirilerek ayarlamalar yapılır. Bu arada, birtakım biyolojik faaliyetleri başlatabilmek için, negatif geritepme kontrolü altında, bazı pozitif geritepme bağlantıları da kullanılmaktadır. “OLMAZ”LAR NASIL “OLUR” ? George Gamow, bir yazısında hayatın termodinamik kanunlarına aykırı olduğunu, yani canlılığın mümkün olmadığının matematik olarak isbatının kabil olduğunu söyledikten sonra, “araya giren başka bir faktör sebebiyle” canlılığın bir vakıa olarak mevcut bulunduğunu belirtiyor. Gelin, bu küçük kitapçığı bitirmeden onun verdiği bir misali beraberce inceleyelim: Bir bardak su alın ve masanın üzerine koyun. Hayat veren, cana can katan bu suyun icabında ne büyük bir tehlike olabileceğini hiç düşündünüz mü? Suyu teşkil eden H2 O molekülleri, bütün diğer moleküller gibi, devamlı hareket halindedirler. Her molekülün hareket istikameti de tamamen tesadüfi olarak seçilmektedir. Her biri başka istikamete doğru hareket eden bu moleküllerin hepsinin birden ayni istikamete yönelmesi de aynı tesadüfi ihtimallerden biridir, Mesela bu suyun moleküllerinin hepsi birden yukarı doğru hareket etse, bir bardak su bir füzeden daha hızlı ve daha tehlikeli bir hal alacak, masamızın üzerindeki bardakta uslu uslu dururken birdenbire kurşun gibi tavana doğru fırlayacaktır. Bu halin asla görülmemesi, bunun “imkansız” olmasından değil, “son derecede nadir” bir hal olmasındandır. Tıpkı Entropi bahsinde belirttiğimiz gibi, odadaki havanın bir köşeye toplanıp kalan kısmının mutlak boşluk haline gelmesinin 103 X 1026 da bir ihtimal dahilinde gibi uzak bir ihtimal. Demek oluyor ki, fizik olayların temelinde düzensiz molekül hareketleri yatar ve bu olaylar gittikçe artan bir muhtemellik yönünde gelişir. Varılacak hedef, en muhtemel sonuç olan, artık hiçbir şeyin meydana gelmediği bir “denge durumu”, maksimum entropi halidir. Pozitif bilim, kütlelerin ve zıt işaretli elektrik yüklerinin birbirini çekmesini izah edememiş, bunlara “maddenin temel özellikleri” demiştir. Bu çekmeyi mecburi kılacak hiçbir maddi sebep gösterilemediği gibi bir merkez etrafında dönen cismin merkezden uzaklaşmasını sağlayan santrifüj kuvvet için de “maddenin temel özelliği” demekten ileri bir açıklama yapamamaktayız. Aslında yaparız da dilimiz varmaz, sonra gerilikle, yobazlıkla suçlanmaktan korkarız. Bunlara emr-i İlahi diyemeyiz, çünkü öyle öğretilmişiz. http://www.ozetkitap.com/ Bu yazı verilen site adresinden Hayat ve Enerji adlı kitap özetidir.

15 Aralık 2007 Cumartesi

KARAÇAM ÖZELLİKLERİ

Benim gibi yalnız başına yaşamını devam ettiren bir başkasını tanımam. Bu yaşam süremde ne insanlar gördüm elbisesi var içinde insan yok. Ne insanlar gördüm ,insan gibi insan üzerinde elbise yok. Fakat hepsine teşekkür ederim benim yaşamam için odunsuzluk çekerler. Soğuk odalarda kalırlar dalımı bile koparmazlar. Bazen gençler güç denemesi yaparlar ,bıçak ve kurşunla üzerime deneme yaparlar.Bende reçinem ile yaramı tedavi ederim. Gecen bulutlardan nem çalarım dallarımla su yaparak toprağa vererek insanların içmesi için güneyimdeki pınarı beslerim. Her genç aşıklara ev sahibi olurum ,nice güzeller ne gençler gördüm. Hepsinin düşüncesi gelecek, mutlu ve neşeli bakışları vardı. Fakat yaylada eski güzellikler kalabalıklar kalmadı. Bu insanlar nereye gittiler. Ben mi onlara kötülük yaptım.

Her sene bir önceki seneyi arıyorum. Beni yalnız bırakmayın bu yaylada atalarınızın izi vardır. Bir geçmişi vardır, geçmişinizi unutmayın ki geleceğiniz daha güzel olsun. Bizim burada eskiden ne pancarcı festivalleri gördük. Şimdi neden yapmıyorsunuz. Bulunduğumuz ortamda yeşillik mi yok çiçeklerimiz mi kalmadı. Yaylada ki sularımız mı azaldı. Ben her akşam su sesleri ile uyurum.

Aslında biraz kendimi tanıtayım benim soyuma karaçam derler bizler yükseklerde yaşamasını severiz. Çok iyi kerestemiz olur buradaki yaşlı yaylaların yüzde doksanı bizlerin soyundandır. Bir yayla duvarı olarak en az 300 yıl doğanın acımasız şartlarına göğüs gereriz. Hele bazı soylarımızın yapısında kendimizi reçine ile mumyalarız Ölümsüz oluruz. İnsanların evine kapı evin duvarına yapı, penceresine çerçeve ,kağnı arabasına teker oluruz. Fakat son zamanlarda aldığım duyumlarıma göre ,evinin çerçevesini kapısını çıkarıp bizleri atıp, petrol ürünü olan PVC’lerden yapılan pencere çerçeveleri yapıp evlerini süslüyormuşlar. İşte burada çok büyük yanılgıya düşüyorlar. Biz reçinemizle her zaman güzel kokular saçıp tatlı bir uyku sağlıyorduk. İçerisinin havasını temizleyip içeriye oksijen veriyorduk. Bizleri evlerinde kullanan insanlar daha uzun Ömürlüydü. Şimdi 60. gelmeden ölüyorlarmış .Niçin bizi terk ettiniz. PVC ürünü ne ısı alış verişi yapar ne ses ama çok tehlikeli gaz olan radon gazı üretir.

