31 Ocak 2009 Cumartesi

Düşündüren öykü…

AMCA DİYEN PAPAĞAN Adamın biri güzel bir papağan satın alarak eve getirmiş ve başlamış konuşmayı öğretmeye. Özellikle papağanın "amca" demesini istiyormuş. Günlerce uğraşmış ancak papağana tek kelime öğretmeyi başaramamış. Bir gün iyice sinirlenmiş ve papağanın bir tüyünü kopararak, "amca de bakayım" diye bağırmış. Papağandan yine ses çıkmayınca her seferinde "amca de" diyerek hayvanın tüylerini tek tek yolmuş. Adam, tüylerini tamamen yolduğu papağanı tavuk kümesine atmış.. Sabaha karşı kümesten gürültüler gelmeye başlamış. Kümese giden adam birde ne görsün, papağan bir tavuğun üzerine çıkmış, tavuğun tüylerini tek tek yolarak her seferinde "amca de bakayım", "amca de bakayım" diye bağırıyormuş. Bir insana bir şeyler öğretmek istiyorsak çok sabırlı ve esnek olmalıyız. Öğrenme kişinin istemesi ve bilgiyi veren kişiyi sevmesi ile mümkündür. Öğrenme sırasındaki olumsuz davranışlar, kişinin bilgiye öğrenememesine neden olacağı gibi bu davranışları aynen modellemesine de sebep olabilir. Ne öğrettiğinizden çok, karşınızdakinin ne aldığı önemlidir. Düşündüren öykü… 2 ANNE KEDİ Göl kenarında yaşayan ve sudan nefret eden bir kedi doğum yapar. Bu kedinin yavruları ise annelerinden farklı olarak gölde oynamayı ve suya girmeyi çok sevmektedir. Anne kedi de yavruları ile birlikte göle girer ve onlarla suda oynar. Bunu gören bir başka kedi hayretler içinde kalır ve ona sorar: "Sen hep sudan nefret ederdin, ama görüyorum ki artık sudan hiç çıkmıyorsun. Bunun sebebi nedir?" Anne kedi şöyle cevap verir: "Hala suyu sevmiyorum ama yavrularımı çok seviyorum". Hepimizin hoşlandığı veya hoşlanmadığı bir çok şey vardır. Ancak birini çok seviyor ve onunla bir şeyler paylaşmak istiyorsak, onun hoşlandığı şeylere bakış açımızda esnek olmalıyız. Özellikle ailemize karşı bize düşen daha özverili ve daha hoşgörülü olmaktır. Zararlı bir yönü yoksa sevdiğimiz kişinin hoşlandığı şeyleri sevmeye çalışmalı veya en azından hoşgörülü ve anlayışlı olmalıyız. İnsanlarla uyum sağlamadan sıcak ilişkiler kuramazsınız. Düşündüren öykü…..3 KUYRUĞUNU DİK TUTAN FARE Ormanın birinde sürekli diğer hayvanlara musallat olan bir fare yaşamaktadır. Fareden çok çeken hayvanlar günün birinde toplanır ve ondan kurtulma görevini "ezeli düşmanı" kediye verir. Farenin peşine düşen kedi onu bir ağacın altında olacaklardan habersiz beklerken görür, usta bir avcı gibi sessizce yaklaşır arkasından. Pençesini kaldırır, ama kedinin gölgesini gören fare şimşek hızıyla fırlar. Hızlı bir kovalamaca sonunda düz bir ovaya gelirler. Sağına soluna bakan fare kaçacak yer olmadığını görür. Tek çare, düz ovanın ortasında yalnız başına otlamakta olan inektir. Nefes nefese ineğin yanına doğru koşar ve başlar yalvarmaya. Fareden az çekmeyen inek önce yardım etmek istemez ama yalvarmalarına fazla dayanamaz ve onu saklamaya razı olur. "Peki, peki. Uzatma da geç şöyle arkama" der inek. Fare arkasına geçince inek pisliğini üzerine bırakır. Fare pisliğin içinde kaybolur, ancak dik kuyruğu dışarıda kalmıştır. Kuyruğu gören kedi hemen ineğin yanına gelir. Kuyruğundan tuttuğu gibi fareyi pislikten çıkarır ve oracıkta yer. 1. Üzerinize her pislik atan düşmanınız değildir. 2. Sizi pislikten çıkaran herkes dostunuz değildir. 3. Boğazınıza kadar pisliğe gömülmüşseniz, kuyruğunuzu fazla dik tutmayın. Bilgeliğe ulaşanlar, yaşadıkları olaylardan ders çıkaranlardır. Düşündüren öykü. 4 KREMA KABINDAKİ KURBAĞALAR İki kurbağa dolaşırken kendilerini krema dolu bir kabın içerisinde bulurlar. Kremanın içine batan kurbağalar can havli ile çırpınmaya başlarlar. Fakat nafile çırpındıkça batarlar kremaya. İçlerinden biri artık kurtulamayacağı düşüncesi ile kendini bırakır ve krema içinde boğulur. Diğeri ise pes etmez ve son nefesine kadar çırpınmaya devam eder. Kararlıdır. Çırpınır, çırpınır, çırpınır… Ve sonunda bir şey fark eder, kabın içindeki krema gittikçe sertleşmektedir. Çırpınmaya devam eder ve sonunda sertleşen kremanın üzerine çıkıp dışarı sıçrayarak kurtulur. Hayatta kazananlar asla vazgeçmeyenlerdir. Başarmamız gereken işi pes etmeden sonuna kadar mücadele ederek sonuçlandırmalıyız. Umutlar tükenmedikçe denemekten asla vazgeçmemeliyiz. Ancak sabırlı ve ısrarlı olanlar hedeflerine ulaşabilir. İmzaHasan Büyük

