22 Aralık 2007 Cumartesi
HAYAT VE ENERJİSİ
Kitabın Adı
Enerji ve Hayat
Yazarı
Prof. Dr. Ayhan Songar
Bundan tam 1017 saniye önce bu kainat, bir elektron bulutundan ibaretti. Sonra “olmazlar”
“oldu”, bugün bildiğimiz bütün termodinamik prensipler tersine işledi, bu zerreler yer yer
toplanıp bir araya geldi, yıldızlar, onların etrafında gezegenler teşekkül etti.
Bunlardan yalnız bir tanesi, milyarlarca milyar adet uzay cismi içinde toz zerresi kadar bile
yer işgal etmeyen bir teki, bütün yaratılmışların en şereflisi olan misafirini barındırmaya
yeterli şartları, gene milyarlarca sene içinde, hazırladı. Etrafı, o misafiri için en uygun
özellikleri taşıyan ve atmosfer denen bir gaz tabakası ile çevrildi. Böylece bir yandan da
insanoğlunu uzaydan gelen tehlikeli ışınlara karşı koruyacak bir kılıf meydana geldi.
Dünya güneşten 149 milyon kilometre uzaklıktaki yörüngesine, gene bütün fizik
prensiplerini alt üst edercesine, 23 derecelik bir eğiklikle oturdu. Bu yörüngede saniyede 30
kilometre hızla yol alırken misafiri için en uygun ve mevsimler şeklinde değişen iklim
şartlarını sağladı.
Gelecek misafirini ağırlamak için çeşitli nebatlar, hayvanlarla bezendi. Ve, her şey tamam
olunca insan, Yaradanın kendisine bahşettiği akıl, zeka ve irade ile bu tabiatı hükmü altına
almak üzere dünyaya ayak bastı.
ENERJİ BİRİMLERİ
TERMODİNAMİK KANUNLARI
Termodinamiğin birinci kanunu enerjinin korunması prensibini getirmekte ve “Enerji bir
şekilden diğerine dönebilir fakat ne tahrib edilebilir ve ne de yeniden yaratılabilir” şeklinde
ifade edilmektedir. O halde, kainatta yaratıldığı anda mevcut olan toplam enerji miktarı
değişmemekte, sadece bir enerji şeklinin diğerine dönmesi söz konusu olmaktadır. Hararet,
mekanik enerji, elektrik enerjisi, v.s. hep birer enerji şeklidir ve birbirine dönüştürülebilir. Bu
dönüşme sırasında toplam enerji daima sabit kalır.
Termodinamiğin ikinci kanununun iki şıkkı vardır:
a) Bütün ısı makinelerinde kullanılan cisim bir sıcaklık düşmesine maruz kalır ve ancak bir
sıcak kaynaktan bir soğuk kaynağa geçmek suretiyle cismin ısı kaybetmesi sonucu iş husule
gelir. Her ısı makinesinde sarf edilen ısının bir kısmı işe dönüştüğü halde bir kısmı gene ısı
enerjisi halinde etraftan yutulmakta, dağılmaktadır. Bu suretle yutulan, kullanılmayan enerji,
yukarıda belirttiğimiz gibi, hiçbir zaman sıfır olmadığından ısı makinelerinin verimi daima
1’den küçük olur.
b) Sabit iki sıcaklık arasında işleyen her ısı makinesinde elde edilebilecek maksimum
verim, değişmeye maruz kalan cismin tabiatine tabi değil, sadece soğuk ve sıcak kaynakların
hararetine bağlıdır.
Görülüyor ki enerji, iş veya ısıya dönüştürülebilen bir fizik “büyüklük”, bir ölçülebilen
“miktar”dır. Enerjinin ölçülebilir olması onun rakamla ifade edilebilir olmasını da mümkün
kılar. Enerjinin genel olarak iki şekli vardır: a) Maddeye bağlı enerji, b) Işın halinde enerji
(ışık, elektromanyetik enerji gibi herhangi bir maddi taşıyıcısı olmayan enerji).
Maddeye bağlı enerjinin daima bir maddi taşıyıcısı gösterilebilir ve bu çeşit enerji sonunda
mekanik enerji haline gelir. Bu da ikiye ayrılır: a) Hareketin mekanik enerjisi veya kinetik
enerji. Kinetik enerji, hareket halindeki cismin kütlesine ve hızına tabidir (akan su, atılan
mermi, düşen taş, atom partiküllerinin hareketi gibi). b) Pozisyonun mekanik enerjisi, durum
enerjisi veya potansiyel enerji. Bir cisim, kendi üzerine tesir yapması muhtemel bir kuvvet
alanı içinde bulunuyorsa bir potansiyel enerjiden bahsedilir Bu enerji, maddenin kuvvet alanı
içindeki durumuna, pozisyonuna bağlı değildir (bir barajdaki su, gerilmiş yay veya elimize
alıp yerden yüksekte tuttuğumuz taş parçası gibi).
Elimizde tuttuğumuz bir taş, yer çekimi sahası içinde bulunduğu için bir potansiyel enerji
taşımaktadır. o taşı bıraktığımız anda yere doğru düşmeye başlar ve potansiyel enerjisi kinetik
enerjiye dönüşür. Yer yüzüne yaklaştıkça daha az potansiyel enerji ve daha çok kinetik
enerjiye sahip bulunur. Bu suretle kinetik ve potansiyel enerjilerin toplamı daima sabit kalır.
Yere düştüğü anda gene bir potansiyel enerjiye sahiptir, zira arzın merkezine doğru
çekilmektedir ve altında bir çukur açılsa düşmesine devam eder. Böylece, her cisim hem
kinetik ve hem de potansiyel enerji taşımaktadır.
Hararet, termik enerji de molekül hareketlerine bağlı bir enerji şeklidir. Daha önce
belirttiğimiz gibi, mekanik enerji ile ısı arasında titreşimin genişliği, dalga boyu ve frekansı
yani tekrarı dışında bir fark yoktur.