Bu gaz kansorejen içeriklidir. Sabah evinizde kalkınca yorgun bitkin kalkıyorsunuz bunun nedeni içeride oksijen kalmıyor. Oksijen kalmayınca da gece dinlenemiyorsunuz. Hele bebekleri bu odalarda büyütüyorsunuz. Bebekler için çok tehlikeli. Mutlaka ne kadar söyler semde inanmasınız ,hiç olmasa sabah kalkınca evinizin bütün pencerelerinizi açarak havalandırın. Birde yatmadan önce havalandırın öyle yatınız.

Benim yaşımı sormayın , çünkü canlıyı yaşlandıran mitekonrilerdir. Mitekondilerde vücudumuza enerji sağlayan hücrelerdir. Besin alınca çalışır vücudumuzun enerjisini karşılar.

Enerjiyi de yediğimiz yiyeceklerden alırız. Çevrenizi gözlemlerseniz az yemek yiyen insanlar daha uzun ömürlü oluyorlar. Yeme alışkanlığınızı değiştirin , sabah kahvaltıyı iyi yapın öyle yemeğini çok iyi yiyin akşamdan ise birer meyve veya 4 adet ceviz yiyin bol su için.Yatmadan 2.5- 3 saat önceden hiçbir şey ne yiyin ne için öyle uyuyun bakın sabahtan ne kadar dinç kalkacaksınız. Böylece ömrünüz uzayacak. Önemli olan çok yaşamaktır. Bu insanların sizlere ihtiyacı vardır.

Kendinizi ölüme terk etmeyin. Bizler yükseklerde yaşadığımız için yılın çoğu soğukta geçiyor. Senede 3ay veya 4 ay biz topraktan yiyecek ,güneşten enerji alırız böylece büyümemiz çok yavaştır. Bu gövde en az 2000 yılıktır. Biz az beslenip çok uyuduğumuz için ömrümüz uzundur. Aynı soyumuzdan sıcak bölgelerde yaşayan bizim gibi uzun ömürlü değildir. Çok beslediği için fazla yorulup erken yaşlanıyorlar.

14 Aralık 2007 Cuma

GÜNEŞ ENERJİSİ

Bölgede, potansiyelin en yüksek olduğu ay haziranda, metrekareye 26,3 birim enerji düşüyor. Ancak, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına Yönelik Yasa'nın yetersizliği nedeniyle bu enerjiden 'gerektiği gibi' yararlanılamıyor. Ama yetkililerin acele etmesine gerek yok, çünkü güneş enerjisinin sona ermesi için önümüzde 5 milyar yıl daha var! Ülkemizde ve özellikle Ege Bölgesi'nde güneş enerjisi, yenilenebilir enerji kaynaklarının başında geliyor. Güneş enerjisi, yılda 80 milyon ton eşdeğer petrol potansiyeline sahip. Ülkemizde yıllık ortalama toplam güneşlenme süresi 2 bin 640 saat. Bu oran günlük toplam 7,2 saate karşılık enerji miktarı sunuyor. Ege Bölgesi'nin güneşlenme süresi yılda 3 bin 423 saat. Bu da yılda metrekareye bin 630 kilowatt saat enerji düştüğü anlamına geliyor. Halk arasında "bedavaya sadece güneş doğar" söylemi ne kadar yaygın olsa da, bu olanaktan yararlanma yüzdesi istatistik bile olamıyor. Rakamsal gerçekler ortayken, alternatif enerji kaynakları içinde en iddialı olan güneş enerjisinin yok sayılması kabul edilir bulunmuyor. Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİE) verileri Türkiye'ye gelen güneş enerjisinin, üretilen toplam elektrik enerjisinin yaklaşık 10 bin katı olduğunu ortaya koyuyor. Ortalama toplam ışınım şiddeti, yılda metrekare başına bin 311 kilowatt saat. Ege Bölgesi, güneşlenme süresi bakımından Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi'nin ardından üçüncü sırada yer alıyor. EİE tarafından İzmir'de yapılan ölçümlere göre, güneş ışınımı değerlerinin en yüksek olduğu ay haziran. Bu dönemde metrekareye 26,3 enerji düşüyor. En düşük değerler ise 8.2 ile aralık ayında tespit edilmiş durumda. Bu aşamada dikkatler, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına Yönelik Yasa'ya (YEK) çevriliyor. 10 Mayıs 2005'te kabul edilen yasanın yetersiz olduğu vurgulanıyor. Bu görüşü öne sürenler arasında Makine Mühendisleri Odası (MMO) İzmir Şubesi de yer alıyor. Kamusal planlama olmaksızın sadece teşviklerle ve piyasa eliyle YEK kullanımının desteklenmeye çalışıldığını belirten oda yetkilileri, "Genel teşvik uygulamalarıyla sadece avantajlı bölgelerdeki santrallere destek söz konusu olabilecek" açıklamasını yapıyor. YEK'e karşı söylemler önceki hafta Çeşme'de gerçekleştirilen "Güneş Enerjisi Çalıştayı" nda da dile getirildi. Alternatif enerji kaynaklarıyla ilgili çalışma yapan geniş bir uzman grubunun bir araya geldiği çalıştayda yer alan Ege Üniversitesi Güneş Enerjisi Enstitüsü Müdür Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Fikret Okutucu, "Güneş enerjili ve ekolojik yerleşim için planlama kriterlerinin belirlenmesi ve bunlara olanak veren hükümlerin imar yasasında yer alması sağlanmalıdır" diyor. Türkiye'de üretilen toplam enerjinin yüzde 40'ının binaların ısıtılmasına harcandığını, bunun güneş enerjisiyle inşa edilmiş bir konutta yüzde 80 oranında azaltılabileceği belirten Okutucu, güneş mimarisinin gecikmeksizin uygulamaya alınması gerektiğini söylüyor. Güzelbahçe'de 1996 yılında güneş enerjisiyle ısıtılabilen konut inşa ettiklerini ancak bunun yaygınlaşmadığını dile getirerek "Binaların yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ısıtılabilmesine olanak sağlayacak yönetmelikler getirilmeli" diye konuşuyor. Çalıştayda yer alan CHP İzmir Milletvekili Hakkı Ülkü de, güneş enerjisinden aktif biçimde yararlanılabilmesi için yasal düzenlemenin kaçınılmaz olduğunu vurguluyor. Ülkü, akademisyenler ve sektörün diğer yetkin kişileriyle birlikte hazırlayacakları öneri listesini TBMM'ye sunacağını vurguluyor. Prof. Dr. Tanay Sıtkı Uyar da, yenilenebilir enerjinin kullanımı için kaynakların ve teknolojinin bulunduğunu ancak politik kararlılığın eksikliği nedeniyle, proje üretilemediğini vurguluyor. Uyar, güneş enerjisinin bir konu tun ısıtmadan, soğutmaya kadar olan tüm ihtiyacını karşılayabileceğini söyleyerek, tun ısıtmadan, soğutmaya kadar olan tüm ihtiyacını karşılayabileceğini söyleyerek, "Kömür, petrol, nükleer gibi enerji kaynaklarına inanan kamu görevlilerinin, ön yargıları değişmeli ve ardından yerel yönetimlerin de desteğiyle, başta güneş enerjisi olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarına önem verilmeli" görüşlerine yer veriyor. Sonuçta güneş enerjisinden yararlanmak için henüz geç olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü daha önümüzde 5 milyar yıl var. Uzmanlar, güneşin 5 milyar yıl sonra tükeneceğini varsayıyor. Bu kadar süre, ülkemiz ve özellikle Ege Bölgesi için, yenilenebilir enerji kaynaklarının başında gelen güneş enerjisini yaşam alanlarında kullanmaya fazlasıyla uygun. Yeter ki, gerekli yasal düzenlemeler tamamlansın ve kararlı bir irade ortaya konulabilsin.