24 Ocak 2009 Cumartesi

ENTRİKALAR SAVAŞI

İsrail’in Kürt devleti ve Kuzey Irak’taki faaliyetlerinin konusunda Türk kamuoyu hep hassas oldu. Bu noktada bir spekülatif senaryo analizi olarak Türkiye de yayınlanmakta olan bir dergiden Hakkı ÖZNUR’UN yazısını alıntı yapmak istiyorum.Bu komplo analizi olaylara Türkiye’den bazı çevrelerin nasıl baktığının yanı sıra, bazı bilgileri okuyucuya aktarma bakımından da belirli derinlikler yaratılabilir.” Barzani Yahudi kökenli mi?” Konu Irak’taki Kürtçü hareket olunca, kafalara takılan iki temel soru vardır. 1930’lardan buyana Irak’taki Kürtçü hareketin liderliğini yapan, Barzan bölgesindeki Barzani aşireti ile İsrail arasındaki ilişki köklü müdür ? Irak’ın kuzeyinde yüzyıllardır yaşanmakta olan KürtYahudileri’nin Barzanilerle ilişkisi var mıdır ? Her iki sorunun cevabı da “evet”tir. M.Ö 7.Yüzyılın sanlarında Filistin’deki Yahudileri yenen Babil Kralı NABUKKADNASSA Buradaki Yahudileri Irak’a sürmüştü.Yahudi tarihinde önemli bir olay olarak kayıtlara geçen Sürgünlerin ardından Yahudi dini bölge halkı arasında gelişti.Dr.A. MEDYA ismiyle kaleme alınan “Kürdistan Yahudiler” adlı eserde,Kürtler ile Yahudiler arasındaki tarihsel ilişkiye dikkat çekilir.Dr.Sinan MARUFOĞLU’NUN Osmanlı arşivlerini tarayarak yazdığı bir inceleme olan Osmanlı döneminde Kuzey Irak 1831-1914 adlı eserde de Barzan bölgesinin, Yahudi dini önderlerin yetiştiği bir yer olarak zikredilir. Ünlü Hahamlardan Salim BARZANİ, sözü edilen dini liderlerdendir. Dr.Sinan MARUFOĞLU’NUN eserinden geçen şu paragraf hayli dikkat çekicidir. “Kürtlerin Yahudi hahamlarından. Musul’da bulunan “Haham Salum BARZANİ” 1855 senesinde bir Müslüman’a hakaret etmesi üzerine açılan hukuki dava sonucu, adı geçen Kürt hahamın önce Darsaadet’e oradan da Selanik’e uzaklaştırmasına karar verilmiş ise de İstanbul Haham başından gelen bir istirham dilekçesinde, adı geçen haham ‘ın Selanik havasından rahatsız olduğu, uyum sıkıntısı çektiğini Musul’da kalan çocuklarının perişan halde olduklarını, bu yüzden adı geçen Haham’ın ailesi ile birlikte Selanik yerine Kuds-i Şerife nefi edilmesi talebi,Musul Meclis-i Vala tarafından kabul edilmiştir. Kürt Yahudilerin Barzani aşiretinin bir kolu olması ve bu aşiretten yüzlerce haham çıkmasıdır” Kürdistan Yahudiler” adlı kitapta, Bazani hahamları şöyle anlatır “16 v17. yüzyıllarda Kürtistan hahamları tarafından yazılmış olan çeşitli belgeler ve elyazması kitaplar, genel olarak Kürdistanlı Yahudilerin başta dinsel olmak üzere sosyal ve ekonomik yaşantıları hakkında ayrıntılı bilgilerin yanı sıra Kürdistanla ilgili bazı dolaylı bilgiler içermektedir. Bu dönemlerde kimi Yahudi toplulukları Kürdistan halklarının genel yoksulluk tablosu içinde yer alırken öte yanda özellikle ünlü Barzani Ailesinden gelen hahamlar Kürdistan’ın bir çok yerinde dinsel çalışmalar ve eğitim için merkez kurmuşlardı. Bu dini merkezler Mısır ve İsrail gibi uzak yerlerden bile öğrenci kabul ediyorlardı. 1975’teki yenilgiden sonra İsrail’in müdahalesiyle birçok Yahudi İsrail’e göç etmiştir.IKDP içinde 30 kadar Kürt Yahudi’sinin görev yaptığı bilinmektedir. 16 Nisan 1996’da Ankara’da MIT ve Dışişleri yetkilileri ile görüşmeler yapan Mesut BARZANİ’İN sağ kolu Evair BARZANİ ‘NİN İsrail pasaportlu bir Kürt Yahudi’si olduğu dikkat çekicidir. Bu yazı TUNCAN ÖZKAN’IN ENTRİKALAR SAVAŞI Kitabının 186, 187, 188 sayfalarından alınmıştır.

20 Ocak 2009 Salı

İÇİMİZDEN KAÇIMIZ KADINLARI GERÇEKTEN GÖRÜP DUYABİLİYORUZ ?

Yaklaşık 20 yıl önce, karım ve ben sonunda büyük bir öfkeye neden olan bir tartışmaya girmiştik –öyle ki bu tartışmanın izleri ve acıları yıllarca silinmedi. Benim şikayetlerime daha fazla dayanamayacak hale gelen eşim aniden bana doğru bir şey fırlattı ve “Şu andan itibaren alışverişi sen yap, yemek işini sen ayarla, evle sen ilgilen.Benden bu kadar” dedi. Mutfağın ortasında raflara,lavaboya, buzdolabına,temizlik kaplarına ve eşime bakakaldım. Korkmuştum.Gözyaşlarım yanağımdan aşağı yuvarlanmaya başladı.Ne olursa olsun, onun bana yüklemiş olduğu işlerin altından kalkamayacağımı biliyordum. Hem kendi işimi yapıp hem de tüm evin işlerini, bakımını üstlenmem mümkün değildi.Nasıl hem çalışanlarımla,maaşlarla,yazılarla,yönetimle, kazanç-kayıp çizelgeleriyle ilgilenebilir ve aynı zamanda hem de akşamın, bir sonraki günün kahvaltı ve yemekleriyle ilgilenebilir, hafta sonu partileriyle uğraşabilir, bunlar için gereken alış verişi yapabilir, evi derli toplu toplayabilir, eve temizliğe gelen kadını denetleyebilir, ütüyü yapabilir ve çocuklarla ilgilenebilirdim ki ? Bir insan nasıl bu kadar çok şeyi yapabilir ve sağlıklı kalabilirdi ? Natalie bana bir süre baktı ve sonunda şöyle dedi:”Tamam, merak etme .Bunları yapmaya devam edeceğim” Paltosunu giydi ve düzinelerce insanla ve yüzden fazla hastayla ilgilenmek üzere hastane ofisine gitti. Her ne kadar ailemizle ve evimizle ilgileneceğini söylemiş olsa bile bir süre dikildim ve kendi kendime hiç kimsenin bu kadar çok şeyi yapamayacağını söyledim durdum. Sonra yavaş yavaş tüm bunları karımın yapabildiğini fark ettim. Bu olayı izleyen günler ve haftalar boyunca, çoğu kadının iki çeşit ağır yük ve sorumluluk taşıdığını fark etmeye başladım: aileye ve eve baktığı iç görev ve maaş için çalıştığı dış görev.Çoğu erkek eve geldiğinde ev düzenine yardım edebilir ve çocuklarla ilgilenebilir. Yardımcı olmak işe yarar fakat bu o işi yapmakla bir değildir.Yardımcı olmak temel sorumluluğu başka birisine bırakır.Çoğu evde, temel sorumluluk kadınlardadır. Tüm üzüntüler, tüm problemler, tüm planlar tüm yönetim ve yapılacak bütün şeyler onların sorumluluklarıdır. Kaç erkek bu olayın önemini benim gibi şoka uğramadan ya da eşlerini kaybetmeden anlıyor ? Akşam yataklarımıza ne kadar sıklıkla eşimizin sevgisini hissetmenin yanı sıra onların sırtlarında ne büyük bir yük taşıyor olduklarını farkına vararak giriyoruz ? Bu Makale : Beyaz yayınları “ Olumsuz bir dünyada olumlu çocuklar yetiştirmek “Kitabının 201, 202 sayfasından alınmıştır.