Bütün bu özelliklerini gördükten sonra enerjiyi, “bütün şekil değiştirmeler sırasında
bütünlüğünü koruyan ve her şekli prensip olarak hararete dönüştürülebilen bir fizik büyüklük”
diye tarif edebiliriz. Enerji ölçülebilen bir büyüklük olduğuna göre bunun bir ünitesi, birimi
olmalıdır. Enerjinin bu ölçülmesinde eşdeğerlik (equivalence) prensibi mevcut olup, bu
şekilde enerjinin bütün cinsleri aynı birimle ifade edilebilmektedir.
İki ölçme sistemi mevcuttur: “Milletlerarası Sistem” (Systeme Internationale - SI) ve
“Santimetre-Gram-Saniye Sistemi” (CGS). Bu sistemlere göre ayrı ayrı enerji birimleri
mevcut olup bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Milletlerarası Sistem (SI)’de enerji birimi joule’dür. Bir Joule, tatbik yerine kuvvet
istikametinde bir metre yer değiştirten, 1 Newton’luk bir kuvvetin yaptığı iş’dir. O halde, 1
joule = 1 Newton x 1 metre olur. (1 Newton, 1 kg.lık bir kütleye 1 m/s2 lik bir
akselerasyon-hızlanma kazandıran kuvvettir.)
2. CGS sisteminde enerji birimi Erg’dir. 1 Erg, 1 santimetrelik yer değiştirme hasıl eden 1
dyne’lik bir kuvvetin yaptığı işe denir. Yani, 1 erg= dyne x 1 cm olup bu da 10-7 Joule
eder. (1 dyne, 1 gramlık bir kütleye 1 m/s2 lik akselerasyon veren kuvvettir.)
ENERJİNİN DEĞERSİZLENMESİ
ENTROPİ
Bundan evvelki bölümde termodinamiğin getirdiği “ısının sıcak bir kaynaktan soğuk bir
kaynağa geçmesi” prensibini görmüştük. Birisi daha sıcak iki cisim yanyana dursa, belli bir
zaman geçtikten sonra sıcak olandan daha az sıcak olana doğru bir ısı geçişi olur ve her iki
cismin harareti eşit hale gelir. Odamızda yanmakta olan bir soba ısı neşreder ve odayı ısıtır.
Bu durumlarda ısının tek yönlü geçişi “geri döndürülmez” bir hadisedir. Hiçbir zaman soğuk
bir cisimden ısının daha sıcak bir cisme geçmesi, bu suretle birinin daha fazla soğuyup
ötekinin de daha fazla ısınması beklenemez. Sobadan odaya yayılan hararetin tekrar sobanın
içine dönmesi gibi hadiseler tabiatta imkansızdır.
İzole bir sistem içindeki “düzensizlik” derecesine termodinamik biliminde Entropi adı
verilir. Mutlak düzen halinde her atomun yeri kesin olarak belli bulunduğundan “sıfır
entropi”den bahsedilir. Mutlak sıfır derece dediğimiz -273 santigrad derecede bütün ısı
hareketleri ortadan kalkmıştır. Fakat bir müddet sonra sistem “ısınmaya” başlar, moleküller
gittikçe daha fazla hareket ederler, bu şekilde entropi de giderek artar.
İzole sistemlerinin entropisi artmak mecburiyetindedir. İçinde bulunduğumuz odanın bir
köşesine bir sprey püskürtülse, püskürtülen zerreler toplu bir halde o köşede kalamazlar.
Molekül hareketleri sebebiyle bütün odanın içine, oradan atmosfere dağılmak
mecburiyetindedirler. Görülüyor ki, entropinin artması bir “geriye döndürülemez olay”dır.
Bundan sonraki bahiste inceleyeceğimiz gibi, canlı organizmalar dış dünyadan serbest
enerji almak suretiyle geçici olarak entropilerinin artmasını durdurabilmekte veya hiç değilse
yavaşlatabilmektedirler. Ancak mukadder olan akıbet değişmemekte, ölüm anında entropi
artmaya başlamakta, organizma çürüyüp dağılarak adeta zerrelerine ayrılmaktadır.
Bir sistemin entropisi arttıkça kullanılabilir enerji verme kabiliyeti de azalır. Bir arada
toplu bulunan insanlar beraberce çok iş yaparlar ama dağıldıkları, birbirinden uzaklaştıkları
nisbette, (toplam güçleri gene ayni olmakla beraber) hiç bir iş yapamaz hale gelirler.
Görülüyor ki, entropinin artması ile sistemin düzensizliği artmakta ve kullanılabilir enerji
verme kabiliyeti, yani “işe yararlığı” azalmaktadır.
Bütün kendi kendini düzenleyen sistemlerin, canlılarda olduğu gibi, entropilerinin
artmasına karşı direnmeye gayret ettiklerini görürüz. Bu sistemin, “düzenini bozucu”
tesirlerden haberdar olması ve buna karşılık gerekli “düzeltici ayarlamaları” yapması ile
mümkün olabilmektedir. “Geritepme” (feed-back) dediğimiz bu düzenleme sistemlerinden
ilerde söz edilecektir. Bu hadiseyi atom içinde de görmek kabildir. Çekirdek etrafında dönen
elektronu merkeze doğru çeken kuvvetle dönüşün verdiği santrifüj kuvvet arasındaki denge,
onu yörüngede tutmakta, fırlayıp gitmesine mani olmaktadır. Kainatı teşkil eden elementlerin
entropisi de artmaktadır. Evvela dev bir atom şeklinde yaratıldığı tasavvur edilen kainat,
gittikçe genişlemekte, birbiri etrafında dönen cisimlerin merkezden olan uzaklıkları
mütemadiyen artmaktadır. Odamızın bir köşesine püskürtülen kokunun her tarafa yayılması
gibi kainatta da “geri döndürülemeyen” bir olay mevcuttur.