TÜRKİYE’NİN ALTIN HARİTASI

TÜRKİYE’NİN ALTIN HARİTASI

Türkiye’de Altın madenlerinin varlığı konusunda araştırmalarını yıllardan beri sürdüren bazı Bilim adamlarımızın, yaptıkları çalışmalar ülkemizin yüzünü güldürecek sonuçlar verince, MTA’nın ve 1980’li yıllardan beri Türkiye’de araştırmalar yapan yabancı maden şirketlerinin verilerini birleştirdik. Aylarca süren çalışmalarımız neticesinde, Türkiye’nin yok denilen Altın madenlerini ve tespit edilen rezervlerinin zenginliği karşısında şaşkınlığa düştük. Ekonomik darboğazdan çıkmak için şu an atılacak ilk adımın bu yatakların işletilerek ekonomiye kazandırılması bir çok insanımıza iş olanağı ve ülkemize de önemli döviz girdisi sağlayacaktır. Bu düşünceler doğrultusunda, Kuvayi Milliye Eylemcileri Türkiye’nin Altın Haritasını hazırladı. 1987 yılında İTÜ’deki Bilim Adamlarının hazırladığı bazı bölgelerdeki Altın yatakları ve rezerv durumlarının değerlendirildiği araştırma raporunu göre; Anadolu’da en büyük Altın rezervlerinin,Toros sıradağları içinde yer alan Bolkar dağı ile Erzurum’daki Narman-Karadağ cevher kompleksinde olduğu saptanmış. Topraklarımızda bulunan Altının çıkarılması , değerlendirilmesi ve zenginleştirilmesi için bir araştırma merkezinin kurulması da istenen bu raporu, 1988 – 1990 yılları arasında zamanın ilgili Başbakanı ve Bakanları ile Maden Dairesi Genel Müdürlüğü’ndeki yetkililere de sunulan bu raporda özetle şu verilere ulaşılmış. Tarih boyunca çeşitli medeniyetlere sahne olan Anadolu’da pek çok Altın eser bulunduğunu, bunun da topraklarımızda bol Altın olduğunun göstergesi olarak algıladıklarını araştırmalara bu noktadan hareket ederek başladıklarını belirten bilim adamları;Türkiye’deki Altın yataklarını ''Plaser tipi cevherler , Serbest Altın içeren cevherler , Sülfürlü minerallere bağlı cevherler ve Refrakter cevherler'' diye sınıflandırmışlar. Plaser tipi Altın cevherlerinin genellikle Manisa’nın Salihli ilçesi ile Hatay’ın Akıllı Çayı ve İstanbul’a çok yakın olan İğneada’nın kumlarında bulunduğu saptanmış. Bu tür Altın cevherlerinin işlenmesinin kolay olduğu belirtilen raporda Hatay Kızıldağ’daki Altının mobilize olarak Akıllı Çayı ve Asi Nehri’nin sularına karıştığı belirtilmiş. Türkiye’de işlenmesi en kolay Altın cevherlerinin başında gelen Serbest cevherlerin Bolkar Dağında yer aldığına işaret edilen araştırmada , Bolkarların Altınından Hititlerin de istifade ettiği görüşüne de yer verilerek, Bolkarlar’da 354 bin 800 tonluk bir cevher alanı içinde bulunan Altının tonda 9 gram gibi çok yüksek verimlilikte olduğunun altı çizilmiş. Bu arada Bolkar rezervinin yaklaşık % 75’ini oluşturan Yeşelli Mağarası’ndan alınan numunelerin ise tonda 14.5 grama kadar yükselen zenginlikte olduğu tespit edilmiş. Araştırmalar sonucu Çanakkale’nin Madendağ , Kartaldağ yöresi , Serçeler Terziler sahaları arasında yapılan incelemelerde Kuvars damarları içinde de zengin Altın cevheri bulunurken, Bilecik- Söğüt arasında uzanan Krom cevherleri içinde de ‘’Sarsma masa teknolojisi ‘’ ile Altın elde edilebileceğine dikkat çekilmiş. Öte yandan Erzurum yöresinde Narman – Karadağ kompleksi içinde açılan galerilerde en verimli damarlara rastlanmış ve tonda 25 gram gibi dünya ölçülerine göre yüksek sayılabilecek Altın tenörü tespit edilmiş. Bakır sülfüre bağlı Altın içeren cevherlerin Rize – Çayeli , Ergani , Artvin , Yusufeli ve Esendere’de yaygın olduğu, Kastamonu Küre’de bakırlı pirit yatağında Altın olduğu saptanarak, Bakibaba , Aşıköy yataklarında da Dünya ortalaması olan tonda 2.5 gram Altın veren rezervlere rastlanmış. Bu araştırma raporunun, Başbakan, Bakanlar ve yetkililer tarafından nasıl değerlendirildiğinin sonucunu hiç kimse bilmiyor!...

SİZİN BUNLARI BİLMENİZ GEREKİYOR

Mikrodalga fırınla cep telefonu arasında ne fark var?