19 Ocak 2009 Pazartesi

DüNYA'NIN İLK AŞK MEKTUBU TüRKİYE DE YAZILDI

Milattan önce 2500 lü yıllarda Mezopotamya''da yaşayan Enlil isminde Sümerli bir rahibe, Sümer Kralı Su-Sin''e aşıktı. Sümerlilerin yeni sene bayramında, tesadüfen kralın gözüne çarparak onunla evlenmeğe muvaffak oldu. Evlendiği gün de sevgilisi krala bir şiir yazdı. Gerçek sevginin sembolü olan şiir sarayda o kadar beğenildi ki, daha sonra o devrin en ünlü müzisyenleri tarafından bestelendi ve kısa zamanda halk arasında yayıldı. Güveyi, kalbimin sevgilisi, Senin güzelliğin fazladır, bal gibi tatlı Beni büyüledin, Senin önünde titreyerek durayım, Güveyi, seni okşayayım, Benim kıymetli okşayışım baldan hoştur, Bağışla bana okşayışlarını, Benim beyim Tanrım, Benim beyim baygınlığım, Enlil''in kalbini memnun eden Su-Sin''im, Bağışla bana okşayışlarını. Güzel bir rahibenin 4500 sene önce bir krala çivi yazısıyla taşlara kazıdığı dünyanın ilk aşk mektubu, İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır.

16 Ocak 2009 Cuma

İsrail Devletinin Tarihi ve Geleceği

Tarihin uzun bir zaman dilimine baktığımızda , Yahudi olmak kolay olmamıştır. İsa’dan 600 yıl önce Kral” NABUKADNESSAR” Kudüste’ki Yahudi tapınağını taş taş üstünde bırakmadan yıkıp, tüm Yahudileri Babil şehrine sürgün etmiştir. Sonra Mısırlılar, arkasından Romalılar, adları Führer, Sezar, Pharoah veya Satrap, her ne olursa olsun, hiçbir dönemde Yahudi eksik olmadı. Tarih boyunca çocuk yuvaları, okulları, hastaneleri, kasapları, bakkalları, lokantaları, tatilleri, gelenekleri ve adetleri diğerlerinden hep ayrıydı. Yahudilerin dini felsefesi, yaşam tarzı ve o insanların çalışma şekli , ağırlıklı olarak hep ayrılıkçı bir dünya görüşüne dayanıyordu. Bir tarafta Yahudiler öte tarafta diğerleri vardı. Kudüs tapınağında, Yahudilerle Yahudi olmayanları birbirinden ayıran bir duvar bulunmaktaydı; bu duvarı geçen bir pagan ölümle cezalandırılır İbranice “Kutsal” sözcüğü etimolojik olarak ayrılmış anlamına geliyor. Yahudilerin kendi din anlayışlarına göre dünyayı ikiye böldüler: Kutsal olanlar, yani kendi inaçlarındakiler ile diğerleri, yani dinsiz ve murdar olanlar diye ayırırlar. Bizim bütünleşmekteki eksikliğimiz dış dünyada canavarlar yaratmaktadır. Bölünmüşlüğümüz ise karşılaştığımız şiddeti yaratır. Kendini başkalarından ayrılmış hissetmek, içimizdeki suç işleme eğilimini besleyen bütünden kopmuş ruhsallığın sonucudur.Bir gün olaylar dünyasında şiddet,saldırı, çatışma ve eziyet biçiminde ortaya çıkacaktır. İsrail’deki eğitim sistemi dini ağırlıklı olduğu için bu şiddet olayları tarih boyunca devam eder. Ne zaman ki laik eğitim sitemine geçerlerse şiddet azalmaya o zaman eğilim gösterir. Bir bilgisayara hangi işletim sistemi yüklerseniz ,onunla işlemlerinizi yaparsınız. İnsanlarda böyledir ,öğrendikleri işletim sistemine göre hareketlerini belirlerler. Birileri sürekli olarak kin ve nefret duyguları ile eğitim yaparlarsa sürekli şiddet yanlısı olurlar. Onlar için kadın, çocuk yaşlı öldürmeleri gayet doğaldır. Çünkü onu ibadet sayıyorlar. Bu yazı : Yazarı Stefano E.Anna ‘nın TANRILAR OKULU Kitabından 174 ,175 sayfalarından alınmıştır.