CANLI HÜCRELER ve ENERJİ
Canlılarda entropi’nin artmasına, dağılmaya, çözülmeye karşı direnme, canlıyı teşkil eden
kapalı sisteme dışardan serbest enerji vermekle mümkün olabilmektedir. Böyle izole
sistemlere dışardan enerji verilmek suretiyle bu sistemlerin entropileri azaltılabilir, hiç değilse
artması durdurulabilir, yani sistemin organizasyonu, düzeni korunur.
Canlı hücrelerin en önemli özelliği, kimyasal potansiyel enerjiyi kendi organize yapılarını
korumak için gerekli diğer enerji şekillerine çevirebilmesidir. Kimya diliyle canlı hücreyi tarif
etmek istersek, bunlar, dayanıklı olmayan ve kendi organize sistemlerini devam ettirebilmek
için lüzumlu çeşitli kimyevi maddeleri, son derecede kontrollü miktarlarda ve çevrenin
derecesinden daha yüksek bir ısı derecesi ortamında, bir tuz çözeltisi içinde erimiş veya
onunla çevrelenmiş olarak bulunduran yapılardır diyebiliriz. Görülüyor ki, her hücre,
entropisinin artmasını, dağılmayı önleyebilmek için enerji sarfetmek, sarfettiği enerjiyi de dış
ortamdan sağlamak mecburiyetindedir.
Dışardan enerji sağlayarak hayatiyetlerini devam ettiren, heterotrof dediğimiz cinsten
canlılar, tek hücrelilerden insana kadar geniş bir gelişim skalası içinde sıralanırlar. Bu
canlıların tek tek hücrelerini ele aldığımız zaman aralarında büyük benzerliklerin
bulunduğunu görürüz. Bu hücreler, ancak gördükleri vazifeye, fonksiyona göre birtakım
farklılaşmalar arzetmektedirler; bunun dışında, temel hayati faaliyetler ve enerji alış-verişi
bakımından hepsi aynı kurala uyarlar.
Hücreyi, içinde bulunduğu ortamdan, çevresinden, bir zar ayırır. Bu zarın dışında bulunan
bazı moleküller zardan içeriye girebilmekte ve bunlardan gene bir kısmı, hücreye enerji
sağlarken diğer bir kısmı da hücrenin büyüyüp çoğalabilmesi için gerekli yapıtaşı vazifesini
görmektedir.
Tek hücreli sistemlerden çok hücrelilere yükseldikçe, tekamül kanunu uyarınca, bir
sistemleşme, bir organizasyon dikkati çekmektedir. Kendisi için gerekli besini kolayca temin
edebileceği bir sıvı ortamı içinde serbestçe hareket eden tek hücreli bir amip ile,
organizasyonun en yüksek derecesini temsil eden insanı mukayese edersek, enerji ihtiyacı
bakımından aradaki farkı açıkça görürüz. Canlı, organizasyonunu koruyabilmek ve
sürdürebilmek için enerjiye muhtaçtır.
Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, yaşayan bir hücre, (1) büyük ve kompleks
molekülleri yapabilmek, (2) bu molekülleri kendi yapısına has bir düzen içinde organize
edebilmek, (3) organizasyonu muhafaza edebilmek, ve (4) yeni bir hücre ve canlı için aynı
organizasyonun bir benzerini meydana getirebilmek için sürekli bir enerji kaynağına
muhtaçtır.
Canlılar için en önemli organik enerji kaynağı karbonhidrat dediğimiz ve şekerin esasını
teşkil eden moleküllerdir. (Karbonhidrat terimi bu molekülün karbon (C), yani kömür ve
hydra (H20), yani su birleşmesi ile meydana geldiğini, dolayısiyle, karbon atomundan başka,
suyun içinde bulunduğu nisbette (yani 1/2 oranında) hidrojen (H) ve oksijen (O) ihtiva ettiğini
gösterir.)
Karbonhidrat moleküllerine bütün canlı hücrelerde tesadüf edilmektedir. En basit
karbonhidratlar şekerlerdir. Şekerlerin içinde de en önemli yeri tutan glükoz birçok organizma
ve sistemler için enerji kaynağını teşkil eder. Bir glükoz molekülünde altı karbon atomu
bulunur.
Glükozda altı karbon atomu bulunmasına mukabil bazı başka şeker molekülleri, dört, beş
veya on karbon atomu ihtiva etmektedirler. Basit şeker molekülleri bir araya gelerek birleşik
karbonhidratları meydana getirirler. Mesela nebatlarda bulunan nişasta ve sellüloz böyle birer
birleşik karbonhidrat örneğidir. Nişasta bitkilerin en önemli enerji deposunu teşkil ettiği gibi,
unlu besinlerle elde ettiğimiz büyük bir enerji kaynağını da bize sağlamaktadır.
İnsan karaciğeri ve kasları karbonhidratı glükojen şeklinde depo eder. Böylece çok hayati
glükoz depoları olan nişasta, sellüloz ve glükojen, 10.000 üniteye kadar değişebilen çeşitli
sayılarda glükoz moleküllerinden meydana gelmiştir.
Diğer mühim bir enerji kaynağı yağlardır. Yağlar, gliserin ile yağ asitlerinin
birleşmesinden meydana gelir. Eğer organizmada enerji kaynağı olarak karbonhidrat ve yağ
yetersizliği başgösterirse hücreler enerjilerini proteinlerin aminoasidlerinden sağlama yoluna
başvururlar. Aslında yeni hücrelerin imalinde yapı malzemesi olarak kullanılan protein, enerji
temini için sarfedilmeye başlar.
Hücreler, karbonhidratlarda, yağlarda ve diğer organik moleküllerde saklanmakta olan
enerjiyi serbest hale getirip kullanabilmek için özel birtakım mekanizmalara sahiptirler.
Serbest hale getirilen bu enerji, mesela aminoasidlerin protein molekülü halinde bir araya
getirilip bağlanarak yeni molekül kombinasyonları kurulabilmesi için kullanılır. Böylece, bazı
organik moleküller enerji temin ederken, diğer bir kısım organik moleküller de yeni
moleküllerin yapılması için malzeme verirler. Görülüyor ki, yaşayan, canlı hücreler, devamlı
surette ve enerji sarfederek yeni yeni büyük organik moleküller inşa etmektedirler.