Birçoklarına göre bir mikrodalga fırına sahip olmak, evde küçük çapta bir atom reaktörü bulundurmakla neredeyse eşanlamlı. Oysa bilim onların bu kadar da korkulacak şeyler olmadığını söylüyor. Tek sakıncası, sizi de pişirebilir!

Nazire Kalkan

Derin dondurucudan çıkan balığı bir kaç saniyede çözüyor, 1 - 2 dakika içinde pişiriyor ve istenildiği sürece ısısını koruyor. Kaptaki sütü neredeyse aynı anda kaynatıyor. Mikrodalga fırınların marifetlerini hepimiz teslim ediyoruz. Kadın - erkek çalışan herkes için gerektiğinde hayat kurtarıcı olduğunun da farkındayız. Buna karşın pek çok insan için bir mikrodalga fırına sahip olmak demek, evde küçük çaplı bir Çernobil tehlikesini göze almak anlamına geliyor. Mikrodalga lafı çoğumuzun zihninde hemen bazı "acaba"lar oluşmasına neden oluyor. Adının bile tüylerimizi diken diken etmeye yettiği radyasyonu çağrıştırıyor. Acaba gerçekten mikrodalga fırında pişirilen ya da ısıtılan gıdalar radyoaktivite içeriyor mu? Bunları yersek yıllar sonra ailece kanser olur muyuz? Ya da mikrodalga fırınlar dışarı radyasyon sızdırıyor mu? Sızdırıyorsa bize etkisi ne olur? Galiba bu sorulara verilecek ilk ve en önemli yanıt mikrodalga fırınların radyasyonunun Hiroşima ya da Çernobil'deki radyasyonla aynı olmadığı. Bizim bildiğimiz o ölümcül radyasyon değil sözkonusu olan. Mikrodalga fırınlar elektro - manyetik ışınlarla çalışıyor. Tıpkı radarlar, yanımızdan ayırmadığımız cep telefonlarımız ve evimizin baş köşesindeki televizyonlar gibi. Böylece başlıktaki sorunun yanıtı da verilmiş oluyor. İkincisi, gıdalara radyasyon ya da ışın ne derseniz deyin, bu tür bir şeyin geçmesi fiziksel olarak mümkün değil. Bu da tamamen çalışma prensibiyle ilgili. Mikrodalga fırınların bu denli çabuk pişirebilmesinin sırrı gıdaların içindeki suyu güçlü bir enerjiyle buharlaştırması. TÜBİTAK'a bağlı Türkiye Meteoloji Enstitüsü Başkanı Doç. Hüseyin Uğur bu konuda Türkiye'deki en yetkili ağızlardan biri. Uğur'a göre kullanıcı kurcalamadığı sürece mikrodalga fırınların kimseye bir zararı yok: "Doğru frekansı bilirseniz her molekülü titreştirebilirsiniz. Mikrodalga fırında yapılan bu. Titreşimler ısıya dönüşerek gıdayı pişiriyor. Kullanılan frekans özellikle su molekülleri ve gıdalarda sık rastlanan diğer bazı moleküller üzerinde etkili. Bu bildiğimiz radyasyondan farklı. Daha az önemli ve daha az tehlikeli, ikincil bir şey. Cep telefonunda kullanılanla aynı." Mikrodalga fırında tehlikeli olan ışınların gıdaya geçmesi değil, dışarı sızması. Tek sızabileceği yer ise kapak. O yüzden kapak açıkken fırın çalışmıyor. Ayrıca kapaktaki topraklanmış ızgara enerjiyi yeniden içeri yansıtıyor. Ancak 1970'li yılların başında fırınlardaki güvenlik önlemlerinin yetersiz oluşu yüzünden zarar gören kullanıcılar olmuş. Mikrodalganın gelecek yıllarda ortaya çıkacak bir zararı yok. Ancak ışınlara maruz kalırsanız besinlere yaptığını size de yapması, yani pişirmesi sözkonusu.

Radyasyonun iyisi mi, kötüsü mü?

Radyasyonun iyisi tabii ki yok. Ama türleri, daha doğrusu dereceleri var. Kabaca iyonize eden ve iyonize etmeyen radyasyon olarak ikiye ayırmak mümkün. Tehlikeli olan birincisi. Çünkü moleküler yapıyı değiştirme gücüne sahip. Hiroşima ve Çernobil'de açığa çıkan radyasyon bu türden. Bu radyasyona röntgen cihazlarında ve uçak seyahatlerimizde de maruz kalıyoruz. Güneş ışınlarındaki ultaviyoleden başlıyor ve X ışınları, gama ışınları diye devam ediyor. Toprakta ve taşta, inşaat malzemelerinde de yine radyasyon var. Ancak çok düşük olduğu için etkilenmiyoruz. İkinci tür radyasyon ise molekül yapısı üzerinde etkili olmadığı için ölümcül tehlike taşımıyor. Cep telefonları, televizyon, radar ve mikrodalga fırınlar bu gruba giriyor. Bu ışınlar içimizden bize zarar vermeden geçip - gidebiliyorlar.

Teflon çizilmekle bozulur mu?

Mutfaktaki tartışmalı malzemelerden biri de teflon. Tavadan, servis takımlarına, fırın tepsisinden cezveye kadar teflonun mutfaklarda girmediği köşe neredeyse kalmadı. Ancak yapışmaz tabanlı olmasıyla tanınan bu malzeme hakkında da bazı kuşkular bulunuyor. Bunların en başında da sert cisimlerle temas ettiğinde çok kolay çizilebilen teflonun ne derece sağlıklı olduğu sorusu geliyor. Çizilen teflonun bir daha asla kullanılmaması gerektiğini, hatta teflon tava ya da tencerelerde pişirilen yemeklerin hemen başka bir kaba aktarılmasının daha doğru olduğunu düşünenlerin sayısı az değil. Tüketici teflondan hem vazgeçemiyor hem de bu kuşkuları sürekli içinde taşıyor. Durumu açıklığı kavuşturmanın yolu ise malzemeyi daha yakından tanımaya çalışmak. Teflon aslında yüksek ısıya dayanıklı bir çeşit plastik. En karakteristik özelliği ise son derece "kararlı" bir madde olması. Yani başka maddelerle kolay kolay tepkimeye girmemesi. O yüzden teflonda pişirilen yemeklere bazılarının sandığı gibi kimyasal madde karışmasına olanak yok. Gelelim en can alıcı soruya, çizilen teflonda kanserojen madde riski var mı? TÜBİTAK'a bağlı Marmara Araştırma Merkezi Malzeme ve Kimya Teknolojileri Araştırma Enstitüsü üyelerinden Atilla Güngör'ün bu soruya yanıtı hayır. Çizilmenin ancak hijyenik açıdan risk yaratabileceğini belirten Güngör şöyle diyor: "Eğer bir maddeye kendisinden daha bir sert madde değdirirseniz çizilir. Bu bir fizik kuralı. Ama çizilmekle kanserojen hale gelmez. Çünkü sadece mekanik bir zarar verilir. Teflon yine teflondur. Moleküler yapı değişmez. Çok derin bir çizikte en fazla en alttaki metal tabakaya geri dönersiniz. Ancak bu çiziklerin içine bakteri ve mikroplar yerleşerek bazı enzimler üretebilirler. İyi yıkanmazsa hijyenik açıdan sakıncalıdır. Ama hijyenle, toksik maddeyi birbirine karıştırmak doğru değil."