11 Ocak 2009 Pazar

Bir ülkede uygulanan ekonomik modelin,

Bir ülkede uygulanan ekonomik modelin, halkın refah düzeyi ve o ülkenin her anlamda kalkınmasıyla çok yakından ilişkili olduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle bir memlekette iktidara talip olanlar, iktidara geldiklerinde uygulayacakları ekonomik modellerin refah ve kalkınmayı en iyi şekilde sağlayacağını ileri sürerler. Ancak yeryüzündeki hemen bütün ülkelerde, bugüne kadar iktidara gelenlerin uyguladıkları kapitalist, liberal, ırkçı ve benzeri ekonomik modeller, küçük bir azınlığı mutlu edecek şekilde, kasten hileli veya yanlış uygulanmış ve bugün dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunu açlık ve sefalet içine sürüklemiştir. Zenginleşen ve güçleşen mutlu azınlık ise, iktidarları kontrolleri altına alarak, yasaları, bilimi ve teknolojiyi kendilerini güvence altına alacak şekilde yorumlamış, yönlendirmiş ve kullanmışlardır. Bu durum, dünyadaki iktidarlar arasında da, büyük balık küçük balığı yutar misali gerçekleşmiştir. Böylece, gelişmiş ülkelerin iktidarları gelişmekte olan ülkelerin iktidarlarını globalizm adına borçlandırmak, aldatmak veya tehdit etmek suretiyle kontrolleri altına alıp, insanlığı ve ülkeleri sömürmeye başlamışlardır. Ne yazık ki, gelişmiş ülkelerin bilime ve teknolojiye getirdikleri yenilikler karşısında, gelişmekte olan ülkelerin kapitalist görüşlü bilim adamları ve yöneticilerinin çoğunluğu aşağılık duygusuna kapılarak, gelişmiş ülke bilim adamları ve yöneticilerinin dikte ettiği her şeyin doğru olacağı kanısına varmışlar ve çeşitli tuzaklarla donatılmış yollarından onları izlemişlerdir. Bugün yeryüzünde uygulanan ekonomik modellerin, insanlığı sefalete ve açlığa götürdüğü açık olarak görüldüğü halde, insani duygulardan yoksun bencil güçler ısrarla iktidarları kontrol altına almaya çalışmaktadırlar. Defalarca denenmiş başarısız ekonomi modelleri ve teorilerinin temelini atan ve onları ısrarla savunan gelmiş geçmiş meşhur iktisatçıların da, bu güçlerin kendi destekçileri olduğu düşüncesini akla getirmektedir. Bugün, kapitalist, sosyalist, liberal ve ırkçı ekonomik düzenler, gelişmiş ülkelerde dahi refah ve kalkınmayı birlikte getirememişlerdir. Gerçekten, uygulanan ekonomik modellerin gelir dağılımını dengeleme, tam istihdam oluşturma ve sürekli büyümeyi sağlama gibi bir probleminin olmadığı uygulamalardan anlaşılmaktadır. Halbuki, toplum düzeyinde refah ve kalkınmanın birlikte sağlanması için, bu problemlerin çözülmesi zorunludur. Bu problemlerin çözümü ise, ancak insani duyguları ve İslami görüşü kendisine rehber alan bir Milli Ekonomi Modeli’nin ortaya koyacağı ilke ve kuralların harfiyen uygulanması ile mümkün olabilir. İşte böyle bir model, bugün “Milli Ekonomi Modeli” adlı eserle, sayın Haydar Baş tarafından ortaya konulmuştur. Ancak, yukarıda sözünü ettiğimiz içte ve dıştaki egemen güçler, böyle bir modeli karşılarına alıp, uygulanmaması için her türlü hain engeli ortaya koyacaklardır. Milli Ekonomi Modeli, klasik modellerin “kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız” olduğu görüşünün yanlış, bunun tam tersinin bir hakikat olduğunu cesaretle ortaya koymuştur. Gerçekten doğaya bakıldığında, tarafsız ve bilimsel düşünce, bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Allah, bütün canlılara ihtiyaçlarının çok üzerinde sınırsız kaynaklar vermiştir. Ancak, insanoğlunun ihtiras, kibir ve benciliği karşısında kaynaklar sınırlı hale gelmektedir. Hatta, bu düşünceden hareketle bir tek insana bile, koskoca evren az gelebilir. Böyle bir duyguyu ekonominin ihtiyaç kavramı içinde düşünmek, akıl dışı olmaktadır. Mevcut ekonomi düzenlerindeki liberal görüş, devletin piyasaya karışmamasını, arz ve talebin kendi kendini dengeleyerek, normal fiyatların oluşacağını kabul etmektedir. Bu kapitalist görüş, arz ve talebin hangi kanuniyetlere dayalı olarak kendi kendini dengeleyebileceğini açıklayamadığı için tutarsız olmaktadır. Ayrıca, ekonomik gücü büyük olanların küçük olanları zamanla yok edebileceğini, tekel oluşturabileceğini, işsizlik, enflasyon, deflasyon, resesyon, stagfilasyon gibi hastalıklara neden olabileceğini ve neticede bir milletin bağımsızlığının yok edilerek, sömürülmesine yol açabileceğini kasten göz ardı etmektedir. Bu ekonomik sistemlerin olumsuz yanlarının bertaraf edilebilmesi için, devletin mutlaka piyasaya müdahale etmesi gerekir ki, bu da ancak, Milli Ekonomi Modeli ile gerçekleştirilebilir. Önerilen bu modelde, üretim ile tüketimin, kontrollü bir emisyonla dengeye getirilmesi bir ana kural olduğundan, toplumun her kesimine refah ve kalkınmayı birlikte getirmesi mümkün görülmektedir. Milli Ekonomi Modeli’nin en önemli taraflarından birisi de, faizi ekonominin konusu olmaktan çıkararak, üreticiye maliyetsiz kredi sağlaması ve böylece maliyet enflasyonunu temelden yok etmesidir. Ayrıca, faiz yoluyla halkın sömürülmesine ve paranın belli ellerde toplanmasına da olanak vermemektedir. Bu model, artan nüfusu, diğer kapitalist sistemler gibi bir tehlike olarak da görmemekte, aksine üretimi teşvik eden bir unsur olarak ele almaktadır. Dolayısıyla, nüfus planlama sorunu bu modelin konusu olmamaktadır. Ülkenin çeşitli doğal kaynaklarını monopol oluşturacak şekilde, süper güçlere transferini sağlayan kapitalist ekonomi sistemleri, hem ülkenin geleceğini tehlikeli ihtiras sahibi ellere teslim etmekte, hem de halkın çoğunluğunu açlık ve sefalete yönlendirmekte iken, Milli Ekonomi Modeli bu kaynakların yararlarını halkın refah ve kalkınmasına sunmaktadır. Bir yandan da, sınırsız olan kaynaklara yenilerinin eklenmesi ve teknolojinin çağdaş düzeye gelmesi için bilimsel araştırmalara destek vermektedir. Vatan sevgisinin yok olmasına, ticaret ve sanayiinin büyük kapitalistlerin eline geçmesi nedeniyle halkın büyük bir kısmının karın tokluğuna çalışan işçiler seviyesine inmesine ve geçim sıkıntısı yüzünden birçok insanın ruhsal dengesizlik içine düşmesine sebep olan kapitalist ekonomik sistemler, bu olumsuzlukları taşımayan Milli Ekonomi Modeli’nin alternatifi bile olamazlar. Sayın Haydar Baş’ın önerdiği “Milli Ekonomi Modeli”, ortaya koyduğu kavram, ilke ve görüşler açısından bir ilki oluşturduğu için oldukça önemlidir. Prof.Dr. Ömer Saraçoğlu / İstanbul Üniversitesi

Kapitalist ekonominin kolayca uygulanabilmesi için ilim adına empoze edilen ekonomik modeller vasıtası ile tüm ülkeler uyutulmaktadır. İşte bu eser