Kimyasal reaksiyonlar, moleküllerin birbirine çarpması ile başlar. Böyle bir çarpışmayı
başlatmaya yeterli enerjiye aktivasyon enerjisi adı verilir. Aktivasyon enerjisi ekseriya
dışardan temin edilir. Mesela, hidrojen ve oksijen molekülleri normal halde herhangi bir
kimyasal reaksiyon vermeden bir arada bulunabilirler. Bu durumda bir kıvılcım, bir kibritin
çakılması gibi dışardan verilen bir aktivasyon enerjisi oksijen ve hidrojenin patlayarak birbiri
ile çarpışmasına, kimyasal reaksiyona girmesine sebep olur. Sonuçta su meydana gelecektir.
Su molekülü oksijen ve hidrojen moleküllerinden daha az enerji ihtiva eder. Dolayısiyle, bu
reaksiyon sırasında bir miktar serbest enerji açığa çıkar. Bu enerji yeni yeni hidrojen ve
oksijen moleküllerinin çarpışması için aktivasyon enerjisi vazifesini görür. Ve, böylece
ortamda reaksiyona girecek hidrojen ve oksijen bulunduğu sürece reaksiyon devam eder.
Katalizörler reaksiyona girecek molekülleri çekip bir araya getirerek birbiri ile birleşecek
bir yakınlık içinde tutmaktadırlar. Katalizör denen madde, kendisi reaksiyona girmediği için
bu arada tabiatını değiştirmemekte ve tekrar tekrar kullanılabilmektedir.
Su dahil, birçok maddeler canlı organizmalarda katalizör rolü oynamaktadırlar. Bununla
beraber, son zamanlardaki araştırmalar göstermiştir ki, belli başlı katalizör maddelerin hemen
hepsi protein tabiatındadır. Katalizör vazifesi yapan protein moleküllerine enzim adı verilir.
Enzimler, tesir edecekleri moleküllere, tıpkı bir anahtarın kilide uyması gibi uyarlar;
kimyasal reaksiyon tamamlanıncaya kadar o moleküllerle bağlantılarını devam ettirirler ve
sonra ayrılırlar. Ayrıldıkları zaman enzimlerde herhangi bir değişiklik meydana gelmemiştir.
Bu suretle tekrar tekrar kullanılabilirler. Enzimler iki molekülü birleştirebildikleri gibi bir
kompleks molekülü iki küçük molekülü parçalama işine de yararlar.
Canlı hücreler, insan tarafından meydana getirilen makineler gibi, belli enerji şekillerine
ihtiyaç göstermektedirler. Nasıl bir buhar makinesine buhar, elektrik motoruna elektrik akımı
tarzında enerji gerekirse, hücreler de kendilerine has enerji türleri ile işleyebilmektedirler.
Besinlerle alınan çeşitli organik maddelerin ihtiva ettiği enerji bir çeşit kimyasal enerjiye
çevrilmekte ve bu enerji de adenozin trifosfat (ATP) molekülleri ile taşınmaktadır. Bir
memlekete gelen yabancı turistlerin o memlekette alışveriş yapabilmek için kendi paralarını
oranın yerli parası ile değiştirmek zorunda olmaları gibi, organizmaya giren çeşitli organik
maddelerden açığa çıkan enerji şekilleri de hücreler tarafından belli enerji şekline çevrilerek
ATP moleküllerine bağlanır.
ATP molekülü azot ihtiva eden adenin ve şeker tabiatındaki riboz isimli organik
moleküllerle üç fosfat grubunun birbirine bağlanmasından teşekkül eder. Her fosfat grubu bir
fosfor atomu ile bir hidrojen ve üç oksijen atomu ihtiva etmektedir.
ATP molekülünün taşıdığı enerjinin büyük kısmı son iki fosfatın bağlarındadır. Bir ATP
molekülü su ile reaksiyona girdiği vakit ikinci ve üçüncü fosfat bağları kopar. Enerjiden
zengin fosfat bağı dediğimiz bu bağların çözülmesi ile ısı enerjisi şeklinde ölçülebilen bir
enerji açığa çıkar. Hücre içinde ise bu açığa çıkan enerji ısı enerjisi şeklinde sarfedilmemekte,
başka moleküllere transfer edilerek o moleküllerin girişecekleri kimyasal reaksiyonlarda
enerji kaynağı olarak kullanılmaktadır. Bu suretle ATP molekülünden ayrılan enerjiden
zengin fosfat grupları başka moleküllerle birleşerek onların reaksiyonlarında aktivasyon
enerjisi rolünü oynarlar. Böylelikle, özellikle büyüme ve yeni hücrelerin meydana getirilmesi
için gerekli aktivasyon enerjisi azaltılmış olmaktadır.
Bir fosfat grubunu kaybeden ATP, “adenozin difosfat” (ADP) adını alır. Bu da bir fosfat
grubunu daha kaybederse sonunda tek fosfat bağlı “adenozin monofosfat” (AMP)
kalmaktadır. Hücre içinde parçalanan organik maddelerden açığa çıkan, mesela glükozun
parçalanması ile elde edilen enerji muhafaza edilerek AMP ve ADP moleküllerine enerjiden
zengin bağların sağlanması ve ATP molekülünün yapılması için kullanılır. Zengin bir enerji
taşıyıcı olan ATP gerekli yerlere giderek bu bağlarının ihtiva ettiği enerjiyi boşaltacak ve
tekrar ADP ve AMP haline gelecektir.