Ambalajda "ağır metal" tehlikesi

Özellikle abur cubur türü yiyeceklerin konduğu alimünyum türü ambalajlar standartlara uyulmadığı takdirde arsenikten kurşuna kadar toksin madde riski taşıyor. Yediğimiz - içtiğimiz gıdalarda pet ve PVC şişelerden karton mukavva kutulara ve alimünyum ambalajlara kadar çok çeşitli malzemeyle karşı karşıyayız. Ancak gıdaya değen hatta zamanla nüfuz edebilen bu maddelerin sağlığımıza etkileri hakkında fazla fikir sahibi değiliz. Gıda teknolojisi uzmanları özellikle ağır metal tehlikesine dikkat çekiyorlar: "Yiyeceklere temas eden ambalajların civa, arsenik, kadmiyum, arsenik gibi ağır metaller içermemesi gerekiyor. Bunlar toksin maddeler oldukları için çok önemli zararları olabilir. Kesinlikle belli sınırların altında kullanılmalıdır. Ancak ne yazık ki Türkiye'de bu değerleri sağlıklı olarak ölçecek mikroanaliz laboratuarları yok. Daha da önemlisi bu işin peşini kovalayan kuruluşlar yok." Kısacası biz tüketicilerin elinden şimdilik üreticilerin iyiniyetine güvenmekten başka birşey gelmiyor. Ambalajlara kesin standartlar getirecek olan yeni yasa tasarısı ise hala komisyonlarda bekliyor. Özellikle abur - cubur türü yiyeceklerin konduğu iç yüzeyi alimünyum kaplı ambalajlarda daha da hasas olunması gerektiğine dikkat çeken uzmanlar, "bu ambalajlarda metalize alimünyum kullanılır. Ancak bu madde fazla dayanıklı olmadığı için üzeri verniklenir. Patates ya da mısır cipsinin yağı bu verniğe temas eder. İşte vernikte ne tip solvent ve reçine kullanıldığı da çok önemli." Toksin madde riski PVC şişeler için de geçerli. Üretim aşamasında yapılacak bir hata tehlikeli kansorojen maddelerin açığa çıkmasına neden olabiliyor. Eğer üretici iyiniyetli değilse, bozuk malzemeyi atmak yerine iyi malzameyle karıştırıp kullanabiliyor. PVC'ye göre daha sağlıklı olan pet şişelerin ise uzun süre güneş altında bekletilmeleri sakıncalı.

11 Aralık 2007 Salı

Farkında Olmalı İnsan...

--------------------------------------------------------------------------------
Farkında Olmalı İnsan... Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı. Farkı Fark Etmeli, Fark Ettiğini De Fark Ettirmemeli Bazen... Bir Damlacık Sudan Nasıl Yaratıldığını Fark Etmeli. Anne Karnına Sığarken Dünyaya Neden Sığmadığını Ve En Sonunda Bir Metre Karelik Yere Nasıl Sığmak Zorunda Kalacağını Fark Etmeli. Şu Çok Geniş Görünen Dünyanın, Ahirete Nispetle Anne Karnı Gibi Olduğunu Fark Etmeli. Henüz Bebekken "Dünya Benim!"Dercesine Avuçlarının Sımsıkı Kapalı Olduğunu, Ölürken De Aynı Avuçların "Her Şeyi Bırakıp Gidiyorum İşte!" Dercesine Apaçık Kaldığını Fark Etmeli. Ve Kefenin Cebinin Bulunmadığını Fark Etmeli. Baskın Yeteneğini Fark Etmeli Sonra. Azraillin Her An Sürpriz Yapabileceğini, Nasıl Yaşarsa Öyle Öleceğini Fark Etmeli İnsan Ve Ölmeden Evvel Ölebilmeli. ? Hayvanların Yolda Kaldırımda Çöplükte Ama Kendisinin Güzel Hazırlanmış Mükellef Bir Sofrada Yemek Yediğini Fark Etmeli. Eşref-İ Mahlûkat (Yaratılmışların En Güzeli) Olduğunu Fark Etmeli. Ve Ona Göre Yaşamalı. Gülün Hemen Dibindeki Dikeni Dikenin Hemen Yanı Başındaki Gülü Fark Etmeli. Evinde 4 Kedi 2 Köpek Beslediği Halde Çocuk Sahibi Olmaktan Korkmanın Mantıksızlığını Fark Etmeli. Eşine "Seni Çok Seviyorum!" Demenin Mutluluk Yolundaki Müthiş Gücünü Fark Etmeli. Dolabında Asılı 25 Gömleğinin Sadece Üçünü Giydiğini Ama Arka Sokaktaki Komşusunun O Beğenilmeyen Gömleklere Muhtaç Olduğunu Fark Etmeli. Zenginliğin Ve Bereketin Sofradayken Önünde Biriken Ekmek Kırıntılarını Yemekte Gizlendiğini Fark Etmeli. FARK ETMELİ. Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,O Da Bugündür.