İnsanın tabiatı icabı, kısa ve mutlu dönemler hariç, daima ihtirasları ön plana geçmiş, bunun neticesinde toplumun her zaman hükümran bölümü ekonomik refah içinde olurken, diğer bölümleri, değişen oranlarda sefalet ve yokluğa doğru giden kaderde birleşmişlerdir. İdare edenlerle, açlık çekenler arasındaki topluluk, yetenekleri nispetinde pastadan parçalar koparmaya ve bu nedenle idare edenlere yakın olmaya çalışmışlardır. Orta sınıf olarak isimlenen halkın nüfusu, devletlerin kaderleri üzerinde etkili olmuştur. Toplulukların ekonomileri onları idare eden kıralların veya başkanların ağzından çıkan emirlerle oluştuğu devirlerde, ekonominin herhangi bir kesin kuralı yoktu. Kurallar, baştaki sahsın huyuna, karakterine, ahlakına, aklına ve yeteneklerine bağlı olarak tamamen emir ve direktifleri ile oluşmakta idi. Bu nedenle tarih boyunca güçlü devlet olmanın en etkin şartı adaletli paylaşım olmuştur. Sömürü düzeninin kurucuları olan kapitalist ülkeler, KÜRESELLEŞME adını verdikleri, aslı sömürme olan sistemle, gelişmekte olan ülkelerin tüm kaynaklarını ele geçirme operasyonunu hızla sürdürmektedirler. Sömürü düzeni beşeriyet ile birlikte devam edip gelmektedir. Güçlü olan daima sömürmüş, zayıf olan daima köle olup ezilmiştir. Yüz elli yıldır kapitalist düzen, harpler, ekonomik olarak borçlandırma, özelleştirmeye teşvik ve hükmetme yolu ile sürdürülmektedir. Her türlü kaynakları tükenmiş olan, çok gelişmiş kabul edilen bu ülkeleri aslında ayakta tutan gelişmemiş ülkelerin kaynaklarıdır. Bu kaynakların kısıtlanması, durumun tamamen tersine çevrilmesi demektir. Son yarım asırda harp etmekten ziyade, barış ve beraberlik kandırması ile, teknolojik üstünlülerini tüm dünya ile paylaşmak istedikleri yalanını koz olarak kullanan gelişmiş ülkeler, geri kalmış ama, aslında hazineler üzerinde oturan ülkeleri, KÜRESELLEŞME taktikleriyle avlamayı başarı ile hızla sürdürmektedirler. Küreselleşmenin bir şartı olan ÖZELLEŞTİRME yağması ile ülkelerin gelir getiren kurumlarını, stratejik önemi olan kurumlarını, ele geçirmektedirler. Ülkede söz sahibi olan büyük yerel şirketleri önce küresel tanınmış şirketlerle ortaklıklar yaptırıp, daha sonra tek başına ele geçirme operasyonlarını, sabırla gerçekleştirmektedirler. Bütün bu taktik ve planlarla gelişmekte olan ülkelerin üretimlerini ele geçirerek, kalkınma ve rekabet çabalarını yok etmeğe devam etmektedirler. Gelişmekte olan ülkelerin büyük çapta yer altı kaynakları küresel güçlere ait büyük şirketlerin ellerine geçmiş, veya geçmek üzeredir. Para politikaları tamamen IMF ve Dünya bankalarına teslim edilmiş, Emisyon olayına hiçbir şekilde müdahale imkanı bırakılmadığından, tüm emek ve üretimleri de küresel sömürünün elinde kalmıştır. Senyoraj hakları dahi onlara yabancı para olarak faizli borç şeklinde verilmekte ve bu durumda tüm insanlık küresel güçlere köle durumuna düşmektedir. Buraya kadar anlatılanlar küresel veya kapitalist Ekonominin yüzeysel manzarasıdır. Küresel güçlerin, en çok çekindiği ULUSAL devletler olduğundan, öncelikle hedef olarak ulusal devlete yatkın topluluklar üzerinde acil planlar üretmektedirler. Özelleştirme ve borçlandırma taktikleri, kültürler arası iş birliği çalışmaları bu planların önde olanlarıdır. Milli ekonomi modeli bu nedenle Milli devletin olmazsa olmazıdır. Ve küreselleşmenin panzehiridir. Kapitalist ekonominin kolayca uygulanabilmesi için ilim adına empoze edilen ekonomik modeller vasıtası ile tüm ülkeler pembe hayaller ile uyutulmaktadır. İşte bu eser hakikatleri gözler önüne sermekle, mevcut ekonomik teorileri, uygulama temeline dayalı net matematiksel formülleriyle yerle bir etmektedir. Bu eserden de anlaşılacağı gibi Milli Ekonomi modeli her topluluğun eşit şartlarda ekonomik gelişimlerini düzenlemektedir. Milli Ekonomi Modeli tüketim yanlısı bir modeldir. yani, toplumu oluşturan bireylerin tamamının belli bir gelir düzeyine çıkartılmasını hedef almaktadır. Bunun neticesinde Küresel güçlerin küçülte, küçülte ortadan kaldırmak üzere olduğu ülkeler, bu modelle tekrar büyük ve güçlü devletler haline gelecektir. Toplumda fakir, aç, işsiz kalmayacaktır. Herkesin temel ihtiyaçları karşılanacak devlet sosyal bir devlet, yani baba devlet olacaktır. Devletin her türlü kaynakları, devlet-millet işbirliği ile kullanılacaktır. Milli ekonomi modeli, daha önce kendilerine yeter durumda olan ülkeleri yeterli oldukları dallarda politikalarına müdahale ederek, kendilerine bağımlı hale getiren kapitalist ülkelerin her türlü müdahalelerini boşa çıkacaktır. Tarımda, ormancılıkta. hayvancılıkta ve her türlü üretimde halkı ile birlik, vergi almak yerine faizsiz kredilerle halkına destek, ve en önemlisi her kesimdeki fertlere emeklilik hakkı tanıyan, ürettikleri her mamule alım garantisi veren tam bir sosyal devlet oluşacaktır. Modelle, sömürme ve sömürülme ortadan kalkacaktır. Bunun yerini adaletli bir dayanışma ve paylaşma ortamı alacaktır. Ekonomi, topluluktan topluluğa, o kimselerin kültürel yapısına göre değişim göstermesi gereken bir uygulamadır. Yıllarca Hıristiyan kültürünün ürünü olan ekonomi politikalarının uygulanması bizi çıkmazlara sürüklemiştir. Kapitalist düzenin para ve faiz