IŞIK ENERJİSİ ve HAYAT
Dünya yüzünde hayatın zuhurundan önce, ilk organik maddelerin teşekkülünde belli başlı
enerji kaynağını güneşin ültraviyole ışınlarının teşkil ettiği muhakkaktır. Bununla beraber, ilk
iptidai canlıların ültraviyole ışınlarını organik maddeler imali için kullanmaya muktedir
olmadıkları tahmin edilmektedir. O devrelerde ültraviyole radyasyonları o derecede kuvvetli
idi ki, buna maruz kalan bütün canlılar mahvoluyorlardı; bu şualardan ancak su altına
gizlenmek suretiyle korunmak mümkündü. Bu sebeple hayat evvela suda başlamıştır.
Canlıları, gereken besini kendi imal eden (ototrof) ve başka canlıları yemek suretiyle
organik maddeleri sağlayan heterotrof) canlılar diye iki grupta mütalaa edebiliriz. Bazı ilkel
heterotrof canlılar evvela enerji kaynağı olarak güneşin ültraviyole ışınlarını değil, gözle
görünen ışıklarını kullanmışlardır.
Güneş, diğer yıldızların çoğu gibi hidrojen ve helium gazlarından yapılmış, orta
büyüklükte bir yıldızdır. Güneşin harareti merkezine doğru artar ve 16 milyon santigrad
dereceyi bulur. Bu hararetin ne demek olduğunu iyice anlatabilmek için bir misal verelim: bir
toplu iğne başı büyüklüğünde güneş maddesi 150 kilometre mesafeden bir insanı kavurup
öldürmeye yeterli ısı neşretmektedir.
Güneşin merkezindeki bu azim hararet sebebiyle elektronlar atom çekirdeklerinden
ayrılırlar. Böylece, güneşin içinde atom ve molekül değil serbest elektronlar ve atom
çekirdekleri bulunur. Bu karışıma plazma adı verilir. Bu hararet derecesinde hafif
elementlerin atom çekirdekleri bir araya gelerek daha ağır elementlerin çekirdeklerini,
meydana getirirler. Mesela 4 hidrojen çekirdeği birleşerek bir helium çekirdeği yapar.
Çekirdekler pozitif elektrik yükü taşıdıklarından birbirlerini itmeleri gerekir. Bu birleşmenin
meydana gelmesi için güneşin içindeki gibi çok yüksek hararet derecelerine ihtiyaç vardır.
Fusion adı verilen bu olay, yüksek ısı derecesinde ve atom çekirdeği seviyesinde meydana
geldiği için “termonükleer reaksiyon” adını taşımaktadır. Böylece, güneşin içi, yakıtı hidrojen
ve mahsulü helium olan muazzam bir atom fırını olarak telakki edilebilir.
Güneşte meydana gelen helium miktarı, sarfedilen hidrojen miktarından biraz azdır.
Aradaki bu fark güneşten ışın halinde çıkan enerjiyi verir. Bu enerji, yukarıda sıraladığımız
çeşitli dalga boylarında ışınlar halinde dünyamıza ulaşmaktadır.
Dünyamızın yüzünü kaplayan yeşil örtü, bitkiler, devamlı olarak güneş enerjisini
kullanmak suretiyle havanın karbondioksit ve suyunu birleştirip bir organik besin maddesi
olan karbonhidratları ve oksijeni yapmaktadırlar. Bunu bir kimyevi formülle göstermek
istersek:
Karbondioksit + Su ışık Karbonhidrat + Oksijen
bitki
CO2 + H2 O ışık (CH2O) + O2
bitki
şeklinde bir denklem kurabiliriz.
Biraz ilerdeki bahislerde göreceğimiz gibi, karbonhidratlar arasında en önemli yeri glükoz
ihtiva eder. Glükoz’da CH2 O birleşimi altı defa mevcut olduğundan glükoz C6H1206 şeklinde
yazılır. O halde denklemimiz şöyle olacaktır: 6 C02 + 6 H2O C6H1206 + 6 02
Bitkiler fotosentezle meydana getirdikleri glükozu hammadde olarak alır, bunu da
işleyerek diğer organik maddeleri, başka karbonhidratları, amino asidlerini, yağları,
vitaminleri, v.s. imal ederler. Tabiatta fotosentez yolu ile besin maddelerini imal eden bitkiler
ve onları yiyerek bu besini sarfeden hayvanlar arasında devamlı bir “besin zinciri” mevcuttur.
Bu arada bitkilerin de kendi imal ettikleri, fotosentezle meydana getirdikleri besinleri
kendileri için kullandıklarını, bunlarla enerji sağladıklarını, büyüyüp çoğaldıklarını belirtmek
gerekiyor.
OKSİJEN ve HAYAT
İnsanın dünyada zuhurundan milyonlarca sene evvel yaratılmış olması mümkün bu evimiz,
bizleri barındıracak hale gelinceye kadar büyük evrimlerden geçmiş, evvela bütün
ihtiyaçlarımızı karşılayacak duruma gelmiş, kainatın en şerefli mahlûkuna layık ve -pek
mümkün ki- kainatta bir eşi daha bulunmayan bir barınak olmuştur.
Dünyamızın etrafı atmosfer dediğimiz hava tabakası ile çevrilidir. Bu atmosferde, hayat
için en lüzumlu gazlardan biri olan oksijenin teşekkülünün bundan 2000 milyon sene evvel
başladığı tahmin ediliyor.Oksijenin önemli özelliklerinden biri ültraviyole ışınlarını emmesi
ve bunun tesiriyle iki oksijen atomundan teşekkül eden bir oksijen molekülünün (bunu
kimyevi formülü ile O2 şeklinde gösteririz) iki oksijen atomuna ayrılmasıdır. Bu şekilde
ayrılan oksijen atomları bu defa üçü bir araya gelmek suretiyle ozon dediğimiz gazı teşkil
etmek üzere birleşirler (O3). Şimşekli, yıldırımlı havalardan sonra etrafa yayılan kokuyu
hatırlar mısınız? İşte yıldırım veya şimşek dediğimiz elektrik şeraresinin tesiriyle havadaki
oksijen moleküllerinin atomlarına ayrılması ve tekrar birleşerek ozonu meydana getirmesi
sonucunda çıkar bu koku. “Taze hava” kokusu dediğimiz bu koku, ozon’a hastır. Ozon,
mavimtrak renkli ve keskin kokulu bir gazdır, atmosferimizin üst tabakalarında bulunur ve
hayatımız için tehlikeli olacak ültraviyole ışınlarını emerek zararlı seviyede bize ulaşmasını
önler. Ozonu, bu koruyucu kılıfı aşabilen az miktarda ültraviyolenin bile açık havada,
plajlarda nasıl güneş yanığına sebep olduğunu bir düşünürsek ozonsuz bir atmosferde hayatın
mümkün olamayacağını hemen anlarız. Dünyamızı koruyan ozon tabakası arz yüzeyinden 48
kilometre yüksekte yer almıştır.