5 Aralık 2007 Çarşamba

Bor Bileşiklerinin Stratejik Değeri ve Enerji

Dünya bor rezervlerinin %63′ne sahip ülkemiz gerçek bir servetin üzerinde oturmaktadır.Problem,bu zenginliğin ne kadar farkındayız sorusuna yanıt aramada düğümlenmiştir. Bu yazımızda,bor bileşiklerinden elde edilen yakıtlar konusunu ve bu bağlamda Dünyada meydana gelen gelişmeleri aktarmağa çalışacağız. Bilimsel gelişmeler ve ileri teknoloji uygulamaları,uluslararası ilişkilere yön veren temel bir güç haline dönüşmüştür.Bunun sonucu olarak küçük büyük tüm uluslar politikalarını,bilim-teknoloji-enerji üçlemesi üzerine kurgulanmaktadır.Ülkemizin en büyük eksikliği bilim ve teknoloji alanında ne yapacağını bilememesi hedeflerini belirleyememesidir.20′inci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan bir çok küçük ülke mütevazı de olsa bilim ve teknoloji üretirken Türkiye ne bilim nede teknoloji üretmektedir;para karşılığı satın aldığımız teknolojileri tüketmekteyiz.Bütçemizden her sene know-how karşılığı ödediğimiz büyük miktarlar ile yabancı ülkelerin AR-GE (Araştırma-Geliştirme) faaliyetlerini finanse etmekteyiz.Sahip olduğumuz bor ve bor bileşikleri bunun tipik bir örneğidir.Bu yazımızda bordan bir enerji kaynağı olarak nasıl yararlanılır sorusunu tartışmaya açacağız.Bor madenlerinin ve bor bileşiklerinin stratejik önemi nedir?

Gelecekte bu önem nasıl artar? Ülkemizdeki bilgi birikimi bor rezervlerini katma değere dönüştürebilir mi? Bu konuda nasıl bir politika izlenmesi gerekir? Ülkemizin en yüklü ithalat kalemi enerji olmasına rağmen yakıt ekonomisi gibi bir kavram bilimsel,teknolojik ve politik gündemimizde hiç yer almamıştır.Bu kavramı,başta Enerji,İmar İskan,Bayındırlık,ve ulaştırma bakanlığı ve yerel yönetim teknokratlarının anlaması ve gerekli uygulamaları başlatması gerekir. Bir çok ülke ulaştırma sektöründeki enerji tüketiminin ithalat faturalarına yansıttığı miktarları makul seviyelere düşürmek için,hem petrol hem de elektrik ile çalışan hibrit motorlar üzerinde araştırma ve geliştirmeler yapmaktadır. Amaç yakıt ekonomisinin gereklerini yerine getirmektir.Şehir içi trafik düzenlemeleri dahi yakıt ekonomisi göz önüne alınarak yapılmalıdır.İstanbul ve Ankara trafiğinde yaşanan sıkışıklıklar yöneticilerimizin yakıt ekonomisi konusunda ne kadar Fransız olduğunu gösteriyor. Araçlar şehir içlerinde sıkışık trafikte elektrik,şehirler arası yollarda benzinli motor çalışmaktadır,Toyoto 2006 senesinde 400000 hibrit oto satışı yapmıştır.Türkiye de araba üreten sektör bu önemli gelişmenin tümüyle dışındadır.Elektrik motorları,sülfür di oksit,azot oksit karbon monoksit,hidrokarbon ve ağır metal içeren egzoz gazları yayınlamadığından çevre duyarlı toplum tarafından tercih edilmekte ve vergi indirimi gibi teşvikler görmektedir.

Son günlerde enerji ile ilgilenen bazı şirketlerin enerji ekonomisi konusunda ciddi ilerlemeler kaydettikleri basında yer almaktadır.Özellikle Zorlu şirketler gurubunun etkinlikleri ile,başta otomobil üreten petrol rafine eden ve pazarlayan şirketler,TÜBİTAK;TAEK ve üniversiteler gibi bilimsel kuruluşlar ortak bir stratejide birleştirilmelidir.Bor ve bileşiklerinin önemi,ulaşım sektöründe yakıt olarak kullanılması gündemde olan hidrojen üretimi ve depolanması ile ilgilidir.

Bor ve bor bileşikleri,enerji içeriği çok yüksek hidrojeni depo edebilmesi nedeni ile stratejik maddeler arasında yer alır.Bilindiği gibi hidrojen uzun süreden beri amonyak,ve metanol üretiminde,petrol rafinajında, gıda teknolojisinde,uzay mekiklerinde ve roket teknolojisinde kullanılmaktadır.

Yakıt pilleri hidrojenden enerji elde etmek için geliştirilen bir teknolojidir.Bu sistemde hidrojen oksijen ile elektro kimyasal işlemler ile birleştirilerek elektrik akımı elde edilir. Yanma olmadığı için egzoz gazı yayını olmaz .Dolayısıyla yakıt pilleri çevreyi kirletmeyen bir enerji üretim türüdür.Hidroksitlerin elektrolit olarak kullanıldığı yakıt pillerinde iki adet amorf elektrot bulunur.Sonuç olarak lise kimya derslerinden anımsanacağı gibi

H2 +2OH =H2O+2e

Reaksiyonu sonucu elektrik akımı elde edilir.Burada e elektronu göstermektedir.Ulaşım sektöründe otomobiller diğer sektöründe pil ile çalışan araç ve gereçler yukarıda verilen elektro kimyasal reaksiyon sonucu açığa çıkan elektronun oluşturduğu akım ile çalıştırılır.Yakıt pilleri (fuel cells) hidrojeni elektrik enerjisine çeviren sistemlerdir.Şekilde bir yakıt pilinin nasıl elektrik akımı ürettiği bir yakıt hücresinde meydana gelen fiziksel olaylara bağlı olarak gösterilmiştir.