uygulamaları, para ile para kazanma imkanları, paranın belli merkezlerde toplanması gerçeği, kaçınılmazdır. Milli Ekonomi modelinde ise, uygulama tamamen bizim kültürümüzün bir ürünüdür. Gelir dağılımında denge, Sürekli büyüme ve tam istihdam çok uyumlu biçimde gerçekleşmektedir. Sosyal devlet olmanın gerekli temel şartları da bunlardır. Faiz olmaması enflasyonun sıfırlanmasıdır. Bizim kültürümüzde yalan söylemek yasaktır. Bu gerçek bilindiği halde liberal ekonominin vergi alma tekniği esnafımızın yalan söylemesini mecbur hale getirmiş ayakta kalmak için devletine yanlış ve eksik beyanlarda bulunmuşlardır. Bu davranış büyük sayıda halkımızın uygulamasıdır.Bu nedenle ruhsal olarak suçluluk hakimdir. Milli ekonomi modelinde, yüz milyarın altında kazanan her kim olursa olsun kendisinden vergi alınmayacak olması, halkımıza. kendine güven ve inançlarına uygun hareket etmenin mutluluğunu kazandıracaktır. Ve daha fazla imkanlara sahip olmak için gelişme çabalarını sürdürmeye devam edecektir. Şunu açıkça söylemekte yarar görüyorum. Kapitalist düzene göre ekonomi: İnsanın sınırsız ihtiyaçlarını karşılamak için sınırlı imkanların kullanılması olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma dayanan ekonomi kendi toplumunun menfaati için diğerlerini ezecektir. İşte bu nedenledir ki sömürü, savaş, işkenceler ve haksızlıklar dünyaya hakim olmaktadır. Şurası muhakkak ki insanın ihtiyaçları sınırsız değil aksine yaradılışı nedeni ile bir elin parmakları sayısı kadar bile değildir. Yeme içme, giyme, aile kurma vs... Ama ona sunulan imkanlara baktığımızda, tüm ihtiyaçlarına karşılık sayılamayacak kadar çok alternatifler ve bolluk vardır. Seç, seç ye; beğen, beğen giy; seç, seç al. Demek ki ekonomi bilimi denilen ve toplumu yanlış bir tanımın peşinde sürükleyen uğrunda harpler yapılan, sayısını söylemede zorluk çekilen milyonlarca eserler yazılan sayısız öğrenci ve öğretmen yetiştirilen sonunda bir hiç olduğu Prof .Dr Haydar BAŞ tarafından cesaretle gösterilen temelsiz bilimin , beşeriyet adına tam bir SKANDALDIR olduğu gerçeği ile karşı karşıya gelinmiştir. Zaten uygulamalarda da görülmektedir ki sadece yüzde on gibi bir nüfus bu ekonomiden yarar sağlamış, geride kalanlar ise daima ezilmişlerdir. Halbuki bunun tamamen aksinin olması, hatta yüzde yüzünün hayatlarını rahatça sürdürmeleri topluluklar için idealdir. Prof. Dr. Haydar BAŞ beyin yazdığı ve senelerce beyan ettiği Milli Ekonomi Modeli ilk önce ekonominin tanımını düzelterek: sınırsız imkanları, insanın sınırlı olan ihtiyaçlarına, kullanma ilmi olarak tanımlamıştır. Hakikat bu olduğuna göre, kapitalizm ihtiyaçların değil fakat ihtirasların peşine düşmüş demektir. Bu nedenle yıllar boyu ilim adına temelde bozuk bir düzenin teorileri yapılmış tüm insanlık bunu bilim zannedip uygulamıştır. Teknolojide ileri olan topluluklar, GLOBALLLİK demogojileri ile bir türlü kalkınamayan ve global güçlerin ihtiraslarının oluşmasını sağlayan toplulukları, resmen suistimal etmiştir. Milli ekonomi Modeli sınırsız imkanları halkın önüne sermiş, devleti, vergi toplayan, tefecilik yapan ve milletini global güçlere köle eden bir devlet halinden, halkına sahip çıkan onlardan vergi alacağına, onlara maddi imkanlar tanıyan üretime katkı sağlayacak bir tüketim topluluğu ortaya çıkaran bir sosyal devlet haline getirmiştir. Fakirlik terimini tamamen lügatten çıkartan, her ferdinin gerekli ihtiyaçlarını kimseye muhtaç olmadan temin etmesini sağlayan bir baba devletin oluşmasını sağlamıştır. Aynı zamanda parayı, sadece bir mübadele ve değer saklama aracı olmaktan çıkarmış, ona kalkınmada tahrik unsurluğu, mal ve hizmet karşılığı olma özelliği kazandırmıştır. Yani parayı para yapan gene Prof. Dr. Haydar BAŞ bey olmuştur. Bu eser bütün bu işlevleri geniş olarak dünyanın gözü önüne sunmaktadır. Dönüp geriye ibret ile baktığımızda, asırlar boyu insanlara ekonomi bilimi olarak anlatılan, on binlerce makale yazılan, konferanslar düzenlenen, işin garibi, sayısız master ve doktoraların yapıldığı, yani nalıncı keseri ile yontula, yontula, son durumuna gelen, uğrunda milyonlarca insanın perişan olduğu yanlışa dayalı ve küreselleşmeye destek bir ekonomi modelini getirenleri, gafletleri veya gizli gayeleri ile baş başa bırakırken ben, bunların karşısında güçlü bir model ve bir hakiki eser görmekten ilim adamı olarak mutluluk, milletim adına gurur duymaktayım. Kalkınamayan global bataklıkta kalkınmak için çırpındıkça daha da batan topluluklara müjdeler olsun. Milli Ekonomi Modeli ile ulusal sosyal devlet projesini ortaya atan, zayıf devleti değil her işte halkı ile eşit şartlarda el ele güçlü bir devleti, yani baba devleti tanıtan bu eser kurtuluşunuza kaynak olacaktır. Şunu asla unutmayınız, Bu Model ekonomide bir alternatif model değildir. Zaten yukarıda anlatıldığı gibi temelden yanlış bir modelin alternatifi nasıl olur ki. Ekonomi bilimi bu temel eserle gerçek olarak başlamıştır. Bu bir tarihi olaydır. Bu eser sonsuza kadar rehber ve ders kitabı olarak anılacaktır. Bilime yaptığı bu katkıdan dolayı Sayın Prof. Dr. Haydar BAŞ beyi tebrik ediyor, Allah(c.c) tan başarılar ve sağlıklar diliyorum. Prof. Dr. Ata SELÇUK / Fırat Üniversitesi