Nihayet, muhtemelen 400 milyon sene önce dünyamızı çevreleyen ozon tabakası bütün
tehlikeli ültraviyole ışınlarını önleyecek kalınlığa erişmiştir. Dünyamız hazırlandıkça yeni
yeni canlı cinsleri yaratılmış, her gelen nesil, her yaratılan tür, kendinden sonrakilerin
yaşaması için gerekli ortamı hazırlamış, işi bitince de bu dünyadan kaybolup gitmiştir... Ta
insana kadar. Bugün artık ozon tabakasını aşabilen güneş ışınlarının büyük kısmı gözle
görülebilen ışınlardır ve bu ışınlar pek az enerji taşırlar. Bu enerji tabiattaki birtakım
canlıların fotosentez yolu ile organik birleşikleri meydana getirmesine ve bizlere gerekli besin
kaynağını hazırlamalarına yeterlidir.
Bitkiler su ve karbondioksidi ışık tesiriyle birleştirerek (fotosentez yolu ile) karbonhidrat
ve oksijen yapmakta, hayvanlar da solunum yolu ile aldıkları oksijen vasıtasiyle glükozu
yakarak su ve karbondiokside çevirmektedirler.
6 CO2 + 6 H2O C6H12O6 + 6 O2 (fotosentez)
C6H12O6 + 6 2 6 CO2 + 6 H2O (solunum)
veya
6 Karbondioksit + 6 Su Glükoz + 6 Oksijen (fotosentez)
Glükoz + 6 Oksijen 6 Karbondioksit + 6 Su (solunum)
Böylece, bitkilerle hayvanların nasıl bir kader ve işbirliği içinde olduğunu görüyoruz.
Bitki, bizim solunum mahsulümüz olan karbondioksidi su ile birleştirip glükoz ve oksijen
yapmakta, biz de bu glükozu yediğimiz bitkilerle, oksijeni de teneffüs ettiğimiz hava ile alıp
su ve karbondioksit yapmaktayız. Bu su ve karbondioksit gene bitkiler tarafından kullanılıp
bize enerji kaynağı hazırlanmaktadır. İnsan-bitki arasında dönüp dolaşan karbon ve oksijen
atomları esasında hiç kaybolmamakta. Yukarıdaki formüllere bakarsanız, eşitliğin iki
tarafındaki O ve C atomlarının sayısı daima aynı kalmaktadır.
Enerji akımındaki tek yönlülük onun tekrar sobanın içine girmesini önler. Bu suretle bitip
tükenmek bilmez bir enerji kıymetsizlendirilmesi (entropi’nin artması) söz konusudur.
Solunum ile enerjinin serbest hale gelmesi, organik maddelerin karbondioksit ve suya
kadar yıkılması ile mümkün olabilmektedir. Biraz önce bunun bir örneğini gördük. Fakat,
besinlerimiz, dolayısiyle enerji kaynağımız sadece karbonhidratlar ve özellikle, misalimizde
olduğu gibi, glükozdan ibaret değildir.
Enerji sağlanması ile ilgili kimyasal reaksiyonları iki grupta toplayabiliriz:
1. Glükozdan karbon atomlarının serbest hale getirilip karbondioksit yapılması: karbon yolu.
2. Glükozun hidrojen atomlarının oksijene geçirilmesi ile su meydana getirilmesi: hidrojen
yolu.
Karbonhidratların dışında yağlar ve proteinler de enerji kaynağı olarak kullanılırlar. Yağlar
enerji için kullanıldıkları zaman karbonhidratlar gibi 2C ihtiva eden aktivasetik aside yıkılır
ve sonra Krebs devresi üzerinden su ve karbondiokside parçalanırlar.
Proteinler ise evvela aminoasidlere ayrılır ve bunlardan 3C, 2C ve 5C ihtiva eden muhtelif
birleşikler meydana getirilir. Bunlar da gene Krebs devresi üzerinden su ve karbondiokside
yıkılacaktır.
Burada hemen bir parantez açarak bazı bilgilerimizi tekrarlayalım: (1) Evvela, en üstün
yapı olan, son derece farklılaşmış bir strüktüre sahip sinir hücreleri proteinleri ve yağları
enerji kaynağı olarak kullanamaz. Sinir sistemimizin enerji kaynağı, yakıtı, sadece saf ve taze
glükozdur ve ancak gene taze oksijen vasıtasiyle bu glükoz yakılarak enerji elde edilir. (2)
Vücudumuzda, dışardan verilen glükoz kısıtlandığı zaman enerji elde etmek için depolanmış
yağlar yakılmaktadır. Bu suretle gıda eksikliğinde yağ depolarının erimesi, yani zayıflama
açıklanmış oluyor.
Şimdiye kadar anlattığımız “solunum” faaliyeti hücrelerde vuku bulmaktadır. Diğer bir
deyimle, hücrelerin hepsi teker teker solunum yapmakta, bunların ihtiyacı olan oksijen ise
akciğerlerin solunumu ile temin edilip kan yolu ile hücrelere götürülmektedir. Gene sindirim
kanalından aldığımız karbonhidrat, yağ ve protein gibi besinler de hücreye kan vasıtasiyle
nakledilmekte, böylece bir taraftan enerji istihsali, diğer taraftan gerekli yapı malzemesinin
imali için iptidai maddeler temin edilmektedir.