Yakıt pilleri yeniden şarj edilebilen bataryalara benzer.Hidrojen ve oksijen verildiği sürece akım verir.(Proton exchange membrane=PEM) Proton değiş-tokuş zarı içeren yakıt pil hücreleri gözenekli iki elektrot,anot ve katot ve bir polimer zardan oluşur.Polimer zar anot ve katodun arasında yer alır.Anot ve katot yüzeyleri platin bazlı bir malzeme ile kaplanır.Şeklin 1 no ile gösterilen aşamasında hidrojen yakıt hücresine enjekte edilir.Hücreye giren hidrojen atomları anot üzerindeki katalizör tarafından elektronlarından soyulur.Serbest kalan elektronlar pilin dış devresinde akım oluşturur.Bu durum şekilde 2 nolu aşama ile belirtilmiştir.Aletleri çalıştıran bu akımdır.Ancak akımın sürdürülebilmesi için kimyasal işlem pilin iç devresinde de tamamlanması gerekir.Elektronlarını kayıp etmiş hidrojen atomları yani protonlar katoda doğru hareket ederler.Şekilde bu aşama 4 no ile gösterilmiştir.Katodun gözeneklerinden dışarı çıkan protonlar dış akım elektronlarını yakalayıp tekrar hidrojen atomuna dönüşürler. Bu aşmada şekilde 5 no ile belirtilmiştir.Hücre içinde bu duruma gelen hidrojen atomları oksijen ile birleşerek bildiğimiz suya dönüşür.Sonuç olarak hücre akım üretirken çevreye zarar vermeyen suyu egzoz olarak dışarı atar. Böylece pilin iç devre akımı tamamlanmış olur.Şekilde 6 no ile gösterilen ise üst üste yerleştirilmiş pil hücrelerini göstermektedir.Çok sayıda hücrenin ürettiği akım birleştirilerek bir otomobili bile hareket ettirebilecek enerji elde etmek mümkün olabilmektedir.Yakıt pilleri çok çeşitli amaçlar ile kullanılabilen düzeneklerdir.Yakın bir gelecekte mobil telefonlar,bilgisayarlar,TV ler ve benzeri tüm aletler yakıt pilleri ile çalışacaktır.Sanıyorum Zorlu gurubunun üzerinde çalıştığı bu cins bir düzeneği ticari hale getirebilmektir.Hem ekonomik hem de neredeyse bitmeyen bir pil gibidir.Yakıt pilleri çevre dostu bir enerji üretim tekniğidir.Teknolojisinin ticari hale dönüştürülmesi hücreye giren ve akımı oluşturan hidrojen atomlarının nasıl elde edileceği problemine odaklanır. Gerçekten hidrojen enerji içeriği çok yüksek olan yanıcı ve uçucu bir gazdır.Bir bomba gibidir.Depo edilmesi ve insanların bu pilleri korkmadan kullanabilmesi yeni teknolojik geliştirmelere bağlıdır.Bor ve bor bileşikleri bu endişeleri ortadan kaldıracak özelliklere sahip olduğundan ülkemiz için ayrı bir önem taşır.Yukarda önerdiğimiz gibi bu konuda tüm kuruluşlar gayretlerini birleştirmeli ve yakıt pili üreten bir Dünya markası meydana getirilmelidir.Bu sanıldığı kadar zor bir iş de değildir.Ülkemizdeki bilgi birikimi buna yeterlidir.Küresel ısınma sera ve baca gazlarının kontrolsüz atmosfere atılışı uluslar arası bazı önlemlerin alınmasını zorunlu hale getirmiştir.Her ne kadar bu konuda tam bir anlaşma sağlanmış olamamasına rağmen toplum tehlikenin farkına varmıştır.Ulaşım çevreyi insafsızca kirleten sektörlerin başında gelir.Otoların egzozlarından çıkan gazlar bir problemdir.Yakıt pilleri bu önemli soruna çözüm getirecek bir alternatiftir.Şekilde bir yığın yakıt pilinin bir otomobili nasıl çalıştırıldığı gösterilmiştir.Yukarıda belirttiğimiz gibi egzoz gazı sudan ibarettir.
Yakıt pillerinde akımın iç ve dış devrede oluşumunu gösteren 1 den 6 ya kadar olan aşamalar motor üzerinde de aynı anlamda gösterilmiştir.Hidrojenin pile enjeksiyonu elektronlarından soyularak protona dönüştürülmesi,serbest kalan elektronların dış devrede akımı oluşturması aynı aşamalardır. Burada değişik olan akımın tekerleğe bağlı elektrik motorunu döndürerek hareket sağlamasıdır.Pilin iç devresini tamamlayan protonların tekrar elektron kaparak hidrojen atomuna dönüşmesi ve havanın oksijeni ile birleşerek egzoz olarak suyun dışarı atılışı yakıt pili motorlarını geleceğin cevre duyarlı motorları haline dönüştürmüştür.Pillerin üst üste stoklanması ile motora yeterli güç sağlayacak gerilimi meydana getiriler.Basınımızda su ile işleyen motor olarak geçen yakıt pilleri basit pil mantığı ile geliştirilmiş düzeneklerdir.Her teker bir yakıt pili bataryasına bağlıdır.Elektrik motorları tekerlere sinkorinize dönme sağlar.otomobil üretiminde devrim niteliğinde bir değişim sağlaması beklenmektedir.Yukarıda belirtildiği gibi motorun enerji üretebilmesi sürekli hidrojen girişinin sağlanmasına bağlıdır.Yakıt pilleri iki farklı teknik kullanılarak hidrojen ile beslenir.İlk akla gelen teknik hidrojenin yüksek basınç altında depo etmektir.Ancak hidrojenin tankının araç üstünde monte edilmesi ciddi güvenlik sorunları doğurur.Hidrojenin uçucu ve yanıcı gaz olması depolama tekniğine ilave teknik yükümlülükler ve maliyet getirir.Yakıt pili çalışan bir otomobilin içten yanmalı motorlar gibi ayrı bir motor bölmesi yoktur.Her bir teker üzerine yerleştirilen dört elektrik motoru hareketi sağlar.Hidrojen deposu arabanın şasisi üzerine yerleştirilir.Şekilde yakıt pili ile çalıştırılan bir otomobil şeması gösterilmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi problem hidrojenin güvenli bir şekilde depo edilebilmesidir.Yolcu ve sürücüler adeta bir saatli bomba olan hidrojen tanklarının üstünde oturmak durumundadır.Bor madenlerinin önemi bu güvenlik problemine çözüm getirebilme olasılığının yüksek olmasındandır.Türk bilim ve teknoloji sisteminin üzerinde durması gereken nokta budur.Bor bileşiklerinin özelliği,hidrojeni serbest halde değil de sodyum bora hidrat şeklinde bir kimyasal bileşikte depo edebilmesidir.Yakıt pilleri için gerekli hidrojen yüksek basınç altında depo edilmeye gerek kalmadan bu bileşikte depo edilebilir.Bordan elde edilen unu andıran beyaz tozu sadece suda eritmek ile elde edilen yakıtın ilerde petrolün yerini alması çok uzak bir ihtimal değildir.Dünya bor reservlerinin %63′ne sahip ülkemizin önemi buradadır.Ana maddesi su ve bor olan bu yakıtın üretimi depolanması dağıtımı ne ekonomik nede ticari nede politik bir engel ile karşılaşmayacaktır.Önümüzdeki 15-20 sene içinde bor bileşikleri enerji sektöründe bir devrim yaratacak,bor rezervleri petrol rezervleri kadar önem kazanacaktır.Toplumun zehirli gazlar yaymayan yakıtlara eğilimi bor bileşiklerinden elde edilen yakıtı rakipsiz kılacaktır.Bu gün pahalıya üretilen karbon içermeyen çevre dostu bor yakıtlar gelecekte fosil yakıtlar ile rekabet edebilecek teknik kapasitelere sahip olacaklardır.Tüm Dünya benzin motorlarını geliştirme ile birlikte bor yakıtlı motorları geliştirme çalışmalarına destek vermektedir.Notrium olarak adlandırılan sodyum bora hidrat’ın enerji yoğunluğu,yani yakıt pillerine sağladığı hidrojenden elde edilen enerji yoğunluğu,içten yanmalı benzin motorlarının enerji yoğunluğuna eşittir.Notrium yakıtlı araçlar,bir depo ile 500km yol alabilmektedirler.Deneme sürüşünde 100km’ye 16 saniyede çıkabilmiştir.Bu benzinli motorlara göre oldukça uzun bir süredir.Bunun anlamı yakıt pillerinin beslediği elektrik motorlarının arabaya yeterli ivme kazandıramamasıdır.Çözüm bir zaman meselesi olup sadece bir mühendislik problemidir.Yakıt pilleri için gerekli hidrojen, sodyum bora hidrat suda çözülmesi ile elde edilir.Lise kimya derslerinden bilindiği gibi:

NaBH4+H2O——NaBO2+4H2

reaksiyonu ile elde edilir.NaBH4 unu andıran beyaz bir tozdur.H2 Üretim hızı,yakıt pillerinin istenilen şiddete elektrik akımı verecek şekilde ayarlanır.Sudaki çözeltinin alevlenme ve patlama tehlikesi yoktur.Dolayısıyla hidrojen tanklarının neden olduğu tehlike bu teknik için söz konusu değildir. Otomobiller teknoloji ticari hale dönüştüğünde benzin yerine depolarını notrium veya benzeri bor bileşikli yakıtlar ile dolduracaklardır.

Bor bileşiklerinden yakıt üretimi konusunda aralarında Nobel ödüllü bilim adamlarının da bulunduğu bir çok gurup araştırmalarını sürdürmektedir.Duracell,Du Pont,Dow chemicals gibi dev şirketlerinin de gündeminde bor bileşiklerinden yakıt üretme yer almaktadır.Şu anda sodyum bora hidrit’in maliyeti petrole göre yüksektir.Ancak uzun süre yüksek kalacağının garantisi yoktur.Petrol her zaman krizlere neden olabilecek bir yakıttır.Rutgers üniversitesi araştırma ve geliştirme merkezinde yapılan prototip otomobil bir depo sodyum bora hidrat çözeltisi ile 600km yol alabilmiştir.Bu örnekten görüleceği gibi yenilikçi teknolojiler üniversite araştırma merkezlerinde tasarlanmaktadır.Dünya bor rezervlerinin büyük bir kısmına sahip ülkemizde,Üniversitelerimiz,TÜBİTAK,TAEK,MTA,Enerji tabii kaynaklar bakanlığı,Sabancı ve Koç gibi oto üreten şirket toplulukları,Tüpraş ve petrol ofis gibi petrol rafinajı ve dağıtımı yapan şirketler gayretlerini bor bileşiklerinden yakıt üretmeye odaklamalıdırlar.Bu beyaz tozdan elde edilecek enerji,bataryalardan bilgisayarlara,otobüsten trenlere gemilere hatta uçaklara kadar her türlü aracın enerji gereksinimini karşılayabilecektir.New-York,Londra,İstanbul,Paris gibi metropoller,zehirli egzoz gazlarından temizlenecek insanlar temiz hava soluyarak yaşamlarını sürdürme olanağına kavuşacaklardır.

Ülkemiz için önemli olan şu an belli başlı kimya ve otomobil şirketlerinin üzerinde çalıştığı bu yakıt türü üzerinde araştırma ve geliştirme çalışmalarını yoğunlaştırmaktır.Araştırmalar olumlu sonuçlanırsa benzin istasyonlarının yerlerini bor kaynaklı yakıt dağıtım istasyonları alacaktır.Dünya bor rezervinin %63′ne sahip Türkiye bu servetini katma değere dönüştürebilecektir.Ancak bunu bor yataklarını yabancılar satarak ve bu gelişmenin dışında kalarak başarmak olası değildir.

Prof.Dr.Cengiz Yalçın

Yazıcı sigaradan beter

Teknolojik aletler pek de masum değil. Yazıcılara çok dikkat! Evimizde ve işyerimizde sık sık kullandığımız yazıcıların diğer teknolojik aletler gibi masum olmadığı ortaya çıktı. Sebebine gelince…

Avustralyalı bilim adamları, bilgisayar yazıcılarının havaya toner partikülleri saçtığını ve bu partiküllerin hava ile birlikte ciğerlere çekildiğinde sigaranın içindeki maddeler kadar zarar verdiğini bildirdi.

62 yazıcıyı inceleyen uzmanlar, bunlardan yüzde 30’unun yüksek miktarda zararlı toz yaydığını keşfetti. Ciğerler için son derece tehlikeli olan bu tozlar, özellikle ofis ortamında çalışanlar için büyük sağlık tehdidi. Queensland Teknoloji Üniversite’sinden Lidia Morawska, yazıcıların sigara kadar sağlığa zararlı olduğuna dikkat çekerken bu cihazların tehlikesinin markadan markaya değiştiği belirtildi.

Ayrıca Morawska, ev ve ofis gibi kapalı ortamlarda daha fazla hava kirliliğine yol açan kaynaklar keşfettiklerini söyleyerek birçok teknolojik aletin zararlı olduğuna işaret etti.