6 Ocak 2009 Salı

DÜNYANIN EN YAŞLI AĞACI

İsveçli araştırmacılara göre İsveçli araştırmacılara göre dünyanın en yaşlı ağacı, İsveç’te hala ayakta olan 9 bin 550 yıllık bir köknar ağacı... AA Güncelleme: 15:58 TSİ 17 Nisan 2008 Perşembe STOCKHOLM - İsveç’teki Umeaa Üniversitesi araştırmacıları, yazılı açıklamalarında, “Bu büyüleyici İsveç’in orta kesimlerindeki buluş, Dalara’daki Fulu dağında yapıldı. Bu çok büyük bir sürpriz, çünkü bu köknar türünün bu bölgelerde daha geç bir dönemde yetiştiğini düşünüyorduk” denildi. Bilim adamları, daha önce en yaşlı ağaçların Kuzey Afrika’daki 4 bin ya da 5 bin yıllık köknarlar olduğunu düşünüyordu. Araştırma ekibinden Profesör Leif Kullman, bugüne kadar dünyanın en yaşlı ağacının 2004’te kayıtlara geçirildiğini, bu sırada İsveçli araştırmacıların bölgedeki türlerin sayımını yaptıklarını belirtti. Profesör Kullman, keşiflerinin iklim değişikliğinin daha iyi anlaşılmasına olanak sağlayacağını düşündüğünü de söyledi. , İsveç’te hala ayakta olan 9 bin 550 yıllık bir köknar ağacı... AA Güncelleme: 15:58 TSİ 17 Nisan 2008 Perşembe STOCKHOLM - İsveç’teki Umeaa Üniversitesi araştırmacıları, yazılı açıklamalarında, “Bu büyüleyici İsveç’in orta kesimlerindeki buluş, Dalara’daki Fulu dağında yapıldı. Bu çok büyük bir sürpriz, çünkü bu köknar türünün bu bölgelerde daha geç bir dönemde yetiştiğini düşünüyorduk” denildi. Bilim adamları, daha önce en yaşlı ağaçların Kuzey Afrika’daki 4 bin ya da 5 bin yıllık köknarlar olduğunu düşünüyordu. Araştırma ekibinden Profesör Leif Kullman, bugüne kadar dünyanın en yaşlı ağacının 2004’te kayıtlara geçirildiğini, bu sırada İsveçli araştırmacıların bölgedeki türlerin sayımını yaptıklarını belirtti. Profesör Kullman, keşiflerinin iklim değişikliğinin daha iyi anlaşılmasına olanak sağlayacağını düşündüğünü de söyledi.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Krizler ve Fırsatlar Bir Olgulardır - 1

Labirentten Kaçış Hayatımızın hep bir düzen ve plan içerisinde olmasını isteriz, çünkü bu sayede güvende olduğumuzu düşünüp rahatlarız. Sonradan her şeyin monoton olduğunu hissederek, çeşitli programlar ve aktiviteler yaparız. İçimizdeki mutsuzluk duygusunu gerçek hayatta somut olarak hissettirecek problemler yaratırız ve birde bakarız ki yaratmış olduğumuz problemler, planlar ve çözümler hayatımızın tekrarları olmuş. Her döndüğümüz ‘corner’ dan sonra yeni bir yere geldiğimizi sanarak eskinin devamı ile karşılaşmışızdır. Problemlerimiz de çözümlerimiz de aynı düzlem içerisinde bir olmuş, zaman içerisinde umutlar zamanda yok olmaya başlayınca bunları kabullenir olmuşuz ve artık tek isteğimiz kendi çaresizliğimizde durmak olmuş. Ancak aramızdan bazıları, kimimiz tarafından lider, kimimiz tarafından aydınlanmış, kimimiz tarafından da geleceği yaratan senaristler olarak nitelenen bu korkusuz insanlar problemlerin ve çözümlerin bir olduğunu görmüş ve bunu bizlere gösterebilmek için çalışmışlardır, tabi ki bu farkındalığı yaşayanlara. Şu an yaşananlara bir bakalım. Global krizi 1929 krizine benzetenler, yine çözümün aynı yönde olması için uğraşıp; çaresizliği ve korkaklığı planlı bir çözüm olarak sunmaktadırlar. Sorunları yaratanlar, sorunların içerisinde olan ve yaşayanlar nasıl çözüm olabilirler ki? Peki Türkiye, her yedi yılda bir yaşadığımız ekonomik krizlerin tekrarını kopya misali yeniden yaşıyor ve anlık umutları çözüm sanarak hep bir kurtarıcıyı bekliyoruz. Peki ya şirketler? DİE raporuna göre 1967 yılında Türkiye’nin en büyük 100 şirketinden, bugün sadece - evet sadece 17 tanesi kalmış. Dile kolay, insan ömründen de kısa, kırk yılda bütün bilgi ve birikimin %80’ini kaybetmişiz. Peki çözüm nerede? Bunu tek bir yazı ile anlatmak çok zor, ama kısaca İkarus’un yolu diyebiliriz. Yani: Olaylara yukarıdan bakabilmek Bir sorun veya problem hayatımızda tekrar ediyorsa, bu bizim labirentte kalmamızdandır. Çözüm bulabilmek için labirentten tek çıkış yolu tepeden bakabilmektir. Labirentten çıkabilmek için uçmak ve bütün fırsatları görebilmek yani kendi fırsatlarını yaratan olabilmek gerekir. Uçabilmemiz için bütün yüklerimizden hafiflemeli, geçmişi gömmeli ve geleceğe korkusuzca bakabilmeliyiz. Yeni tabirle ormanın tamamını görebilmeliyiz. Eski dünya düzeniyle ve taşıdığımız problemlerle yeni bir dünya kuramayız. Çok iyi anlamalıyız ki problem de çözüm de bizleriz. Bizler ancak 100% bütünlüğümüze ulaştığımızda hiçbir sorun kalmadığını anlayabileceğiz. Önemli akademisyen ve yazar Robert J. Sawyer’ın da dediği gibi : Bu yüzyılın ilk 20 yılında, geçen yüzyılın tamamında kaydedilen gelişmeyi gerçekleştireceğiz. 2020-2034 yılları arasındaki 14 yılda ise 20.yüzyılın tamamına denk gelen bir gelişime daha kaydedeceğiz. 2041 yılına kadar geçecek bir sonraki 7 yılda ise bir 20yy kadar daha gelişme kaydetmiş olacağız. Geometrik ölçekte düşünmeyi öğrenmemiz, kendimizi bu muazzam değişime hazırlamamız ve bir sonra neler olacağını görebilmemiz gerekmektedir. Peki çözüm; bugün, şimdi, şuan labirentten çıkma kararı almalıyız. Tavsiyem bu konuda bize yol gösterecek Prof.Stefano D’Anna’nın bestseller kitabı Tanrılar Okulu’nu okumamız ve firmamız Asemble’ın 02.02.2009’da düzenleyeceği ‘Time to Labyrinth Exit’ – Labirentten Kaçış konferansına katılımınızdır. Bir dahaki yazımda veya eğitimlerimde buluşmak üzere… Krizler ve Fırsatlar Bir Olgulardır Her şey bir başlangıcını arıyor. En azından krizin de niye başladığını bulursak nasıl çözebileceğimizi buluruz umuduyla arayışlar devam ediyor. Bu, insanlığın hep aradığı bir kurtarıcı ve umut gibi. Biz ne zaman kurtarıcının ve umutların boş olduğunu görebileceğiz? Kişinin kendine güvenmediği veya güvenini yitirdiği her ortam krizdir. Belki dünya ekonomisine bakmadan önce kendi şirketimize ve hatta kendimize biraz daha bakmalıyız. Kendimize bakmaya biraz başlayabilsek halbuki - problemleri yaratanın bizim iç dünyamız olduğunu daha iyi fark edebileceğiz. Biz her daim problemdeyiz, kıskançlıklarımız, rekabetçiliğimiz, kinlerimiz ve nice kötü duygularımız bu oluşumların yaratıcısı, yani biziz. Bunu kabul ettiğimizde gercek çözüm kendini oluşturacaktır. Şimdi sormak istiyorum. Sorunlardan bir tanesi bankaların kredi vermemesi veya kredileri durdurması değil mi? Şimdi yine soruyorum. Siz kendiniz her şeyinizi, şu anda şirketinize yatırdınız mı, ama her şeyinizi? Sizin yatırım yapmadığınız yere banka nasıl yatırım yapsın? Biz-kendimiz bütün çalışmamızı masraf kısmaya mı ayırdık yoksa yeni fırsatları görmeye mi? Biz, yani şirket sorumluları, yani komutanlar şu soru sormalıyız: Savaşta silah ve mermi almayı durdurur musunuz? Geri çekilerek savaşı kazanabilir miyiz? Şu anda ne planlaması ve toplantıları yapıyoruz? Yeni bir şeyler yaratmak, kaynaklarımızı verimli kullanmak, çalışanlarımızın yani en önemli değerlerimizin üzerine neler yapıyoruz? Yoksa pes mi ettik? Yine soruyoruz değil mi - peki çözüm ne? Bu soruyu her problemle karşılaştığımızda soruyoruz. Bir örnek ile biraz daha açıklamaya çalışalım. Ormanda gezinirken hiç farkında olmadığınız bir anda bir hayvan size saldırsa ne yaparsınız? Düşünmeye, planlar hazırlamaya mı çalışırsınız? Çok büyük bir düşman saldırdığında kısıtlı yemek ve imkan var diye orduyu azaltır mısınız? Başarının sırrı daha önce nereden geliyordu? Neden başarılıydık? Atatürk’ün savaş öncesinde bir parça olsun yaptıklarını bir düşünmemiz belki bizlere çok ciddi bir bilgi ve ya yol gösterici olacaktır. Ülkede hiçbir ayrım yapmadan bütün herkesi bir birlik ve amaç doğrultusunda birleştirmek için yapmış olduğu Sivas ve Erzurum Kongrelerini hatırlayalım… Sizce böyle bir oluşum gercekleştirmemiş olsa başarılı olabilir miydi? İlk yaptığı içeride birlik oluşturmak değil miydi? Hatta kendisine savaştan sonra yabancı basının sorduğu, “Başarınızın sırrı nedir?” sorusuna hiç düşünmeden, “Milletimizin göstermiş olduğu başarının altında Sarsılmaz Bütünlüğümüz yatmaktadır” demiştir. Acaba bir kere olsun şunları düşünmüş müdür; Yeterli silahımız, askeri gücümüz, top, tüfek, para yiyecek var mı, diye. Konsantrasyonunu nereye vermiştir? Komutanları ile veya arkadaşları ile buluştuğunda, “Yandık abi ben böyle bir felakat görmedim” diye dert mi yanmıştır? Biliyorum biz Atatürk değiliz ve ne yazık ki şu inanılmaz imkanlarımızla dahi onun yaptıklarını yapmamız mümkün değil. O zaman bizde en azından kendimizi ve şirketimizi kurtarabiliriz. En azından bunu yapabiliriz değil mi? Başarının sırrı: • Kaybedecek tek şeyin kendimize olan inanç olduğunu fark etmeliyiz. Bunu geri almak çok pahalı, hatta imkansız olabilir. Ancak bütün maddi değerleri daha iyisi ile her zaman yerine koyabiliriz. • Kendimize olan güveni ekibimize ve çalıştığımız herkese çok iyi aktarmalıyız ve onlarda da aynı duyguların oluşumu için çaba sarf etmeliyiz. • Kendimizle ve ekibimizle iletişim her zamankindan daha yoğun ve daha şeffaf olmalı. Kapalı kapılardan ve kapalı toplantılardan kaçınmalıyız. • Herkesi bu sürece dahil etmeliyiz, unutmayalım ki ummadığımız fikirler farklı ve özgür kişilerden çıkar. • Her gün, hatta her dakika şartları değiştirebileceğinizi unutmayın. Bugünü kurtarırken yarınınızı heba etmeyin, diğer gözünüzle de O’nu planlayın. Ve oluşumları devamlı inceleyin, şirketinizi ona göre hazırlayın. • Hiçbir plana bağlı kalmayın. Plan, şirket sahibinin veya şirketindir. Buna kesinlikle anlayış gösterelim. • Komutanlarımıza ve çalışma arkadaşlarımıza bağlılık en önemli konu, bu konuda kimseye taviz vermeyin. Birliği bozabilecek her şeyden kurtulun. • Kısa dönemde doğabilecek fırsatlara konsantre olun ve şirketinizin etik değerlerinden kesinlikle, hangi şart ve doğrultuda olursa olsun taviz vermeyin. • Suçlu aramayın, bu bölünme getirir. Tek Suçlu Sizsiniz, unutmayın. • Sakın Pes Etmeyin. Siz ne kadar büyüme yolunda ilerliyorsanız, zorluklarınız da o kadar büyük olacaktır. Bunun için sevinin, kimse, hatta siz dahi her şeyin normal olduğu bir durumu değil, bu ortamların sizi yetiştirdiğini biliyorsunuz. Kendinizi deneyin ve yenilmez olduğunuzu görün, başaracaksınız. Sonra nasıl diye sorduklarında, gerçek cevabın ne olduğunu hatırlayamayacaksınız. Ama tek bildiğinizin Pes Etmemek olduğunu söyleyeceksiniz. Çünkü siz bu Labirentte yaşamak istemiyorsunuz.