Her hücrenin içine mitokondrium adı verilen bir bölüm vardır. Bu bölüm hücrenin bir çeşit
“enerji santrali”ni meydana getirir.
Mitokondriumlarda Krebs devresi, solunum zinciri ve ATP teşekkülü için gerekli bütün
enzim “cihazları” mevcuttur. Mitokondriumların içinde bu enzimler, tıpkı büyük
fabrikalardaki montaj şeritleri gibi sıralanmışlardır. Nasıl komplike bir makinenin montajı
yürüyen bir şerit üzerinde başlar ve makine her işçinin önüne, bu şerit üzerinde, geldiğinde
yeni bir yeri monte edilirse, tıpkı onun gibi sıralanmış enzimlerin peşpeşe faaliyetleri sonunda
nihai mahsûl olarak ATP molekülü imal edilmektedir. Bu imalatın hammaddesi besinler ve
oksijen, yan mahsûlleri, artıkları da karbondioksit ve su’dur.
Hücrenin içindeki mitokondrium sayısı hücrenin cinsine göre değişir. Bazı hücrelerde 10-
20 mitokondrium varken mesela karaciğer hücrelerinin herbirinde ortalama 1000
mitokondrium bulunur. Ortalama büyüklükteki bir mitokondrium, bir sosis şeklinde olup uzunluğu 2-3 mikronu, kalınlığı da 1 mikronu ancak bulur.
GERİTEPME (FEED-BACK) ve DENGE DURUMU
KONTROL MEKANİZMALARI
Schroedinger isimli fizik bilgini bir konferansında şu soruyu soruyordu: “Atomlar neden
küçüktürler?” Bu sorunun cevabını da gene kendisi vermişti: “Atomlar küçük değillerdir;
aksine, biz büyüğüz. Bizim yapımızda çok sayıda atom vardır, bu sebeple bize küçük
gelmektedirler. Yaşamak, istatistik bakımdan geçerli kanunlar meydana getirebilmek için çok
sayı da atoma ihtiyaç vardır...”
Gerçekten, tek hücreli canlılardan insana doğru gittikçe daha mütekamil varlıklara
bakarsak, hücre sayısının tekamül seviyesi ile orantılı olarak arttığını, kendi aralarında bu
hücrelerin birtakım gruplar teşkil ederek farklılaştıklarını görüyoruz. Bu farklılaşma içinde
sinir sistemine ayrılan bölüm de diğer parçalara nisbetle gittikçe daha fazla bir yer kaplamaya
başlar. Bu nisbet sinir sistemi lehine geliştiği derecede, canlı çevresine karşı kompleks
reaksiyonlar verebilmektedir. Tek hücreli bir canlının basitçe zararlı ortamdan kaçıp besinin
olduğu yere doğru gitmesi yanında insanın gündelik davranışlarının farkı işte bu “sinir
sisteminin mevcudiyetinden” doğmaktadır.
Sinir sistemi, çevreye uyumumuzu “en az enerji sarfedecek şekilde” ve kontrollü bir
surette sağlamaktadır. Sinir sisteminin vazifelerini şu üç basit prensipte toplayabiliriz: (1)
Dışarıdan gerekli bilgilerin alınması, (2) Bunların merkezde toplanması, işlenmesi,
değerlendirilmesi, (3) Uygun cevapların verilmesi.
Davranışı teşkil eden bütün reaksiyon zincirlerinin ve bizzat davranışın bütününün bir tek
gayesi vardır: çevreye uyum, çevrenin mütemadiyen değişen şartları karşısında canlının kendi
iç vasatını sabit tutması, kısacası, canlılığın sürdürülmesi.
Canlılık, hayat, bir bakıma termodinamik kanunlarına aykırı bir durumdur. Canlılık
süresince, ölüm anına kadar, entropi’nin artması önlenmeye, hiç değilse, bu artış hızı
yavaşlatılmaya çalışılır.
YETERSİZ ve GECİKMİŞ GERİTEPME MESAJLARI
DÜZENLEME BOZUKLUKLARI
Canlı organizmalarda faaliyeti düzenleyen, enerji sarfını engelleyen ve hayatiyetin
devamını sağlayan negatif geritepme bağlantılarında, detektör ve reaktör arasındaki mesaj
intikalinde yetersizlik veya gecikme bazı hastalık hallerinde, sakatlıklarda ve çeşitli anormal
durumlarda ortaya çıkabilir.
EI topu oynayan bir oyuncu düşünün. Karşısından gelen topa en kısa yoldan ulaşabilmesi
için iki türlü geritepme bağlantısına ihtiyacı vardır: (1) gözü ile topun geldiği istikametin
kontrolü, (2) kaslarımızdan ve eklemlerimizden gelen bilgilerle gövdemizin ve kollarımızın
“nerede” ve “ne durumda” olduğunun bilinmesi. Bu şekilde, birtakım lüzumsuz hareketlerden
kurtularak “en az enerji sarfı ile” topa ulaşılabilmektedir.
Şimdi, kolları olmayan ve takma kollarla el topu oynamaya çalışan bir oyuncu düşünün.
Bu oyuncu kollarının vaziyetinden, nerede olduğundan, ancak gözleriyle bakarak haberdar
olabilmekte, el ve kol hareketlerini gözleriyle kontrol ederek bu mekanik kollarını hareket
ettirebilmektedir. Bu kollarla da el topu oynanır, ancak top yerine yavaş hareket eden balon
kullanmak suretiyle. Böylece, yavaş yavaş gelen balonu takma kolla yakalamak mümkündür.
Görülüyor ki, burada “yetersiz” bir geritepme söz konusudur ve bu yetersizlik, dışardan
sağlanan geritepme bağlantıları ile, mesela görme yolu ile telafi edilmeye çalışılmaktadır.
POZİTİF GERİTEPME
Bundan önceki bölümde gözden geçirdiğimiz geritepme bağlantıları hep sonucun sebebe
ters yönde tesir etmesi ile işliyordu. Bunun aksi de mümkün ve varittir. Mesela, bir buhar
makinesinde hızı düzenleyici sistemi, makine hızlandıkça silindire daha fazla buhar
sevkedecek, yavaşladıkça buharı daha da kısacak şekilde bağlayalım. Bu durumda makine
hızlandıkça daha hızlanarak sonunda kazanı patlayacak, parçalanacak veya yavaşladıkça daha
yavaşlayarak sonunda duracaktır.
Bu çeşit, yani sonucun sebebe ayni yönde tesir etmesi ile ortaya çıkan geritepme
bağlantılarına “pozitif geritepme” adını veriyoruz. Pozitif geritepme sistemin dengeden
çıkması halidir. Sonunda ya sistemin tahribine (yani maksimum’a kaçışına) veya durmasına
(sıfıra kaçışına) sebep olur.
Pozitif geritepme bir tehlikeye işaret eder. Kontroldan çıktığı zaman maksimuma veya
sıfıra kaçışa sebep olur ki bu da sistemin (mesela canlı organizmanın) ya parçalanıp
mahvolması veya sıfır noktasında ölmesi demektir.
Pozitif geritepme ile kaçış durumuna girmiş olan bir sistem negatif geritepmenin
düzenleyici tesirinden kurtulmuş demektir. Bu sisteme dışardan bir müdahale olmadan bu
kaçışı durdurmak kabil değildir. Şeker hastalığının insülin verilerek, tansiyon yüksekliğinin
tansiyon düşürücü ilaçlarla düzeltilmesi, ateşin aspirinle düşürülmesi gibi... Ancak bu
müdahaleden sonra tabii olarak mevcut olan negatif geritepme bağlantıları kontrolü tekrar ele
alırlar. Kaçış durumuna girmiş bir sistemin enerji kaynaklarının kesilmesi ile de bu kaçış
durabilir.
Bütün organizmalar enerji kaynakları tarafından beslenme ihtiyacındadırlar. Bu ya canlının
doğrudan doğruya enerjiden zengin maddeleri fotosentez yoluyla imal etmesi (bitkilerde
olduğu gibi) veya başka organizmalar tarafından imal edilmiş maddeleri kendi organizmasına
alması, onları “yemesi” suretiyle olmaktadır. Böylece kazanılan enerji canlının dengesini
devam ettirebilmesi, kendine benzer canlı hücreleri meydana getirebilmesi gibi maksatlarla
kullanılır. Bu enerjinin ekonomik, yeterli ve faydalı bir şekilde kullanılabilmesi için canlı
çevresinde önemli bir bilgi ve haberalma sisteminin kurulması gerekmektedir. Bütün bu
haberler sinir sisteminde değerlendirilerek ayarlamalar yapılır. Bu arada, birtakım biyolojik
faaliyetleri başlatabilmek için, negatif geritepme kontrolü altında, bazı pozitif geritepme
bağlantıları da kullanılmaktadır.
“OLMAZ”LAR
NASIL “OLUR” ?
George Gamow, bir yazısında hayatın termodinamik kanunlarına aykırı olduğunu, yani
canlılığın mümkün olmadığının matematik olarak isbatının kabil olduğunu söyledikten sonra,
“araya giren başka bir faktör sebebiyle” canlılığın bir vakıa olarak mevcut bulunduğunu
belirtiyor. Gelin, bu küçük kitapçığı bitirmeden onun verdiği bir misali beraberce inceleyelim:
Bir bardak su alın ve masanın üzerine koyun. Hayat veren, cana can katan bu suyun
icabında ne büyük bir tehlike olabileceğini hiç düşündünüz mü? Suyu teşkil eden H2 O
molekülleri, bütün diğer moleküller gibi, devamlı hareket halindedirler. Her molekülün
hareket istikameti de tamamen tesadüfi olarak seçilmektedir. Her biri başka istikamete doğru
hareket eden bu moleküllerin hepsinin birden ayni istikamete yönelmesi de aynı tesadüfi
ihtimallerden biridir, Mesela bu suyun moleküllerinin hepsi birden yukarı doğru hareket etse,
bir bardak su bir füzeden daha hızlı ve daha tehlikeli bir hal alacak, masamızın üzerindeki
bardakta uslu uslu dururken birdenbire kurşun gibi tavana doğru fırlayacaktır. Bu halin asla
görülmemesi, bunun “imkansız” olmasından değil, “son derecede nadir” bir hal
olmasındandır. Tıpkı Entropi bahsinde belirttiğimiz gibi, odadaki havanın bir köşeye toplanıp
kalan kısmının mutlak boşluk haline gelmesinin 103 X 1026 da bir ihtimal dahilinde gibi uzak
bir ihtimal.
Demek oluyor ki, fizik olayların temelinde düzensiz molekül hareketleri yatar ve bu
olaylar gittikçe artan bir muhtemellik yönünde gelişir. Varılacak hedef, en muhtemel sonuç
olan, artık hiçbir şeyin meydana gelmediği bir “denge durumu”, maksimum entropi halidir.
Pozitif bilim, kütlelerin ve zıt işaretli elektrik yüklerinin birbirini çekmesini izah
edememiş, bunlara “maddenin temel özellikleri” demiştir. Bu çekmeyi mecburi kılacak hiçbir
maddi sebep gösterilemediği gibi bir merkez etrafında dönen cismin merkezden
uzaklaşmasını sağlayan santrifüj kuvvet için de “maddenin temel özelliği” demekten ileri bir
açıklama yapamamaktayız. Aslında yaparız da dilimiz varmaz, sonra gerilikle, yobazlıkla
suçlanmaktan korkarız. Bunlara emr-i İlahi diyemeyiz, çünkü öyle öğretilmişiz.
http://www.ozetkitap.com/ Bu yazı verilen site adresinden Hayat ve Enerji adlı kitap özetidir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder